22 Ekim 2012 Pazartesi

“Diline biber sürerim”den kırmızı biber perisi “Paprika”ya



Son birkaç yılda yayınlanan Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerine baktığımızda belli eğilimler dikkati çekiyor. Hâlâ, bugün durduğu ve gördüğü yerden kendi çocukluk anılarını yazan, çocuk ya da genç kahramanlarını dışardan, yetişkin bir gözle anlatan yazarlarımız sayıca üstünlüğü koruyor. Ancak  hikâyesini/romanını çocuğun gözünden kurgulamaya, olaylara onun bakışıyla ve sesiyle yaklaşmaya çalışan yazarların çoğaldığı da bir gerçek.

Gençlik dili ve jargonunun çağdaş çocuk edebiyatımızda giderek daha fazla yer bulması bunun en bariz ifadesi. Ne yazık ki üslup alanında yaşanan bu umut verici gelişme, henüz içerikte köklü bir değişimin yansıması değil.  Olmadığı gibi, eskimiş, teoride aşılmış gibi görünen yaklaşımları örten bir işlev dahi görebiliyor.  

Kitedit olarak aklımızı giderek daha fazla kurcalayan bu sorunu geçen gün yaşadığımız bir ‘okuma deneyimi’ üzerinden biraz açalım:

Bir kitapçıda son dönem çıkan çocuk ve gençlik kitaplarını tararken Handan Durgut’un Paprika adlı eseri rastlantı sonucu elimize geçti. Albenili kapağı, sevimli çizimleri daha ilk bakışta içimizi ısıttı. Can Çocuk gibi bilinen, tanınmış bir yayınevinden çıkması güven aşıladı. Baskısı özenliydi, satır araları ve punto çocuk okuru düşünülerek seçilmişti.  Henüz bir ay önce, yani Eylül 2012’de çıkmıştı. Arka kapağında yer alan 'Bu kitap Davranış Bilimleri Enstitüsü'nün Çocuk ve Genç Danışmanlık Merkezi tarafından çocuk ruh sağlığı ve gelişimi açısından uygun bulunmuştur' ibaresi karşısında irkilsek de (Can Çocuk'un çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığı adına hiçbir yere oturtamadığımız bu uygulaması başka bir eleştiri yazısının konusudur), kendimizi kitabı hemen açıp, hızla birkaç paragrafını okumaktan alıkoyamadık. Küçük kahramanın samimi iç sesinin peşinden giderken de üçüncü sayfaya çabucak ulaştık:

“Kalemtıraş tıkır tıkır sınıfın arkasına doğru gidiyordu, gol olmak üzereydi ki… Serdar eğilip eliyle yakalayıverdi. Al bir oyunbozan daha! / Bana değil de Hasan’a uzattı kalemtıraşı. Hain! Et kamyonu! Nar kafa, n’olacak! Elimdeki kalem torbasını Hasan’ın kafasına atmak isterdim.” (s.11)

Buraya gelmiştik ki satış görevlisinin bakışına yakalandık. Yok, bu böyle olmayacaktı. Her şeyiyle umut vaat eden bu kitabı sonuna kadar okumanın tek yolu onu satın almaktı. Öyle yaptık.

Eve gelmemizle koltuğa geçip okumaya başlamamız bir oldu. Sonuç  bir: Hayalkırıklığı. Sonuç iki: Kitedit’in yeni eleştiri yazısının konusu netleşti.

Evet, ne zamandır çağdaş çocuk edebiyatımızda örtülü ama bir o kadar da güçlü bir şekilde varlığını sürdüren bir yaklaşımı ele alacaktık: Çocuk edebiyatını eğitsel, pedagojik amaçlarla araçlaştırmak.

İşte,  bize önce, en olumlu anlamıyla çağdaş bir çocuk kitabıyla karşı karşıya olduğumuz düşündüren Paprika hiç beklenmedik şekilde konumuza denk düştü. İlk izlenim ile okunduktan sonra ortaya çıkan gerçek ne yazık ki birbirine zıttı.  Hem de iki açıdan. Öykü yalnızca edebiyatı eğitsel amaçlarla araçlaştırmakla kalmıyordu, pedagojik yaklaşımı da irite edici ölçüde çağdışıydı.

