Son birkaç
yılda yayınlanan Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerine baktığımızda belli
eğilimler dikkati çekiyor. Hâlâ,
bugün durduğu ve gördüğü yerden kendi çocukluk anılarını yazan, çocuk ya da genç kahramanlarını dışardan,
yetişkin bir gözle anlatan yazarlarımız sayıca üstünlüğü koruyor. Ancak
hikâyesini/romanını çocuğun gözünden kurgulamaya, olaylara onun
bakışıyla ve sesiyle yaklaşmaya çalışan
yazarların çoğaldığı da bir gerçek.
Gençlik dili
ve jargonunun çağdaş çocuk edebiyatımızda giderek daha fazla yer bulması bunun
en bariz ifadesi. Ne yazık ki üslup alanında yaşanan bu umut verici gelişme, henüz
içerikte köklü bir değişimin yansıması değil.
Olmadığı gibi, eskimiş, teoride aşılmış gibi görünen yaklaşımları örten
bir işlev dahi görebiliyor.
Kitedit olarak aklımızı giderek daha fazla
kurcalayan bu sorunu geçen gün yaşadığımız bir ‘okuma deneyimi’ üzerinden biraz
açalım:
Bir
kitapçıda son dönem çıkan çocuk ve gençlik kitaplarını tararken Handan Durgut’un
Paprika adlı eseri rastlantı sonucu elimize geçti. Albenili kapağı,
sevimli çizimleri daha ilk bakışta içimizi ısıttı. Can Çocuk gibi bilinen,
tanınmış bir yayınevinden çıkması güven aşıladı. Baskısı özenliydi, satır araları
ve punto çocuk okuru düşünülerek seçilmişti. Henüz bir ay önce, yani Eylül 2012’de çıkmıştı. Arka kapağında yer alan 'Bu kitap Davranış Bilimleri Enstitüsü'nün Çocuk ve Genç Danışmanlık Merkezi tarafından çocuk ruh sağlığı ve gelişimi açısından uygun bulunmuştur' ibaresi karşısında irkilsek de (Can Çocuk'un çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığı adına hiçbir yere oturtamadığımız bu uygulaması başka bir eleştiri yazısının konusudur), kendimizi kitabı hemen açıp, hızla birkaç paragrafını okumaktan alıkoyamadık. Küçük kahramanın
samimi iç sesinin peşinden giderken de üçüncü sayfaya çabucak ulaştık:
“Kalemtıraş
tıkır tıkır sınıfın arkasına doğru gidiyordu, gol olmak üzereydi ki… Serdar
eğilip eliyle yakalayıverdi. Al bir oyunbozan daha! / Bana değil de Hasan’a
uzattı kalemtıraşı. Hain! Et kamyonu! Nar kafa, n’olacak! Elimdeki kalem
torbasını Hasan’ın kafasına atmak isterdim.” (s.11)
Buraya
gelmiştik ki satış görevlisinin bakışına yakalandık. Yok, bu böyle olmayacaktı.
Her şeyiyle umut vaat eden bu kitabı sonuna kadar okumanın tek yolu onu satın
almaktı. Öyle yaptık.
Eve
gelmemizle koltuğa geçip okumaya başlamamız bir oldu. Sonuç bir: Hayalkırıklığı. Sonuç iki: Kitedit’in yeni eleştiri yazısının
konusu netleşti.
Evet, ne
zamandır çağdaş çocuk edebiyatımızda örtülü ama bir o kadar da güçlü bir
şekilde varlığını sürdüren bir yaklaşımı ele alacaktık: Çocuk edebiyatını
eğitsel, pedagojik amaçlarla araçlaştırmak.
İşte, bize
önce, en olumlu anlamıyla çağdaş bir çocuk kitabıyla karşı karşıya olduğumuz düşündüren
Paprika hiç beklenmedik şekilde konumuza denk düştü. İlk izlenim ile
okunduktan sonra ortaya çıkan gerçek ne yazık ki birbirine zıttı. Hem de iki açıdan. Öykü yalnızca edebiyatı
eğitsel amaçlarla araçlaştırmakla kalmıyordu, pedagojik yaklaşımı da irite
edici ölçüde çağdışıydı.
