Günışığı Kitaplığı, 1. Baskı 2012 |
Kitedit'in son incelediği kitap "Paprika", tam da eleştirinin yayınlandığı gün okumayı bitirdiğim bir başka çocuk kitabı hakkında yazmaya itti beni. "Paprika" da teşhis edilen bazı benzer sorunlarla mustarip olmasının yanı sıra; üzerine ahkam keseceğim bu kitap ciddi kurgu sorunlarıyla da malul.
Bahsettiğim kitap yakın zamanda Günışığı Kitaplığı'ndan yayınlanmış olan, Fadime Uslu'nun "Çat Kapı Dayım" isimli eseri. Can Çocuk'tan çıkmış olan "Paprika"dan sonra, Günışığı Kitaplığı'ndan "Çat Kapı Dayım"...
Çocuk/genç yetişkin edebiyatı yayıncılığının önde gelen iki yayınevinin kitaplarını bu sayfalarda arka arkaya görmeniz rastlantının ötesinde elbette. Özellikle Günışığı Kitaplığı gibi, her fırsatta bu sektörde "yol açıcı" rol üstlendiğini iddia eden bir yayınevinin; kendi iddiasıyla ters düşecek şekilde bu tür sorunlu işlere imza atması benim için ciddi tartışma konusudur.
"Ismarlama edebiyata" karşı duruşu herkesçe bilinen, "editörlük" çalışmasını oldukça önemseyen bir yayıncılık anlayışının; pek çok açıdan "ısmarlama" duran ve deyim yerinde ise bir "editörlük faciası" olan bu kitabı yayınlamış olması; herhalde yayınevinin benim aklımın ermeyeceği öncelikleri ile ilintilidir.
Yayınevinin (herhalde prestij, tanıtım ve pazarlama ile ilgili olacak) bu önceliklerini bir yana bırakıp kitaba dönelim. İlk olarak; kitabın yazarı sayın Fadime Uslu'nun önceki edebi üretimlerinden farklı; bir anlamda onun öykücü kimliğine bağdaştırmaya kıyamadığımız bir "iş" ile karşı karşıya olduğumuzun farkındayız. Bu noktada eleştirimizin sertliğini öykücü kimliğine değil ama, bu kitap nezdinde çocuk yayıncılığı kavrayışındaki "kaymaya" ve "kolaycılığa" yönelik algılamasını isteriz.
Genç öykücümüzün genel anlamda cümle kuruluşlarındaki dikkati ve özeni kitap boyunca en azından "okunurluğu" ve "anlaşılırlığı" sağlıyor. Ancak olay örgüsündeki zaman kopmaları, kurgu boşlukları ve "pedagojik" kaygılarla aralara serpiştirdiği "uyarı-öykücükler" kitabın "editörlük faciasına" dönüşmesine neden oluyor.
"Editörlük faciası" diyerek elbetteki ortadaki sorunu sayın Uslu'nun omuzlarından tamamen alıp, kitabın editörü sayın Müren Beykan'ın üzerine bırakmıyorum.
Ama bir kitapta:
a) Olay örgüsünde zaman akışı sorunları (kopmalar, karmaşa ve sıçramalar) varsa,
b) Kurguda büyük boşluklar ve anlatı sürekliliğini bozan konu atlamaları öne çıkıyorsa;
1- Bu durum ya yazarın aslında çok da içselleştiremediği bir dosyayı, hızlıca-tamamlamadan editörlüğe teslim ettiğine işaret eder,
2- Ya da yazarın aslında daha bütünlüklü, daha uzun bir dosyayı editörlüğe teslim ettiği, ancak editörlük makasının bu bütünlüğü dikkatsizce bozduğu anlamına gelir.
Her iki durumda da, yazar ve editör eşit derece hatalıdır. Ancak kitabı yayınlama kararını alan ve bu sorumluluğu üstlenerek kitaba imzasını ekleyen editör "sorumluluk" alanında yazara göre daha fazla payı hak eder. Çünkü kitabı düzeltmek, düzeltmesi için yazara iade etmek ya da yayın planından çıkarmak editörün ukdesindedir. Bu nedenle az sonra, kitaptan bazı alıntılarla açıklamaya çalışacağımız durum, benim için bir editörlük faciasıdır.
Bu konu üzerinde uzun uzadıya durmam elbette maksatlı. Yayınevinin editörü Müren Beykan ve onun yönettiği Günışığı Kitaplığı ekolü; yayıncılıkta editörlüğün belirleyici önemini savunan bir mevzideler.