‘Kötü söz’ ya da yalan söyleyen çocuğun ‘diline biber sürerim’ yaklaşımıyla eğitildiği dönemler geride kaldı, zannederiz. Hâlâ bu ve benzeri yöntemlere başvuranlara da tepkiyle yaklaşırız  Neden mi? Çünkü dile sürülen acı biberin tek bir işlevi var. Can yakar. Can yaktığı için de korkutur. Çağdaş eğitim anlayışında ise istenmeyen davranışları can yakarak/korkutarak, yani kaba baskıcı yöntemlerle engellemenin yeri yoktur.

Peki, ya biber karşımıza Paprika adında, kırmızı kukuletalı, sevimli mi sevimli bir cin olarak çıktığında?

Aslına bakılırsa Paprika adlı kitapta olan tam da bu. Taylan adında epey haylaz bir çocuk var ve ne zaman ağzından ‘kötü’ sözler çıksa, ne zaman yalan söylese ya da istenmeyen davranışlarda bulunsa karşısına gözlerinin yaşarmasına, dilinin yanmasına yol açan bu yaratık çıkıyor:

“’Aptal şey n’olacak. Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri zekâlı ve ağlaksınız. Sümüklü salyangoz!’ diye bağırdım, bir de dilimi çıkardım. İşte tam da o anda nasıl bir acıyla dilimi geri soktum ağzıma. Cayır cayır bir tat hissettim ağzımda. Sonra “bir şey” gördüm… Kırmızıbiber gibi bir şey, yemin ederim.”  (s.18-19)

“’Cırcırımın sonundayım. Tuvalette de rahat yok, üff be!’/Kapı açılmadan önce, tam da madalyamı takmıştım ki kırmızı kaftanlıyı gördüm gene burnumun önünde. Ağzımda nasıl acı bir tat… Daha da acısı, annemin çığlığıydı!/Banyosu “savaş alanı”na dönmüştü.” (s.25)

“Peri, çağırdığımda gelmiyordu; ama en ummadığım zamanda karşıma çıkıveriyordu. Birkaç kez başıma geldi bu./Örneğin annemle semt pazarına gittiğimde bir kadın görmüştüm. O kadar şişmandı ki gözlerimi alamadım ondan. Annem satıcıyla pazarlık ediyordu, ‘Anne şu kadına baaak, amma da şişko ha!’ diye bağırdım, bir yandan da parmağımla işaret ediyordum.(...) İşte tam o anda ağzımda gene bir acılık hissettim ve dilimlenmiş turuncu kabakların arasında kırmızı kaftanlıyla göz göze geldim.” (s.28)

“Nerden aklıma geldi bilmiyorum,  ‘Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt’ deyince herkesi güldürdüm. Büyük çocuklar bile güldüler. Hoşuma gitti tabii… Biri de gülerek sırtıma vurdu. Vay anasını, amma da komik bir çocukmuşum… Kendimi tutamadım, ağzımdan kaçtı: ‘Burası amma da fena kokuyor,’ deyiverdim. Doğruyu söylemek gerekirse koku falan duymadım ama ağzım fena halde yanıyordu; gözümün önünde de kırmızı-yeşil belam uçuşup duruyordu.” (s.30)

Alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Paprika cininin işlevi, pek şirin görünümüne karşın, dile sürülen klasik acı biberden çok da farklı değil. Can yakıp, korkutarak istenmeyen davranışların bastırılmasına yarıyor. Zaten başta bu işe pek akıl erdiremeyen öykü kahramanı Taylan da sırrı kısa sürede çözüyor:

“Perimin ortaya çıkmamasını sağlayacağım. Galiba “haylaz”lık ettiğimde çıkıyor karşıma. Bunu kontrol etmem gerek. Demek ki bir süre uslu durmam gerek. Gizli saklı bir şey de yapmamalıyım çünkü kilitli kapı, açık hava ya da dört duvar arası, dolabın içi, karanlık falan ona vız geliyor.” (s. 33)

Yukardaki paragraftan Taylan’ın dersini aldığını görüyoruz. Öğrendiği şey cinsiyetçiliğin (Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri zekâlı ve ağlaksınız), başkalarını fiziksel özelliklerinden dolayı aşağılamanın (amma da şişko ha!) ya da etnik ayrımcılığın (Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt) yanlış, daha da önemlisi neden yanlış olduğu değil. Öğrendiği şey, “bir süre” uslu durması gerektiği. Ki bu “diline acı biber sürerim ha!” diye korkutulan çocukların çıkardıkları dersle örtüşüyor neredeyse. Neredeyse diyoruz, çünkü “acı biber” ile korkutulan çocuklar, onu ‘eğiten’ yetişkin (anne, baba ya da öğretmen) ortalıkta olmadığında pekâlâ yaramazlık yapabileceğini bilir. Halbuki Taylan daha mistik, neredeyse ‘tanrısal’ özellikler taşıyan (her şeyi gören, bilen, asla kaçılması mümkün olmayan) bir tehditle karşı karşıya.