‘Kötü söz’
ya da yalan söyleyen çocuğun ‘diline biber sürerim’ yaklaşımıyla eğitildiği
dönemler geride kaldı, zannederiz. Hâlâ bu ve benzeri yöntemlere
başvuranlara da tepkiyle yaklaşırız Neden
mi? Çünkü dile sürülen acı biberin tek bir işlevi var. Can yakar. Can yaktığı
için de korkutur. Çağdaş eğitim anlayışında ise istenmeyen davranışları can
yakarak/korkutarak, yani kaba baskıcı yöntemlerle engellemenin yeri yoktur.
Peki, ya
biber karşımıza Paprika adında, kırmızı kukuletalı, sevimli mi sevimli bir cin
olarak çıktığında?
Aslına
bakılırsa Paprika adlı kitapta olan
tam da bu. Taylan adında epey haylaz bir çocuk var ve ne zaman ağzından ‘kötü’
sözler çıksa, ne zaman yalan söylese ya da istenmeyen davranışlarda bulunsa
karşısına gözlerinin yaşarmasına, dilinin yanmasına yol açan bu yaratık
çıkıyor:
“’Aptal şey
n’olacak. Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri zekâlı ve ağlaksınız. Sümüklü salyangoz!’ diye bağırdım, bir de dilimi çıkardım. İşte tam da
o anda nasıl bir acıyla dilimi geri soktum ağzıma. Cayır cayır bir tat
hissettim ağzımda. Sonra “bir şey” gördüm… Kırmızıbiber gibi bir şey, yemin
ederim.” (s.18-19)
“’Cırcırımın
sonundayım. Tuvalette de rahat yok, üff be!’/Kapı açılmadan önce, tam da
madalyamı takmıştım ki kırmızı kaftanlıyı gördüm gene burnumun önünde. Ağzımda
nasıl acı bir tat… Daha da acısı, annemin çığlığıydı!/Banyosu “savaş alanı”na dönmüştü.” (s.25)
“Peri,
çağırdığımda gelmiyordu; ama en ummadığım zamanda karşıma çıkıveriyordu. Birkaç
kez başıma geldi bu./Örneğin annemle semt pazarına gittiğimde bir kadın
görmüştüm. O kadar şişmandı ki gözlerimi alamadım ondan. Annem satıcıyla
pazarlık ediyordu, ‘Anne şu kadına baaak, amma
da şişko ha!’ diye bağırdım, bir yandan da parmağımla işaret ediyordum.(...) İşte tam o anda ağzımda gene bir acılık hissettim ve dilimlenmiş turuncu kabakların arasında kırmızı kaftanlıyla göz göze geldim.”
(s.28)
“Nerden
aklıma geldi bilmiyorum, ‘Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt’
deyince herkesi güldürdüm. Büyük çocuklar bile güldüler. Hoşuma gitti tabii…
Biri de gülerek sırtıma vurdu. Vay anasını, amma da komik bir çocukmuşum…
Kendimi tutamadım, ağzımdan kaçtı: ‘Burası amma da fena kokuyor,’ deyiverdim.
Doğruyu söylemek gerekirse koku falan duymadım ama ağzım fena halde yanıyordu;
gözümün önünde de kırmızı-yeşil belam uçuşup duruyordu.” (s.30)
Alıntılardan
da anlaşılabileceği gibi Paprika cininin işlevi, pek şirin görünümüne karşın, dile
sürülen klasik acı biberden çok da farklı değil. Can yakıp, korkutarak
istenmeyen davranışların bastırılmasına yarıyor. Zaten başta bu işe pek akıl
erdiremeyen öykü kahramanı Taylan da sırrı kısa sürede çözüyor:
“Perimin
ortaya çıkmamasını sağlayacağım. Galiba “haylaz”lık ettiğimde çıkıyor karşıma.
Bunu kontrol etmem gerek. Demek ki bir
süre uslu durmam gerek. Gizli saklı
bir şey de yapmamalıyım çünkü kilitli kapı, açık hava ya da dört duvar
arası, dolabın içi, karanlık falan ona vız geliyor.” (s. 33)
Yukardaki
paragraftan Taylan’ın dersini aldığını görüyoruz. Öğrendiği şey cinsiyetçiliğin
(Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri
zekâlı ve ağlaksınız), başkalarını
fiziksel özelliklerinden dolayı aşağılamanın (amma da şişko ha!) ya da etnik ayrımcılığın (Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt) yanlış, daha da önemlisi neden
yanlış olduğu değil. Öğrendiği şey, “bir
süre” uslu durması gerektiği. Ki bu “diline acı biber sürerim ha!” diye
korkutulan çocukların çıkardıkları dersle örtüşüyor neredeyse. Neredeyse
diyoruz, çünkü “acı biber” ile korkutulan çocuklar, onu ‘eğiten’ yetişkin
(anne, baba ya da öğretmen) ortalıkta olmadığında pekâlâ yaramazlık yapabileceğini bilir. Halbuki Taylan daha mistik,
neredeyse ‘tanrısal’ özellikler taşıyan (her şeyi gören, bilen, asla kaçılması
mümkün olmayan) bir tehditle karşı karşıya.