Ama bu hassas duruşun "Çat Kapı Dayım" kitabı ile boşa çıkması benim için şaşırtıcı. (Yayınevinin bu duruşunu zayıflatan başka başka kitaplar da ilerde sayfalarımızda yer alabilirler.)
Elbette bu durumun nedenlerine dair bazı tahminlerim var.
Örneğin bir ulusal gazetemizin kitap ekinde kitap tanıtım yazıları sürekli yayınlanan, ismi edebiyat çevrelerinde eni konu duyulmuş, gelecek vaat eden ödüllü bir öykücü; sayın Fadime Uslu herhalde bir yayınevi için ciddi prestij kaynağı olabilir. Dahası bu yazarımız, gazetedeki köşesinde o yayınevinin kitaplarını da, son dönem belli bir sıklıkla tanıtmış ise (tüm bu tanıtım yazıları direk Günışığı Kitaplığı web sitesinde bulunabilir) ortadaki faydanın "prestij" ile sınırlı kalmayabileceği ileri sürülebilir.
Üstelik bu örnek olaydaki kurgunun belli nüanslarla, yakın zamanda başka başka "tanınmış" edebiyatçılarla da yaşanmış olması durumu iyice manidar hale getirebilir. Kısacası, Günışığı Kitaplığı için; bu "tanınmış" edebiyatçılarla oturttuğu çalışma şekli ortaya bir "ısmarlama edebiyat" örgüsü çıkarmıyor mu? Dahası bu edebiyatçıların gerek kendilerine ait gazete köşelerinde, gerek sosyal medyada, gerek sektörü ilgilendiren her türlü etkinlik vb. olayda sürekli "sözde tarafsızca" Günışığı övgüsü çabası içinde olmaları ne derece inandırıcı?
Ortadaki bu tablo o derece vahim ki; anlatmaktan kitap hakkında konuşmaya bile fırsat bulamadım. Ancak bunlar konuşulmak zorunda. Sektöre gerçekten büyük katkıları olan, belli anlamlarda gerçekten "yol açıcı" işlev üstlenen Günışığı Kitaplığı; benim için hatalı sektörel eğilimlerin de en uç noktalarında gezindiği için önemlidir. Bu nedenle eleştiri oklarım ona yöneliyor.
Yayıncılık, özellikle de çocuk/genç yetişkin edebiyatı yayıncılığı benim için piyasa kurallarından korunması gereken, saf-temiz bir alan. Bu saflığı bozan, kapitalist pazarlama çarklarının sektörde yer etmesini sağlayan her girişim beni üzüyor, kahrediyor. "Profesyonelleşmek", "sektörü genişletmek", "daha çok çocuğu, daha çok kitapla buluşturmak" ve benzeri bahaneler ile yayıncılığın ruhuna aykırı atılan her adım çocuk edebiyatını üzücü bir sona hazırlıyor. Ki bu "son"un görüngüleri şimdiden ortada; devlet destekli "dini çocuk-genç yayıncılığı" ve yanı sıra sermaye grupları destekli "sabun köpüğü çocuk-genç edebiyatı". Para ve gücü olanın renk ve yön verdiği yayıncılık sektörü...
Can, TUDEM, Günışığı ve diğerleri; sektörü plaza yayıncılığına, özel okul satışı odaklı tema yayıncılığına götüren eğilimleri kendilerinden başlayarak kırmak zorundalar. Gerçek edebiyatın zorlu yöntemlerine, belki az satan ve zarar eden "saf usullerine" dönmek zorundalar. Gerçek yol açıcılık bu olacaktır. Bırakın dağıtımı, pazarlamayı, satışı; mesleği bu olanlar düşünsün. Dağıtımcılar, kitapçılar, ajanslar bu işler için var. Siz satış-pazarlama işine soyunmayı bırakın, yayıncılık yapın!
"Dayım" gerçekten "Çat Kapı" mı?
Şimdi kitabımıza dönelim biraz.
Kitabın ismi "Çat Kapı Dayım". Daha kitabın giriş bölümünde, kurgu kaynaklı bir zaman karmaşası yaşıyor okur. Kahramanımız Şeyma'nın (13 yaşında bir kız çocuğu), dayısının hikayeye girişi (hikayeye girişi ama "çat kapı" gelemeyişi) bu zaman karmaşasını yaratıyor.