Durum böyle olunca, öykü kahramanı Taylan’ın Paprika cininden kurtulmak istemesi son derece doğal. Ne var ki Taylan’ın bir de dedesi var. Herkes Taylan’ın paprika cini hakkında anlattıklarıyla dalga geçerken, o torununa inanıyor:

“Dedem görmeden inanmıştı; ama başka kimseyi inandıramadım. Ayrıca perimden korkuyordum!” (s.22)

Dede paprika cinine inanmakla da kalmıyor, onu olumluyor:

“Eve döner dönmez dedeme koşup, ‘Gördüm, gene gördüm onu dede! Vallahi de billahi de gördüm,’ diye heyecanla anlattım şişman kadını, annemin çimdik bakışını, ağzımdaki acı tadı… Dedem ne mi yaptı?/’Sahi, ‘Amma da şişko ha’ mı dedin? Bir de işaret mi ettin? Hangi parmağınla? Şununla mı? Senin peri nerdeydi peki? Ağzında ne zaman acılık hissetin?’/Dedem bir dedektif gibi soruyor, ben de cevap veriyordum. Sonunda dedem saçmaladı, dedi ki: ‘Bu iyi bir peri, yaz bunu bir kenara.’ (s.29)

Şimdi (başta bizim yaptığımız gibi), Taylan’ın öykünün ilerleyen bölümlerinde dedesinin periye neden ‘iyi’ gözle baktığını öğreneceğini, yani 'dedem saçmalıyor' görüşünü revize edeceğini bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Öykünün son paragrafına kadar buna açıklık getiren herhangi bir gelişme yaşanmıyor.

Yaşanan gelişme Taylan’ın ceza perisinden kurtulmak için ‘bir süreliğine’ uslu durmasıyla sınırlı. Taylan'ın tutumu kendi içinde ne kadar tutarlıysa, dedenin buna verdiği tepki de o ölçüde ilginç doğrusu:

“Perisizim, evet ve canım çok sıkılıyor. Uslu olmak çok sıkıcı. Dedem de hainlik edip duruyor: ‘Amma da korkakmışsın ha!’/Bazen de dalga geçiyor: ‘Var mı senin periden bir haber?’/Kimsenin duymayacağı zamanlarda da, ‘Peri kaçıran,’ diye fısıldıyor kulağıma… Ben bilirim ona yapacağımı!” (s.35-36)

Ama öykünün nasıl devam ettiğine bakalım. Dedesine hırslanan Taylan, sinsice plan yapıp dedesinin baktığı çiçekleri gizlice bol bol sulamaya başlıyor. Sonunda bitkiler ölüyor, anne buna çok üzülüyor ve dedeye kızıyor. Dede, işin içinde torunu olduğunu anlıyor, ne var ki herhangi bir açıklama yapmak yerine, küsüp evi terk ediyor.

Okur olarak bu noktaya geldiğimizde, kafamızda  edebiyatı pedagojik amaçlarla araçlaştıran bir kitapla karşı karşıya olduğumuz yargısı artık iyice netleşmiş durumda. Ama pedagojik yaklaşımın kendisine hâlâ şaşırmadan edemiyoruz. Taylan’ın dedesiyle empati kurmasını, onu karşı yanlış davrandığını bir biçimde anlamasını istiyoruz, nedense.  Kabul, Taylan gerçekten de üzülüyor. Ama dedesine değil.  Kendisine!