Durum böyle
olunca, öykü kahramanı Taylan’ın Paprika cininden kurtulmak istemesi son derece
doğal. Ne var ki Taylan’ın bir de dedesi var. Herkes Taylan’ın paprika cini
hakkında anlattıklarıyla dalga geçerken, o torununa inanıyor:
“Dedem
görmeden inanmıştı; ama başka kimseyi inandıramadım. Ayrıca perimden
korkuyordum!” (s.22)
Dede paprika
cinine inanmakla da kalmıyor, onu olumluyor:
“Eve döner
dönmez dedeme koşup, ‘Gördüm, gene gördüm onu dede! Vallahi de billahi de
gördüm,’ diye heyecanla anlattım şişman kadını, annemin çimdik bakışını,
ağzımdaki acı tadı… Dedem ne mi yaptı?/’Sahi, ‘Amma da şişko ha’ mı dedin? Bir
de işaret mi ettin? Hangi parmağınla? Şununla mı? Senin peri nerdeydi peki?
Ağzında ne zaman acılık hissetin?’/Dedem bir dedektif gibi soruyor, ben de
cevap veriyordum. Sonunda dedem
saçmaladı, dedi ki: ‘Bu iyi bir peri, yaz bunu bir kenara.’ (s.29)
Şimdi (başta
bizim yaptığımız gibi), Taylan’ın öykünün ilerleyen bölümlerinde dedesinin periye
neden ‘iyi’ gözle baktığını öğreneceğini, yani 'dedem saçmalıyor' görüşünü revize edeceğini bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Öykünün son
paragrafına kadar buna açıklık getiren herhangi bir gelişme yaşanmıyor.
Yaşanan
gelişme Taylan’ın ceza perisinden kurtulmak için ‘bir süreliğine’ uslu
durmasıyla sınırlı. Taylan'ın tutumu kendi içinde ne kadar tutarlıysa, dedenin buna verdiği tepki de o ölçüde ilginç doğrusu:
“Perisizim,
evet ve canım çok sıkılıyor. Uslu olmak çok sıkıcı. Dedem de hainlik edip
duruyor: ‘Amma da korkakmışsın ha!’/Bazen de dalga geçiyor: ‘Var mı senin
periden bir haber?’/Kimsenin duymayacağı zamanlarda da, ‘Peri kaçıran,’ diye
fısıldıyor kulağıma… Ben bilirim ona yapacağımı!” (s.35-36)
Ama öykünün
nasıl devam ettiğine bakalım. Dedesine hırslanan Taylan, sinsice plan yapıp
dedesinin baktığı çiçekleri gizlice bol bol sulamaya başlıyor. Sonunda bitkiler
ölüyor, anne buna çok üzülüyor ve dedeye kızıyor. Dede, işin içinde torunu
olduğunu anlıyor, ne var ki herhangi bir açıklama yapmak yerine, küsüp evi terk
ediyor.
Okur olarak
bu noktaya geldiğimizde, kafamızda edebiyatı pedagojik amaçlarla
araçlaştıran bir kitapla karşı karşıya olduğumuz yargısı artık iyice netleşmiş durumda. Ama
pedagojik yaklaşımın kendisine hâlâ şaşırmadan edemiyoruz. Taylan’ın
dedesiyle empati kurmasını, onu karşı yanlış davrandığını bir biçimde anlamasını
istiyoruz, nedense. Kabul, Taylan
gerçekten de üzülüyor. Ama dedesine değil. Kendisine!