Öykünün başladığı yağmurlu pazar günü, güzelce betimlenen ev ortamı, ayrıntılı anlatılan ev halleri ve Şeyma'nın düşünsel akışı size dayının o gün geleceği, az sonra içeri gireceği hissini veriyor. Şeyma yazdığı bir öykü üzerine yoğunlaştığı sırada, bize dayısının geçmişteki gelişlerinden birini anlatmaya başlıyor. Başlangıçta yaratılan hava ve bu anlatı karıştığında, bir an beklenen misafir geldi sanıyorsunuz. Ama geçiş öyle düzensiz ki; anlatım bozukluğu var diye düşünüyorsunuz. Ama tekrar, dikkatlice okuduğunuzda anlatım bozukluğu olmadığını görüyorsunuz. Şeyma'nın anlatısında zamanda geriye dönük büyük bir sıçrama var (5 yıl) ve anlatıda geçiş o kadar keskin ki; okuyucu bunun bir "flash-back" olduğunu ancak bir kaç sayfa okuduktan sonra fark edebiliyor. Dayının kesin geliş zamanı ise, çok sonra Şeyma ve kardeşi arasındaki bir diyalog ile kesinleşiyor:
"Abla dayım ne zaman gelecek?"
"Az kaldı deyip karşı duvardaki saate bakıyorum. Biri yirmi geçiyor. Haftaya bugün bu saatlerde kesin gelmiş olur" (sayfa 29)
Kitabın girişinde betimlenen ev-aile ortamı, hatırlama yoluyla kurgulanan "dayı" portresi ve en nihayetinde alıntıladığımız bu konuşma ile "dayı"nın geliş tarihi okura ilan edilmiş oluyor. Ne var ki; kitaba da ismini veren bu "çat kapı" geliş ancak kitabın 77. sayfasında gerçekleşebiliyor. Ki; kitabımız 119 sayfa olduğuna göre ve aslında "dayı"nın geleceğini herkes bildiğine göre ortada pek de "Çat Kapı" bir durum yok!
Şeyma'nın dayısının geliş zamanlaması ile başlayan kurgu kaynaklı zaman sorunları, ilerleyen sayfalarda da kendini gösteriyor. Olay örgüsünün kuruluşu sırasında birkaç kez, sahne tamamen değişiyor ve zaman sıçramalarına maruz kalıyoruz. Başlangıcına tanık olduğumuz olayların merak ettiğimiz sonlarını, bu zaman sıçramalarının ardından "özet" olarak öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi yine kitaba ismini veren "Dayı"nın gidişi ile ilgili. Gelişi zar zor gerçekleşen Şeyma'nın dayısı, siz onunla ilgili gelişmeler, yeni olaylar beklerken,"Denizaltında kayalıklara gizlenen öyküler" başlıklı bölümden sonra birden gidiveriyor.
Okuduğumuz kadarıyla sadece bir akşam yemeği ve gece sohbeti kadar sürdüğünü düşündüğümüz bu kısa ziyaretin, aslında düşündüğümüz kadar kısa olmadığını ancak Şeyma ve yakın arkadaşı Esra'nın konuşmalarından öğreniyoruz.
Bu bilgiyi edindiğimiz noktaya kadar; okulda geçen bir tam ara bölüm ve bir başka ara bölümün başlangıç kısmı "Dayı" sız geçiyor. Kitabın o ana kadar anlattığı hiçbir şey ile direk bağlantı kuramıyorsunuz bu bölümlerde. Geçiş o derece kopuk ki, sadece bahsettiğimiz 15 sayfayı okuyan biri; kitabın ana temasının çok farklı olduğunu söyleyecektir size. Tamamen bağımsız ve salt okula (eğitim yönetimi ve öğretmen faktörü vb.) dair "pedagojik" kaygılar taşıyan bir bölüm okuyorsunuz arada. Karşımıza çıkarılan müdire hanım tiplemesi "mesaj kaygısı"nın uçlaşmış örneği. Rukiye isimli müdiremizin bir kural ihlali sonrası iki öğrenciye, okuldaki diğer öğrencilerin huzurunda verdiği ceza ne demek istediğimizi anlatacak size:
"Bu gördüğünüz arkadaşlar bir ay boyunca sizlerin kölesi olacak. Onlara ne isterseniz yaptırabilirsiniz." (sayfa 102)
Yazarımız; "pedagoji" özürlü, "kötü" eğitimci tiplemesi yaratabilmek adına abartabildiği kadar abartıyor. Çünkü o akış içinde başka çaresi yok. O tiplemeyi yaratmak, tipleme üzerinden "kendisi söz söylemeden" eleştiri yapmak zorunda. Ama abartı o derece fazla ki... Bir ilköğretim okulunda bulunan tüm öğrencilere, 1 ay boyunca kölelik yapma cezası! Üstelik bu kötü eğitimci "prototipi" efendi-köle diyalektiğine de sahip:
"...Efendiliği suistimal etmek yok! Köleler köleliğini bilecek...." (sayfa 102)
Bu prototipin inandırıcılığı, üretilen cezanın çocuklarda yaratacağı korkunç çağrışımlar-etkileşimler vb. bir yana; bu çok önemli "pedagojik" mesaj kitapta ne kadar yer kaplıyor dersiniz? "Hepimizin öyküsü: OKUL" başlığı ile aktarılan 6-7 sayfa kadar bir bölümde. Kitapta başka hiçbir konuya, bölüme vb. bağlanmayan bir ara anlatı bu. Ama neden orada, öyküye katkısı ne, bilen yok!