“Tamam, başardım da… Emeğimin karşılığında ne kazandım? Koca bir hiç! Daha doğrusu acı mı acı bir hiç! Üstelik dedemi kaybettim. / Dedem bana küstü. Bal gibi biliyordu “arasöz” bendim. Ben, peri kaçıran! Ama bu yaptığımla gene perili olmuştum. Evet, kaçırdığım peri geri geldi.”  (s.39)

Haksızlık yapmayalım. Taylan, dedesine haksızca davrandığı, onu kırdığı için belki bilinçli bir şekilde pişmanlık duymuyor, ama en azından huzursuz oluyor. Yalnızca dilini yakan Paprika cini değil, bilinçaltı da onu rahatsız ediyor:

“Gece, rüyamda korkunçlar girdi./Bir bataklığın ortasında yolumu kaybetmişim. Etrafta suyun, çamurun içinde ağaçlar var. Hepsi de dedeme benziyor, dedem gibi konuşuyor.” (s. 48)

Peki, Taylan kâbuslarını, dedesini üzmüş olmasına değil de, bir akşam önce çok fazla yemek yemesine bağlamasını neyle açıklayacağız? Bize mantıklı gelen tek açıklama yazarın dolaysız ders vermekten kaçınması.

Çelişki gibi mi görünüyor? Evet, koskoca bir çelişki. Gerçek şu ki, hikâye boyunca, Handan Durgut’un ders vermek değil, çocuk dünyasına çocuk gözüyle yaklaşmak niyetiyle hareket ettiği ve dolaysız ders vermekten özellikle kaçınmaya çalıştığı hissinden kurtulamadık. Bu niyet ve çaba kitabın diline, öykü kahramanının iç dünyasını sergileyen sahnelere az çok başarıyla yansımış. Ne var ki iş içeriğe gelince, yazar, belki biraz kaba ama buraya cuk oturduğu için yine de kullanmadan edemediğimiz bir deyimle çuvallamış.

Doğrusu, kitabın içeriğinden yansıyan tam bir bilinç karmaşası. Yazar bir yandan sosyal eleştirel mesaj kaygısı (cinsel, fiziksel, etnik ayrımcılığın hepsine değiniyor) güdüyor , öte yandan dolaysız ders vermekten kaçınıyor.  Gerçek bir hikaye kurgulamadığı için olacak birini diğeriyle bağdaştırayım derken de karşımıza  ‘diline biber sürerim!’ yaklaşımından özde hiç de farklı olmayan bir paprika cini ucubesiyle çıkıyor.

Koskoca kitapta “Ha, bir de Çingene masalı anlattı dedem. Düzelteyim, Roman masalı! Çingenelere Roman deniyormuş. Dinlerken her şeyi unuttum; geçti öfkem kızgınlığım. Dilimdeki acılık yok oldu. Ağzımda kiraz tadı, kulağımda neşeli bir müzik, burnumda çiçek kokusu bir Çingene gibi dans ederek düşerken yollara dalıverdim uykuya…” (s.32) paragrafı dışında, çocuk okuru dolaylı ya da dolaysız olarak, kitapta şu ya da bu düzeyde konu edilen farklı ayrımcılık çeşitleri üzerinde düşündüren başkaca bir satıra rastlayamıyoruz.  

Güçlü bir hikayesi, derin karakterleri, dil/anlatım yoluyla sahici bir atmosfer kurma becerisi olan yazarlar genellikle böyle satırlara gerek duymazlar. Hikayeleri mesajsız oldukları, ya da mesaj kaygısı taşımadıklarından değil. Mesaj hikayeye içkindir. Böyle olunca da hikayenin ders verdiğinden değil, hikayenin bütünlüğü içinde yerli yerine oturan/harekete geçen bir düşünce silsilesinden bahsedilebilir.

Ama konumuza dönelim. Paprika öyküsünün sonuna doğru Taylan’a üstü örtülü bir şeyler anlatmaya çalışan, o ana kadar tek derdi çocuğun ağzını yakmakmış gibi görünen paprika cininin kendisi oluyor:

“Paprika da bana, ‘İyi düşün,’ dedi, sahiden ben miyim dedeni kaçıran?’/’Ya kim? Senin yüzünden gitti işte. Sen yokken biz dedemle arkadaştık. Mektup da bir işe yaramadı, üfff!’/Öyle kuvvetli bir soluk verdim ki sıkıntıyla Paprika sanki anlamış gibi bilmiş bilmiş yumurtladı:  ‘Gelecek ve o geldiğinde ben gitmiş olacağım.’/Hah, ben de inandım!” (s.71)

Doğrusu, öykü boyunca Taylan, ona davranışlarını sorgulatan gelişmelerle ya da üzdüğü, kırdığı, kötü davrandığı karakterlerle empati kurmasına olanak sağlayan olaylarla karşılaşmadığı için periye inanmaması hiç şaşırtıcı değil. Aynı şekilde çocuk okurun da perinin ne demek istediğini anlamasını bekleyemeyiz.