“Tamam,
başardım da… Emeğimin karşılığında ne
kazandım? Koca bir hiç! Daha doğrusu acı mı acı bir hiç! Üstelik dedemi
kaybettim. / Dedem bana küstü. Bal gibi biliyordu “arasöz” bendim. Ben, peri
kaçıran! Ama bu yaptığımla gene perili olmuştum. Evet, kaçırdığım peri geri
geldi.” (s.39)
Haksızlık
yapmayalım. Taylan, dedesine haksızca davrandığı, onu kırdığı için belki bilinçli bir şekilde pişmanlık duymuyor, ama en azından huzursuz oluyor. Yalnızca dilini yakan Paprika cini
değil, bilinçaltı da onu rahatsız ediyor:
“Gece,
rüyamda korkunçlar girdi./Bir bataklığın ortasında yolumu kaybetmişim. Etrafta
suyun, çamurun içinde ağaçlar var. Hepsi de dedeme benziyor, dedem gibi
konuşuyor.” (s. 48)
Peki, Taylan
kâbuslarını, dedesini üzmüş olmasına değil de, bir akşam önce
çok fazla yemek yemesine bağlamasını neyle açıklayacağız? Bize mantıklı gelen
tek açıklama yazarın dolaysız ders vermekten kaçınması.
Çelişki gibi
mi görünüyor? Evet, koskoca bir çelişki. Gerçek şu ki, hikâye boyunca, Handan Durgut’un ders vermek değil, çocuk
dünyasına çocuk gözüyle yaklaşmak niyetiyle
hareket ettiği ve dolaysız ders vermekten özellikle kaçınmaya çalıştığı hissinden kurtulamadık. Bu
niyet ve çaba kitabın diline, öykü kahramanının iç dünyasını sergileyen
sahnelere az çok başarıyla yansımış. Ne var ki iş içeriğe gelince, yazar, belki
biraz kaba ama buraya cuk oturduğu için yine de kullanmadan edemediğimiz bir
deyimle çuvallamış.
Doğrusu,
kitabın içeriğinden yansıyan tam bir bilinç karmaşası. Yazar bir yandan sosyal
eleştirel mesaj kaygısı (cinsel, fiziksel, etnik ayrımcılığın hepsine
değiniyor) güdüyor , öte yandan dolaysız ders vermekten kaçınıyor. Gerçek bir hikaye kurgulamadığı için olacak birini
diğeriyle bağdaştırayım derken de karşımıza ‘diline biber sürerim!’ yaklaşımından özde hiç
de farklı olmayan bir paprika cini ucubesiyle çıkıyor.
Koskoca
kitapta “Ha, bir de Çingene masalı anlattı dedem. Düzelteyim, Roman masalı!
Çingenelere Roman deniyormuş. Dinlerken her şeyi unuttum; geçti öfkem
kızgınlığım. Dilimdeki acılık yok oldu. Ağzımda kiraz tadı, kulağımda neşeli
bir müzik, burnumda çiçek kokusu bir Çingene gibi dans ederek düşerken yollara
dalıverdim uykuya…” (s.32) paragrafı dışında, çocuk okuru dolaylı ya da
dolaysız olarak, kitapta şu ya da bu düzeyde konu edilen farklı ayrımcılık
çeşitleri üzerinde düşündüren başkaca bir satıra rastlayamıyoruz.
Güçlü bir
hikayesi, derin karakterleri, dil/anlatım yoluyla sahici bir atmosfer kurma
becerisi olan yazarlar genellikle böyle satırlara gerek duymazlar. Hikayeleri
mesajsız oldukları, ya da mesaj kaygısı taşımadıklarından değil. Mesaj hikayeye
içkindir. Böyle olunca da hikayenin ders verdiğinden değil, hikayenin bütünlüğü içinde
yerli yerine oturan/harekete geçen bir düşünce silsilesinden bahsedilebilir.
Ama konumuza
dönelim. Paprika öyküsünün sonuna doğru Taylan’a üstü örtülü bir şeyler
anlatmaya çalışan, o ana kadar tek derdi çocuğun ağzını yakmakmış gibi görünen paprika
cininin kendisi oluyor:
“Paprika da
bana, ‘İyi düşün,’ dedi, sahiden ben miyim dedeni kaçıran?’/’Ya kim? Senin
yüzünden gitti işte. Sen yokken biz dedemle arkadaştık. Mektup da bir işe
yaramadı, üfff!’/Öyle kuvvetli bir soluk verdim ki sıkıntıyla Paprika sanki
anlamış gibi bilmiş bilmiş yumurtladı: ‘Gelecek
ve o geldiğinde ben gitmiş olacağım.’/Hah,
ben de inandım!” (s.71)
Doğrusu, öykü
boyunca Taylan, ona davranışlarını sorgulatan gelişmelerle ya da üzdüğü,
kırdığı, kötü davrandığı karakterlerle empati kurmasına olanak sağlayan
olaylarla karşılaşmadığı için periye inanmaması hiç şaşırtıcı değil. Aynı
şekilde çocuk okurun da perinin ne demek istediğini anlamasını bekleyemeyiz.