Aynı şekilde ve aynı bölümde Esra'nın erkek arkadaşı ile "öpüşmesi" olup bitmiş bir olay örgüsü içinde çıtlatılıp geçiliyor bize. Hatta öyle hızlı ve üstü kapalı oluyor ki bu; Esra'nın kızgın ve endişeli halinin sebebini anlayamıyoruz bile. O noktada Şeyma'nın açıklaması imdadımıza yetişiyor:
"Uzun ders molasında, arka bahçedeki, dalları yere kadar eğilen söğüt ağacının altında Esra'yı öpmüştü Cem ve şimdi arkadaşlarının yanında bir kahraman gibi kasılıyordu" (sayfa 98)
Şeyma'dan öğrenerek netleştirdiğimiz "öpüşme" olayı sırasında, Esra ve Cem ikilisinin müdür Rukiye'ye yakalandıklarını anlıyoruz. Bu yakalanma sonrası Esra'nın aile korkusu yaşarken, Cem'in gururla "kasıldığını" öğreniyoruz. İşte kötü eğitimci prototipinin çizildiği 6-7 sayfalık bölümde verilen ikinci "mesaj" bu. Yine kitabın başka hiçbir konusu ile direk bağdaşmayan (sadece Şeyma'nın başka bir ara bölümde, çocukluktan genç kızlığa geçiş üzerine düşünceleri sırasında bahsedip geçeceği bir örnek olması dışında) bir öykücük. Ne kurguya, ne zaman akışına, hiç bir şeye bağlayamıyorsunuz bunları...
Olay bütünlüğü ve zaman akışı kayboluyor. Ta ki; Şeyma ve Esra sohbetleriyle sizi tekrar ana konuya döndürünceye kadar. Ki; nasıl dönüş! Öpüşme olayı, prototip müdür, efendi-köle cezası vb. birden unutuluyor.
"Dostların zamansız kırgınlığı" ara başlığı ile verilen bölümde öncelikle Şeyma'nın dayısının gidişini haber alıyoruz. Oysa biz "Dayı"yı, daha geldiği gün, Şeyma ile sohbet vaziyetinde bırakmıştık!
Dayının gidişi ilan edildikten sonra, o ana dek Şeyma'nın dayısı ile herhangi bir karşılaşması, konuşması vb. olmayan Esra'nın şöyle mırıldandığını duyuyoruz:
"Senin dayın palavracının teki" (sayfa 105)
Okur Esra'nın, Şeyma'nın dayısına olan bu hasmane tutumunu anlayamıyor elbette. Bunun nedeni yok çünkü. Ya da varsa bile 105 sayfa boyunca bu bizden saklanıyor. Anlatılmıyor. Yani dayının gittiğini öğrendiğimiz gibi, birden bire Esra'nın dayı hakkındaki olumsuz görüşünü de öğreniyoruz. Niye diye düşünürken, yazar Şeyma ile Esra'yı "küstürerek" yanıt vermiş oluyor bize. Yani ara bölüm başlığı anlam kazanmış oluyor birden.
Kitap boyunca, nerdeyse Şeyma'nın dayısından çok bahsedilen bir erkek arkadaşı olan Esra ile Şeyma arasındaki dostluk ilişkisinin; "erkek arkadaş" temelinde bir sınavdan geçişini izliyoruz hızlıca. 7-8 sayfada özetlenen ve nihai "barış" ile çözümlenen bu sınav, bir başka "öğretici" mesajı yazarın bizlere.