Zaten yazar da vermek istediği tüm o sosyal eleştirel mesajların, onları bir yere bağlamazsa boşa gideceğinden endişelenmiş olacak ki, kitabın sonunda asıl bombayı patlatıyor:

“Onun dışında, Paprika’nın dediği oldu. Dedem geldi ve Paprika gitti. Onu özlüyor muyum diye sorarsanız, hayır derim.  Çünkü görmesem de hissediyorum onu, bazen taaa içimde, karnımda, biraz yukarıda kalbimin oralarda… Bazen de burnumun içinde bir sızıyla ve gözyaşımda hissediyorum onu ve sanırım hep hissedeceğim de./Nasıl mı?/Dedem anlattı: ‘Vicdandır o,’ dedi, ‘senin vicdanındır. Perili değil ama vicdanlı bir çocuksun sen. Ve bana inan, bu iyi bir şeydir.’ /Dedeme inanıyorum. (s.74, kitabın son satırları)

Dikkatinizi çekiyoruz. Yazar bilinç değil vicdan diyor. Yani, kahraman (ve çocuk okur) bu hikayeden herhangi bir gerçeği , doğruyu, değeri deneyimleyerek, sorgulayarak, bilgi yoluyla öğrenmiyor.  Ona açıklamalarda bulunarak  yol da gösterilmiyor. Hande Durgut ‘didaktik’ çocuk kitaplarının bu en çok eleştirilen yanlarından kaçınmaya çalışırken, öyle bir açmaza düşüyor ki, çok daha vahim bir noktaya savruluyor. Önce çocuk okura, yanlış/yaramazlık yaparsan acı biberi yersin mesajı veriyor. Ardından ise tam anlamıyla ahlakçı bir yaklaşımla, ‘dışsal’ acı biber tehditi/baskısı ve korkusuna ‘vicdan’ adı vererek, onu çocuğun ta içine yerleştiriyor. Eh, vicdan öğrenilen bir değer değil sonuçta. Bilinçten farklı olarak insan ona ya sahiptir ya da değildir. Ona ya inanır ya da inanmaz. Taylan da, bu kez ‘dedem saçmalıyor’ yerine, ‘dedeme inanıyorum’ diyor. Vicdanlı bir çocuktan da bu beklenir!

Din propagandası yapan ve/veya gerici bir yazarla karşı karşıya olsaydık bu sona fazla şaşırmazdık. Ama söz konusu çağdaş, son derece iyi niyetlerle hareket ettiğinden emin olduğumuz bir yazar. Peki, bu durumda, üzülmekten başka ne yapacağız? Yazarın ağzına acı biber sürecek halimiz yok. Elbette, bilinç diyeceğiz, bu noktaya vurgu yapacağız. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının köklü değişimler, gelişmeler kaydetmesinin yolu gerçekten de ortalıkta uçuşan bir dizi kavramı yerli yerine oturtan derinlikli, tutarlı ve sağlam bir demokratik bilincin oluşmasından geçiyor. Gelinen yerde Türkiye çocuk edebiyatının tarihini bilmek, eski ustaları okumuş olmak, çağdaş yerli ve yabancı yazarları takip etmek de yetmiyor. Çocuk ve gençlik edebiyatıyla ve onu dolaylı dolaysız etkileyen başlıca alanlarla ilgili araştırmaların, çalışmaların, gelişmelerin dikkatle izlenmesi, çocuk edebiyatıyla ilgili herkesin kolayca kullandığı bazı kavramların tartışılarak içinin doldurulması, üretilen eserlere eleştirel gözle yaklaşılması, moda akımlara kapılmadan demokratik değerlerin özümsenmesi ve çocuk edebiyatına emek veren insanların düşünsel paylaşımlarının artması/artırılması en az bunun kadar önem taşıyor.  

Not: Yazıdaki vurgular bize ait. 

1 yorum:

  1. ercüment sabri22 Ekim 2012 18:36

    'Size ait vurgular' dilime sürülen biber'in acısını azalttı:)

    YanıtlaSil