Zaten yazar
da vermek istediği tüm o sosyal eleştirel mesajların, onları bir yere
bağlamazsa boşa gideceğinden endişelenmiş olacak ki, kitabın sonunda asıl
bombayı patlatıyor:
“Onun
dışında, Paprika’nın dediği oldu. Dedem geldi ve Paprika gitti. Onu özlüyor
muyum diye sorarsanız, hayır derim.
Çünkü görmesem de hissediyorum onu, bazen taaa içimde, karnımda, biraz
yukarıda kalbimin oralarda… Bazen de burnumun içinde bir sızıyla ve gözyaşımda
hissediyorum onu ve sanırım hep hissedeceğim de./Nasıl mı?/Dedem anlattı: ‘Vicdandır o,’ dedi, ‘senin vicdanındır.
Perili değil ama vicdanlı bir çocuksun sen. Ve bana inan, bu iyi bir şeydir.’ /Dedeme inanıyorum. (s.74, kitabın son
satırları)
Dikkatinizi
çekiyoruz. Yazar bilinç değil vicdan diyor. Yani, kahraman (ve çocuk okur) bu
hikayeden herhangi bir gerçeği , doğruyu, değeri deneyimleyerek, sorgulayarak,
bilgi yoluyla öğrenmiyor. Ona
açıklamalarda bulunarak yol da
gösterilmiyor. Hande Durgut ‘didaktik’ çocuk kitaplarının bu en çok eleştirilen
yanlarından kaçınmaya çalışırken, öyle bir açmaza düşüyor ki, çok daha vahim
bir noktaya savruluyor. Önce çocuk okura, yanlış/yaramazlık yaparsan acı biberi
yersin mesajı veriyor. Ardından ise tam anlamıyla ahlakçı bir yaklaşımla, ‘dışsal’
acı biber tehditi/baskısı ve korkusuna ‘vicdan’ adı vererek, onu çocuğun ta
içine yerleştiriyor. Eh, vicdan
öğrenilen bir değer değil sonuçta. Bilinçten farklı olarak insan ona ya sahiptir
ya da değildir. Ona ya inanır ya da inanmaz. Taylan da, bu kez ‘dedem
saçmalıyor’ yerine, ‘dedeme inanıyorum’ diyor. Vicdanlı bir çocuktan da bu
beklenir!
Din propagandası yapan ve/veya gerici bir yazarla karşı karşıya olsaydık bu sona fazla şaşırmazdık. Ama söz konusu
çağdaş, son derece iyi niyetlerle hareket ettiğinden emin olduğumuz bir yazar.
Peki, bu durumda, üzülmekten başka ne yapacağız? Yazarın ağzına acı biber
sürecek halimiz yok. Elbette, bilinç
diyeceğiz, bu noktaya vurgu yapacağız. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik
edebiyatının köklü değişimler, gelişmeler kaydetmesinin yolu gerçekten de ortalıkta uçuşan bir dizi kavramı yerli yerine oturtan derinlikli, tutarlı ve sağlam bir demokratik bilincin oluşmasından geçiyor. Gelinen yerde Türkiye çocuk edebiyatının tarihini bilmek, eski
ustaları okumuş olmak, çağdaş yerli ve yabancı yazarları takip etmek de yetmiyor.
Çocuk ve gençlik edebiyatıyla ve onu dolaylı dolaysız etkileyen başlıca alanlarla
ilgili araştırmaların, çalışmaların, gelişmelerin dikkatle izlenmesi, çocuk edebiyatıyla ilgili herkesin kolayca kullandığı bazı kavramların tartışılarak içinin doldurulması, üretilen eserlere eleştirel
gözle yaklaşılması, moda akımlara kapılmadan demokratik değerlerin özümsenmesi
ve çocuk edebiyatına emek veren insanların düşünsel paylaşımlarının artması/artırılması
en az bunun kadar önem taşıyor.
Not: Yazıdaki vurgular bize ait.
'Size ait vurgular' dilime sürülen biber'in acısını azalttı:)
YanıtlaSil