Bu "kör, parmağım gözüne" mesajdan sonra sayfa 112'de dayımız (belki de kitap isminin hakkını ilk defa verecek şekilde) tekrar arzı endam ediyor. Hem de kalıcı olarak. Yanında bir köpekle gelen Şeyma'nın dayısının (bir öncekinde papağan, ondan öncekinde de maymun vardı yanında) denizciliği bırakmış olduğunu öğreniyoruz. Her şeyden çok önemsediği, babasıyla (Şeyma'nın dedesi) arasının bozulmasına neden olan denizcilik aşkını birden bire bu köpek için terk etmiştir dayı.
Yazara göre bu o kadar olası ve doğaldır ki; üzerinde yeterince durup açıklamak-olay kurgusu örmek ihtiyacı bile hissetmez. Kısa bir bildirim ve açıklama yeterlidir bir insanın bir anda tüm yaşamını değiştirmesi için. Üstelik Şeyma ve ailesi de, bu bildirim ve kısa açıklamayla yetinirler benden farklı olarak. Oysa ki; aynı Şeyma kitap başlangıcında başka başka detaylar üzerine uzun uzun düşünmekten, yaşının hayli üzerinde yorumlar yapmaktan çekinmez hiç!
Bölüm başlığı ne işe yarar?
"Bölüm başlığı ne işe yarar?" başlığını gördüğünüzde, yazımızın bu bölümünün "bölüm başlıkları ve ne işe yaradıkları üzerine" olduğunu hemen anladınız tabi. Evet genellikle böyledir bu durum. İstisnaları elbette olmakla birlikte (soyut ara başlıklar, deneme yazıları, metafor başlıklar vb. vb. gibi) genelde bir ara bölüm başlığı, o bölüme referans verir. Ama elimizdeki kitap bu konuda da bizi yanıltıyor.
"Editörlük faciası" dememizi anlamlı kılacak temel bir kaç hatadan biri bu. Sayfa 42 ve ara bölüm başlığı şöyle: "İki kardeşe bir oda dar"
Bu başlığı okuyan ve kahramanımız Şeyma'nın bir kardeşi olduğunu bilen okur; bu bölümde haklı olarak "paylaşılamayan bir oda" bekleyecek. İki kardeşin küçük bir odada didişmesi, alan ve hakimiyet kavgasına girişmesini belki... Ama ne yazık ki bu beklenti boşuna. 10-11 sayfalık ara bölümde neler neler oluyor ama başlıkta sözü edilen "oda" sıkıntısından eser yok. Hatta iki kardeşin ortak odasının bahsi bile geçmiyor.
Hikayeye hızlıca giren ve aynı hızla (yine bir zaman kopması sonrası gittiğini öğrendiğimiz) giden yavru köpeğin çiş eğitimi, Şeyma'nın babası hakkında yaratılmaya çalışılan olumsuz izlenim, anne için çizilen olumlu tipleme, anlayışlı ve yardımsever komşu teyze, komşu teyzenin aynı zamanda bizimkilerin en yakın arkadaşı konumundaki 3 çocuğu vb. vb. bu 10 sayfada anlatılıyor ama oda konusu hakkında bir kelime edilmiyor.
Ne var yani diyebilirsiniz. Hatalı konulmuş bir başlık! Öyle mi acaba?
Sayfa 112 de birden bire şu açıklamayı yapıyor Şeyma bize:
"Dayımın gidişinin hemen ardından, sessiz sedasız sandık odasına taşınmıştım. Bilgisayarı da almıştım yanıma. Kardeşimin onu kullanmak için benden izin almak zorunda olması, tuhaf bir keyif veriyordu bana. "
Okur için bu paragraf şaşırtıcı. Çünkü bu açıklamayı gerektirecek bir olay yok kitapta o ana dek. Olay örgüsü gereği zamanda yeni bir sıçrama (4 ay kadar) olmuş ve Şeyma birden bire "oda" değişimini anlatıyor. Bilgisayar kullanımında kardeşiyle yaşanan bir "hakimiyet" meselesine referans veriyor. Ama neden? Acaba az önce bahsettiğimiz "İki kardeşe bir oda dar" ara başlığı taşıyan bölümde anlatılması gereken bir ara bağlantı atlandı mı? Daha da kötüsü; başlık böyle olduğuna göre bu bağlantı aslında vardı ama "editörlük" çalışması sırasında atıldı ve fakat başlık böyle mi bırakıldı? Hiç öğrenemeyeceğiz büyük olasılıkla!
Benzeri bir bölüm başlığı-içerik farklılığı sorunu "Kahramanımız kendi öyküsüne dönüyor" başlığında da karşımıza çıkıyor. Bu başlıktan ve öykücüğün gelişinden (sevimli bir yavru köpek kitabımıza "Canlanan öykünün sevimli kahramanı" ara başlığı ile girmişti), yavru köpeğin bir "kurgu" içinde kitaptan çıkmasını bekliyorsunuz. Ama bu gerçekleşmiyor. Başlık, bölümü açıklamıyor. Başlığın bahsettiği, yavru köpeğin "kendi öyküsüne dönüş"ü ancak bir bölüm sonra bize sadece bildiriliyor. Olmuş bitmiş bir olay olarak öğreniyoruz bunu. Oysa bize pat diye, kısacık bildirilen bu olayın başlığı var! Hem de bir bölüm öncesinde... Acaba yazar mı unuttu, editör mü "düzeltti"?
Steril Prototip Kahraman
Yukarıda bahsettiğimiz olası "oda" sorunları bir yana, kitapta çizilen kardeşlik ilişkisi tipi (Şeyma ve kardeşi arasında) aslında gerçek olamayacak derecede düzenli-doğru-steril... Sercan (Şeyma'nın kardeşi) çok soru sormak dışında Şeyma'yı üzen bir kardeş değil. Şeyma'nın da kitapta Sercan'a dair en büyük serzenişi şu:
"Kardeşin varsa, bazı işlerini yarıda bırakmaya da hazır olmalısın anlamına gelir bu." (sayfa 26)
Bu anlayışlı ablanın kardeşine dönük endişeleri de derinlikli:
"Sercan okumayı sevmiyor. Okuma zahmetine gireceği yazılardan da hoşlanmıyor. Varsa yoksa bilgisayar oyunları ve televizyon." (sayfa 25)
Bu okuma sevgisi o derece derin ve pedagojik bir bilince denk düşüyor ki Şeyma'da; okuyucu hayran kalıyor.
"Kardeşimin kitaplardan korktuğunu düşünüyorum. (...) onun da kitapları sevmesini istiyorum. Paylaşacak daha çok konu bulabilirdik o zaman.
(...) O zamanlar okumamayı bir hastalıkmış gibi görüyordum ve onu tedavi edecek ilacın yine kitap olduğunu düşünüyordum. Ama yanılmışım." (sayfa 26)
Şeyma 13'ünde bir çocuk. Ama bu düşünce sistematiği ve ifade yeteneğine sahip. Ki; kitabın değişik bölümlerinde benzeri derinlikte, hatta daha karmaşık ifadeleri var Şeyma'nın. Mesela hemen kitabın başında yer alan "öykü" denemesinin son bölümü:
"Çocuklukla gençliğin arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştık. Ayna karşısında saatlerce saçlarını tarayan, kaşlarını aldırıp makyaj yapan kızlara dudak bükerek baksak da, onlara özenir, çocuk olmaktan hiç mi hiç geri kalmazdık.
Yoksa biz hep bir şeyleri mi özlüyoruz?" (sayfa 13)
Başka bir alıntı:
"Şeyma sen zaten bir öykünün içindesin, yaşadığın ve sevdiğin kişilerle paylaşmaktan mutluluk duyduğun bir öykünün" (sayfa 48)
Bu kitapta yazarın gerçeklik algısını, Şeyma tiplemesindeki inandırıcılığını bir düzleme oturtmakta zorluk çekiyorum. Sayın Fadime Uslu'nun şimdiki halinden (yetişkin halinden), çocukluğuna bir projeksiyon görüyorum burada. Sorun da burada başlıyor.
Neden Şeyma konuşuyor o halde kitapta? Şeyma konuşacaksa bu ifade tarzı ve algı derinliği ne derece gerçekçi? Eğer edebi kaygılarla bu ifade tarzı kullanılacaksa, neden "yazar" kendi sesiyle anlatmadı hikayesini bize?
Şeyma tiplemesindeki bu sterillik tüm ilişkilerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor:
* "Kendimi onun yerine koyuyorum: Ödevlerden sıkılmışım. Bilgisayar oyununun başından az önce kalkmışım. Ev de çok sıkıcı. İçeride ağır bir hava var. (...) Ben dokuz yaşında bir çocuğum. Ablam da beni yargılamaya hazır." (sayfa 26)
13 yaşında bir kız çocuğu olmasına rağmen, 9 yaşındaki kardeşine empati ile yaklaşıp derinlikli bir anlayış geliştirebilecek kadar düşünceli;
* "(...) Birden, gemiden daha uzun bir yılanbalığının yüzeyi yara yara, iskele tarafından hızla süzüldüğünü gördüm. (...) Meğer, bu yılanbalığı sahil koruma ekipleriyle anlaşmalı çalışıyormuş." (sayfa 94-95)
Dayısının tüm "palavra"larına içtenlikle inanacak kadar "saf";
* "Babamı yanımdayken özlüyorum, bu daha da can sıkıcı. Aramıza kocaman kalın bir duvar ören gazetesinin arkasında, bacaklarını sürekli sallayarak onun neyi özlediğini doğrusu çok merak ediyorum." (sayfa 21)
Babası ile ilişkisindeki "gerilimi" duru şekilde tanımlayacak ve hatta babasına dönük bir çözümlemenin ilk satırlarını üretecek derece güçlü bir "tahlil"ci;
* "Esra değişiyordu. Ben değişiyordum. İlgilerimiz, birbirimizden beklentilerimiz değişiyordu. Artık çocukluğun saf uçarılıkları geride kalıyordu, hissediyordum." (sayfa 108)
Ergenlik sorunlarını ve değişimlerini derinlemesine anlayacak ve yorumlayacak kadar "yetişkin"
* "(...) Bak Şeymocum, kızma darılma, yazdıkların öykü değil bence.(...) Boncuk'muş, gelmişmiş, yok yemek yemişmiş, geç bunları. Kimi ilgilendirir kayıp bir köpeğe ne yaptığınız. Madem öykü yazacaksın, ben sana anlatayım da, benim anlattıklarımı yaz." (sayfa 92)
Diyebilen dayısına darılmayacak, hatta bu söylediklerini haklı bulacak kadar olgun...
Öte yandan; kafede bir erkek çocuğuyla oturmaya bile tahammülü olmayan ergen bir genç kız (sayfa 61), dayısının çok basit bir kandırmacasına hemen inanıp kendini kaptıracak kadar çocuk (sayfa 78)...
Kısacası 13 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek sterillikte bir prototip! Nereye koyarsan uyum sağlıyor. Adeta ideal çocuk!
Çocuk kitaplarında "çocuk sesi" ile yazmak, çocuktan bakmak elbette güzel. Ama başarabildiğinizde!
Gerçekliğe uymayan, sizin "yetişkin" halinizden süzülüp gelen fikirlerinizi temsil eden "çocuk" kahramanlar belki kulağa hoş geliyor olabilir. Hatta okuyucunun rahatlıkla "özdeşleşebileceği" tiplemeler üretmiş olabilirsiniz. Ama "inandırıcılık" sorunu tüm gövdesiyle kitabınızdan size el sallar!
Başka Başka Kurgu Boşlukları - Zaman karmaşaları
Pek çok alıntı ile uzun anlatılara giriştim. Bunları çoğaltmak, hatta tüm kitabı cümle cümle alıntılayıp üzerine konuşmak mümkün. Ama uzatmayayım. Sadece bazı önemli bulduklarımı alt alta sıralayayım:
* Yavru köpeğin önemli bir figür olarak, aileyi bir tartışmanın içine itecek ve babayı "olumsuzlayacak" bir kahraman olarak hikayeye girişi; ardından birden bire anlamadığınız şekilde hikayeden çıkarılışı. Sözde amaç; baba ile Şeyma arasındaki gerilimi betimlemek ve buradan kitabın sonuna referans vermek. Ama kitabın toplam karmaşasında bir çocuğun bunu anlaması neredeyse imkansız...
* Sercan ile en yakın arkadaşının "kazı" hikayesi. Yazar bir kaç kez, kitabın değişik safhalarında bu gizemli kazı çabasından bahsediyor. Şeyma'yı ve onun sayesinde okuru meraklandırıyor. Ama ne oluyor tahmin edin. Hiç bir şey! Konu hiç bir yere bağlanmadan kalıyor. Sizde merakınızla kalıyorsunuz!
* Şeyma'nın kitabın başında tüm gün başka başka işlerle uğraşıp, bize başka başka düşünceler aktardıktan sonra (tam 64 sayfa); gece birden bire annesine "Dayım nasıl denizci oldu" sorusunu yöneltişi. (sayfa 64)
O ana kadar kitapta bu soru ile ilgili en ufak ima bile yokken, birden bu konunun "çok önemli" hale gelişi ilginç. Öyle ki; anne ilk defa Şeyma'nın yanında sigara içecek kadar düşüncelere dalar, gerilir. Şeyma 13 yaşına gelene dek bu tür "hassas" bir konuşma yapılmamıştır hiç! Dahası Şeyma bu konuda daha önce hiç soru sormadığı gibi, anne-babası da hiç bahsetmemişlerdir dayının denizci oluş hikayesinden vb. vb...
Şeyma durup dururken bu soruyu niye sordu? Gece uykusunu kaçıracak kadar niye önemsedi bu konuyu? Anne bu soruyu neden bir "derin düşünce ritüelinin" başlangıcına çevirdi? vb. vb... Sorular çoğaltılabilir. Ama yazarın yanıtı çok basit: Şeyma'nın dedesi oğlunun terzi olmasını istiyor. Ama oğlu, yani Şeyma'nın dayısı askerde gördüğü denize aşık olup, denizciliğe başlıyor. Babası ile arası bozuluyor. Yıllarca Şeyma'nın haberi olmayan, ondan saklanan gerilimli ve hüzünlü hikaye bu... Dahası uzun uzun dramatize edilen bu tablo, kitabın ilerleyen bölümlerinde Şeyma ve baba arasındaki ilişkiye de yansıtılıyor bir şekilde. Ey "mesaj kaygısı", nelere kadirsin!
* Esra erkek arkadaşı ile buluşmaya giderken Şeyma'yı da götürmek istiyor. Çünkü erkek arkadaşının yanında bir çocuk daha var. Şeyma gitmek istemiyor. Ama Esra ikna ediyor onu. Sayfa 57'de burada bitiyor bu detay. Bir sonraki sayfada bu konuyla ilgili tek satır yok. Zaman ve mekan değişiyor. Okuyucu affallıyor. Sayfa mı eksik diye tekrar tekrar kontrol ediyor. Hayır sayfa eksik değil. Konuya ancak 4 sayfa sonra, yine bir anı anlatısı şeklinde dönüyoruz!
....
Uzattım yine galiba. Burada keseyim en iyisi.
Öykücü kimliği anlattığı kısa kısa öykücüklerle, kurduğu duru ve anlaşılır cümlelerle kendini gösteren Fadime Uslu; bu alandaki başarısını bu öykücükleri birleştirip "bütün" oluşturmakta gösteremiyor. Kurgu boşlukları, bölümler arası geçiş sıkıntıları ve zaman sorunlarının yanı sıra; sayın Uslu'nun kitabını oluşturan "öykücükler" birbirini tamamlayan bir yapboza dönüşemiyor.
Kitapta işlenmeye çalışıldığını (bir yetişkin olarak) hissettiğim ana temalar dizgesi elbette var. Bunların başında Şeyma ve babası arasındaki "iletişimsizlik" geliyor. Edebiyatta "baba-kız sorunları" ekolüne referans verebilecek bir bakış oluşturma kaygısını, yetişkin okur ve metni satır satır inceleyen bir meraklı olarak ben hissedebiliyorum. Ama kitabın hitap ettiği okur tarafından (Günışığı Kitaplığı web sitesi bu kitabı "8-12 yaş" olarak sınıflandırmış) bu kaygının anlaşılamayacağından da eminim.
Bunun başlıca nedenlerinden biri; Şeyma'nın her yönüyle tanımlanmış-steril bir kimlikle kitaba damgasını vurmuş olmasının yanında, babasının aslında hakkında bir iki şey dışında hiçbir şey bilmediğimiz silik bir "tip" oluşudur. "Dayı"dan pek hoşlanmayan, çok gazete okuyan, hayvanlarla da arası iyi olmayan, sessiz ve çocuklarına vakit ayırmayan biri "baba". Bize anlatılan sadece bu. Dahası bu bile dağınık, bölük pörçük veriliyor bize.
Yine kitabın mesajları arasında sayabileceğim "kuşak çatışmasına hazırlıklı ol", "hayallerinin peşinden koş", "sevdiklerinle zaman geçir, paylaş ve onlara değer verdiğini göster", "kitap oku" ve benzeri gibi genel doğrular, öykücükler yoluyla yer yer abartıya kaçacak şekilde aşılanmaya çalışılıyor okura.
Sonuç olarak; kurgu, zaman örgüsü, anlatıcı dili/gerçekliği, abartılı mesaj verme kaygısı vb. pek çok faktör nedeniyle bu kitap beni hayal kırıklığına uğratmış durumda. Umarım yayıncı ve yazarın işbirliği bundan daha anlamlı üretimlerle devam eder.
Uğur Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder