4 Mayıs 2013 Cumartesi

GEVREKÇİİİ ya da “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı”


 “…Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…/Bir de camların buğusuna yazı yazma imkânı…”(Yılmaz Erdoğan) 
Hacer Kılcıoğlu’nun son kitabı Gevrekçiii’yi (Günışığı Kitaplığı, Ocak 2013) okurken aklımız bu dizilere gitti. Bunda Gevrekçiii’nin işlediği temaların payı büyük, kuşkusuz. Yoksul, tokyo terlik ve simit tablasıyla dolaşan bir çocuk. Bir yandan okuyor, bir yandan çalışıyor. Babası eski kot taşlama fabrikası işçisi ve silikoziz adlı ağır meslek hastalığı yüzünden yatağa düşmüş durumda. İki katlı sıvasız, bahçeli bir binada (yani gecekonduda) oturuyorlar.
Aslında benzerlik bununla, yani konunun başlı başına “acıklı” olmasıyla sınırlı. Belki de Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarıyla bundan öte bir benzerlik kurmak da gereksiz. Çünkü aklımıza gelen doğrudan onlar değil. Aklımıza gelen Yılmaz Erdoğan’ın “… Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…” dizeleri. Demek arada bir bağ var ama bu bağ daha dolaylı.
Şöyle ki, Kemalettin Tuğcu’nun eserlerinde bir kuşak kendini bulabiliyor. O kitaplar köyden kente göçün yoğun olarak yaşandığı, toplumda köklü değişikliklerin meydana geldiği bir döneme ayna tutuyor. Realist ya da toplumcu bir ayna değil bu. Yer yer kaderci, yer yer ahlakçı, yer yer milliyetçi öğeler barındıran, ama bir o kadar da samimi duyguları yansıtan bir ayna. 70’lerde genç olanların o zamanki duygusal dünyalarından mutlaka yansımalar bulacakları bir ayna.
Evet, belki çok bilinçli değil ama içimizden bunları düşündük Hacer Kılcıoğlu’nun Gevrekçiii’sini okurken. Ve kendimizi şanslı saydık. Yılmaz Erdoğan’la aynı kuşaktan çocuklar olarak “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…” diyebildiğimiz için.
Oysa tersi olması gerekirdi. Keşke, Gevrekçiii ‘yi okuduğumuzda, bizim kuşağımız Kemalettin Tuğcu’yla büyürken, şimdiki çocuklar ne şanslı diyebilseydik.
Ama uzatmayalım ve kitabımızın konusuna geri dönelim:
5'inci sınıfa giden Mahmut yağmurlu bir günde simit satmaktan dönerken Frank adında, belli bir süredir iş nedeniyle Türkiye’de bulunan Fransız bir belgeselciyle karşılaşıyor. Yağmurun dinmesini bekleyen çocukla adam önce bakışıyor sonra da sohbet etmeye başlıyor. Öylece başlayan “yağmur arkadaşlığı” Mahmut’un acıkan Frank’ı mahallenin pidecisine götürmesi, oradan kaçarcasına uzaklaşması, peşinden koşan Frank tarafından geri getirilmesi, ortak yenen pideler ve içilen gazozlarla pekişir. Sonucunda, Türkiye’de Çocuk Olmak adlı bir belgesel çeken Frank Mahmut’a filmde yer almayı teklif eder. Mahmut buna çok sevinir. Frank aileden izin almak için Mahmut’un evine misafir olur. Burada hasta yatağındaki baba ve gecekondu gerçekliğiyle karşılaşır. Yardımcı olmak, daha doğrusu doktor bir arkadaşına danışmak için babanın hastalık dosyasını alır.
Ailenin Mahmut’un belgeselde yer almasına izin vermesiyle çocuk için heyecanlı günler başlar. Mahallenin diğer çocuklarını da belgesel çekimleri için organize eden Mahmut, fiilen Frank’ın asistanlığını üstlenir. Simit satması gereken saatlerini bu işe ayırdığı için Frank Mahmut’tan düzenli olarak tablasında kalan simitleri satın alır. Ecnebi bir adam tarafından önemsenmek Mahmut’a kendini önemli hissettirir. Mahmut Frank ne zaman başka çocuklara biraz fazla ilgi gösterse için için kıskanır. Neyse ki Frank bunu genelde gecikmeden anlar ve Mahmut ile parkta özel zamanlar geçirmeye özen gösterir. Bu ikili sohbetler Mahmut ve Frank’ın iyice yakınlaşmasını sağlar. Mahmut Frank’a sevdiği kız Hilal’den ve kızın başkasıyla (öğretmenin oğlu) çıktığından bahseder. Karşılığında Frank Mahmut’a bir Türk kızına vurulduğunu, ama Fransa’da bir nişanlısı olduğunu, çok değer verdiği nişanlısına durumu kırmadan açıklamak için bir çözüm bulması gerektiğini anlatır.
Mahmut Frank’a, yakınlarda başından geçen ilginç bir olaydan da bahseder. Eline, üstünde “Bu parayı sakın kimseye verme, uğurludur” yazan kağıt on lira geçmiş, hep saklama niyetinde olduğu uğur parasını başka bir gün istemeye istemeye birine para üstü olarak vermek zorunda kalmış, bundan çok pişman olmuş, derken aynı para Mahmut’ta simit sattığı bir teyze tarafından geri verilmiş. Bu ilginç rastlantının nasıl gerçekleşmiş olabileceği üzerine Frank ve Mahmut birlikte senaryo üretmeye başlarlar. Frank Mahmut’un ürettiği fikirlere bayılır ve onun yazar olacağını söyler. Mahmut’a hikâyeyi yazması için kırmızı bir defter hediye eder. Frank’ın sözleri ve yazar olma ihtimali Mahmut’u çok gururlandırıp heyecanlandırır. Bir yandan da belgesel çekimleri tam gaz sürmektedir. Günün birinde Frank Mahmut’a İzmir’deki çekimlerin sonuna geldiklerini ve yakından buradan ayrılacağını açıklar. Mahmut gözyaşlarına boğulur. Ama gerek Frank’ın ona verdiği veda hediyesi (yazar adayı için diz üstü bilgisayar) gerek babası için bulduğu yeni iş (aileye ve Mahmut’ta doğalgazlı bir daire, daha iyi bir okul gibi avantajlar sağlayan bir kapıcılık görevi) onu avutur. Yeni çevrede sevdiği ama ona değil öğretmenin oğluna yüz veren Hilal’e çok benzeyen bir kızla da karşılaştıktan sonra Mahmut yine yağmurlu bir günde şundan emin olur: “Yeni okulunu, yeni arkadaşlarını sevecek, bunu ona şu neşeli yağmur söyledi.” Kitap bu cümleyle sona eriyor.
Yer günümüz Türkiye’si, ana kahraman simit satan bir çocuk işçisi, konu… Konuyu ve kurgunun köşe taşlarını (ve fazlasını) yukarıda özetledik. Ama açmakta yarar var. Çünkü romandan bize yansıyan küçük bir çocuk işçisinin zorlu, mücadeleci, belki umutlu belki umutsuz hayatı ya da bu hayattan bağımsız olarak başkahramanının atıldığı bir macera, bu macerayla bağlı olaylar zinciri değil. Mahmut’un zorlu hayatı okura çok sınırlı olarak kahramanın iç sesinden, daha da sınırlı olarak diyaloglar, esas olarak da Frank’ın “duyarlılığı” üzerinden yansıyor. Kitapta yoksulluk, meslek hastalığı, çocuk yaşta çalışmak zorunda olmak gibi kötülükler var, ama kötülüğün sorumlusu ya da kaynağı, yani “kötü” yok. Halbuki iyi çok net. İyi olan Frank. İyiliklerin kaynağı da Frank. Frank Fransız, eğitimli, yufka yürekli, gri vosvosla dolaşan bir idealist. O “kont gibi giyinen” bir Avrupalı. Onunla arkadaş olmak, belgeselinde yer almak bile ağır şartlarda yaşayan/çalışan küçük bir simitçi çocuğu mutlu daha doğrusu gururlu kılmaya yetiyor. Yetişkin, eğitimli, üstelik de ecnebi bir adam tarafından önemseniyor olmanın gururu bu. Bir ölçüde gerçekçi, ama bir o kadar da ‘kompleksli’ bir gurur. İşin üzücü tarafı, kitap bu kompleksi görünür hale getireceğine üstünü örtüyor, derinleştiriyor, olumluyor.
Oysa kitabın arka kapağına ve Günışığı Kitaplığı’nın web sayfasındaki/yayın kataloğundaki tanıtım yazısına göre roman “kültürel farkların ortak dil bulmayı engellemeyeceğini” yansıtıyor. Frank ve Mahmut arasında “güçlü”, “evrensel” bir arkadaşlık kuruluyor.
Ne ki, biz kitabı okuduk ve güçlü bir dostluk hikâyesi, evrensel bir arkadaşlık öyküsüyle, ya da dostluğun ortak diliyle karşılaşmadık.  Hikâyede Frank ve Mahmut’un arkadaşlığı kuşkusuz rol hatta temel rol oynuyor. Ama koca kitapta “hah işte, arkadaşlık bu!” dedirtecek herhangi bir sahne, diyalog, olay yer almadığı gibi, böyle bir sahne, diyalog ya da olaya gerek duyulmadan inceden inceye güçlü bir dostluk bağının oluşmasına da tanık olmuyoruz. (Ya da biz olaya “Fransız kalıyoruz” ve kırık bir Türkçe ile konuşması bir yana, Fransız Frank'ın simitçi Mahmut’la kurduğu, kültürel farkların engelleyemediği ortak dostluk diline yeterince vakıf olamıyoruz.)
Mahmut’un Frank’la arkadaşlığın kaynağında şu sahneler var:
“’Aslında… burdaki çocuklar çeçekti ben ama… / ‘Ama ne?’ / ‘Seni görünce… İşte, dedim… Esas çocuk bu!’ / Mahmut utangaç bir tavırla başını önüne eğdi, elindeki şişeyi evirip çevirip durdu, aa son bir yudum kalmış şişenin dibinde, son bir yudum, hüüüp… Ne, ben mi, benimle mi film çekecek, ah kalbim!..” (s. 28)
“Mahmut, kocaman kara gözleriyle genç adamı izlemekte. Tüm kalbiyle, bu iyi kalpli yabancının, iyi kalpli babasının derdine çare bulmasını dilemekte. Eve geldiğinde hasta bir babayla karşılaşmak istemiyor artık. Babasının bir işte çalışmasını ve her gün eve ekmek parasını getirmesini istiyor. Artık sokaklarda gevrek satmak yerine arkadaşlarıyla oynamak istiyor o da.” (s. 37)
“’Onu ben buldum, kimseyle benden çok arkadaş olamaz, olmasına izin vermem.’ Çocuğun içindeki sessiz cümleler. / Frank akıllı bir adam; yüzü asım asım asılmış Mahmut’u görünce, durumu hemen kavradı. Çocuğun gönlünü alacak, kalbini kazanacak, onu yerinden zıp diye zıplatacak cümleler kurdu. / Belgeselde en çok sözü edilecek kahraman Mahmut olacakmış, çünkü Frank’ın kafasındaki çocuğa çok uygunmuş o.” (s. 42)
Herkesin dostluktan, arkadaşlıktan anladığı farklı tabii. Biz kendi arkadaşlık, dostluk anlayışımızdan hareket edeceğiz. Bize göre, burada tarif edilen çok eşitsiz, çok özentili, Frank cephesinden belki “dostça” ama bir o kadar da “yabancı”, “yabancılaştırıcı”, Mahmut cephesindense epey zavallıca (özellikle kitabın ilerleyen bölümlerinde), gerçek bir duygusal-düşünsel-ruhsal paylaşımdan çok “yardıma” dayanan bir bağımlılık “ilişkisi”.
'İyi' Frank 'zavallı' Mahmut’u önce fark ediyor, sonra ona değer veriyor (bakış açınıza göre ecnebi belgeselcinin acıma-merhamet-yardımseverlik duygularının kabardığı yorumunu da yapabilirsiniz), ardından da ona yardım ediyor. Hatta kitabın sonunda basbayağı Mahmut’u yaşadığı acıklı hayattan kurtarıyor. Nasıl mı? Daha iyi bir okulda okumasını, daha iyi bir evde yaşamasını sağlayarak. Bu yeni hayat koşulları sayesinde (diz üstü bilgisayar da ekstrası) Mahmut’un yazar olma umudunu gerçekleşebilir bir ihtimale dönüştürerek.
Zengin fabrikatör bir mahalleye gelir. Şeker dağıtırken futbol oynayan fakir bir çocuğun iyi şut attığını fark eder, çocuğa büyük bir futbolcu olacağını söyler, çocuğun içinde umut tohumları yeşerir, fabrikatör bundan etkilenir, çocuğu kendi holdinginin adını taşıyan kulüpte gençlik takımına alır ve ünlü bir futbolcu olmasının yolunu açar…
Ne alakası mı var? Hiç, öyleyse aklımıza esti. Şeker dağıtan zengin fabrikatör 40 yıl öncesinin Türk filmine ait. Rol dağıtan idealist, belgeselci Avrupalı günümüz Türkiye çocuk edebiyatına.
İyi de, Türk filmlerindeki yufka yürekli fabrikatörler kurtardıkları çocuklara aşktan bahsetmiyorlardı. Belki de Frank ile Mahmut’un güçlü ve evrensel arkadaşlık bağlarının sırrı burada yatıyor. Yalnızca aşk mı? Hayır, haksızlık yapmayalım. Mahmut Frank’a o güne kadar kimseye söyleyemediği bir sırdan da bahsediyor. İçinde saklanan çocuktan. Ona bir gün yalan söyleten, hakkı olmadığı parayı kabul ettiren rezilden. Meğer Frank’ın da gençliğinde içinde gizli bir ikizi varmış. Patronu yasaklamasına rağmen fırındaki yiyeceklerden yiyen pis bir Frank. (Evet, tanımlamalar aynen böyle: rezil ve pis!)
Sır paylaşmak, kimseye anlatamadığını anlatmak kuşkusuz dostluk, arkadaşlık göstergesidir. Ama tek başına ikna edici değildir. Mahmut neden içindeki pis çocuktan bahsediyor Frank’a, Frank Mahmut’a neden nişanlı olmasına rağmen bir Türk kızına aşık olduğunu anlatıyor? Öylesine, içinden mi gelmiştir? Bunları okurken bizim aklımıza öylesine Türk filmi sahneleri geldiği gibi mi yani?
Frank’ın Mahmut’u yazar olmaya heveslendirmesi aralarında gelişen dostluğu açıklayabilen bir diğer ve belki de elle tutulur tek olgu. Ne var ki bu nokta kitapta çok zayıf işlenmiş.  Mahmut’un yazar olma umudu ve bu doğrultudaki çabası, Frank’ın desteği önemsiz bir ayrıntı gibi kaynayıp gidiyor, birkaç cümleyle geçiştiriliyor.
Bizim aklımızda kalan sahneler daha çok şu minvalde:
“Koş Mahmut, koş… At gibi koş… at gibi koşarken at gibi terle. (…) Terkini tişörtünün koluna siliyor, yetmiyor, kağıt peçetelerden bir tomar yapıyor kendine. Tomar anında ıslanıyor veee… baskeeet! Her çekimde setin orta yerinde yerleştirilen o kocaman siyah naylon poşete fırlatılan atış, tam isabet. / Frank, Mahmut'u izliyor. Bu sokağa ilk kez geldiğinde, o yağmurlu günde... şu bizim gevrekçi çocuğu, Mahmut'u çok sevmişti. Şimdi ise... şu çalışkanlar kralı gevrekçi Mahmut'u daha çok, daha çok seviyor. Çocuğun eline tutuşturduğu gevrekleri en az onun kadar seviyor. Yiyor da yiyor." (s.71) 
Frank’ın simit satan bir çocuğa ilk bakışta bağlanmasının, aradığı esas çocuğun aslında o olduğunu anlamasının dayanağı nedir? Frank’ın kapıldığı duygunun, üçüncü dünya ülkelerinde toz toprak içinde oynayan, yalınayak çocukları gören turistin içini kaplayan sıcaklıkla bir akrabalığı var mı? Yazarın niyeti farklı olabilir kuşkusuz. Ama bizde uyandırdığı his ne yazık ki tam da bu.
Zaten kitabın iç etiği ayrıca sorgulanması gerekiyor. Yazımızın başında kitapta kötülüklerin olduğu ama kötünün olmadığından bahsetmiştik. Bir noktayı atladık. Kitapta kötülüklerin kaynağı bir kötü yok, ama daha ilk sayfada çocuğun olumsuz duygularının hedefi olan birileri var:
“’Hey! Gevrekçi!’ / Hey mi? Çocuk bu seslenişe gücendi, sanki bir suçluya sesleniyor gibi, neydi öyle! ‘Hey!’ diye bağırmak yerine, ‘Gevrekçi oğlum, bakar mısın?’ diyebilirdi, hatta onca şefkatli olmasına bile gerek yoktu; ‘Gevrekçiii!’ diye seslenseydi, o bile yeterliydi./Çocuk kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı, apartmanın birinci kat balkonunu taradı gözleri, kimse yok; daha yukarı baktı, yine kimse yok; en tepeye çevirdiğinde bakışlarını…/ İşte orada! Şişko biri. Kocaman bir şey!/Sesi de kendi gibi kocaman.” (s.9-10)
Çocuğun öfkesi kendisine ‘Hey!’ diye seslenen adamın kabalığına, saygısızlığına. Okur olarak adamın kabalığını gözümüzde canlandırabilmemiz için olacak, kitapta ayrıca şişko tanımlaması yapılıyor. Kendi kocaman, sesi de kocaman denilerek bedensel özellik ile kişilik özelliği arasında doğrudan bir bağ kuruluyor. Bedensel özellikleri/farklılıkları olumsuz karakter özellikleri ile bağdaştırmak aslında kaçınılması, hiç değilse abartılmaması gereken bir şey. Çünkü abartıldığında iş ayrımcılığa kadar varabiliyor.  
Zaten kitabın ilerleyen bölümünde hikâyenin tek olumsuz kişisi yine karşımıza çıkıyor. Hem de “o kaba sesli adam” ya da “o kaba herif” falan diye değil, basbayağı “o şişko” diye anılarak.
Bir, Mahmut Frank’a başından geçen uğurlu para olayını anlatınca:
“’Söyledim ya, o benim uğurlu paramdı, yaşlı bir teyze verdi ona bana,” dedi heyecanla./ ‘Ee, ne oldu para?’ / ‘Uğurlu paramı şişko birine vermek zorunda kaldım. Benden gevrek aldı.’” (s. 51)
“’Para yeniden bana geçti gerçekten,” dedi, aynı neşeyle. / ‘Nasıl? Sen şaka yapıyor!’ / ‘Şaka değil valla. Şöyle oldu…’ / Şöyle olmuş: Çocuk ertesi ve daha ertesi günler, gevreyyk, gevreyyk diye bar bar bağırarak, o şişkonun evinde olduğu sokağa gitmiş. Uğurlu paranı bulacaksın, onu şişkodan geri alacaksın, parana yeniden kavuşacaksın, sakın vazgeçme, diyormuş içinden bir ses.” (s. 52)
“’Uğurlu param bana geri dönmüş. Öyle sevindim ki, koşmaya başladım… Para üstünü felan vermeyi unutmuşum.’ / ‘Ohooo! Film senaryosu gibi!’ / ‘Öyle.’ / ‘Peki, o para şişkodan teyzeye nasıl geçti?’” (s. 53)
İki, Mahmut ve Frank paranın ‘şişkodan’ teyzeye, teyzeden de yine Mahmut’a nasıl geçmiş olabileceği üzerine uydurma bir senaryo ürettiklerinde:
“’Başla o zaman. Hımm… Senin şişko kötü biri. Evli ve sevgili de var. Karısını aldatmak.’ (…)/’Şişko gevrek aldı, içeri girdi, para üstü sevgilinin çanta koydu, masada sarı saçlı tombul sevgili bekliyor, kahvaltı başladılar. Mımmh reçel, peynir, kızarık ekmek, yumurta, mımmh, her şey tatli… mımmh…’ / Mahmut yutkundu. Her şey tatli ha!.. /’Ama böyle olmaz! Kahvalti tatli, senin şişko tatli değil. Kötü biri.  Ona kötülük yazmak biz, Maaamut. Hı?’’(…) ‘Ee?’ / ‘Şişko karısı, şişkoyu ve sevgiliyi dövüyor. Hatta sevgilinin kol kıvırıyor, na şöyle…’” (s.56-57)
Burada bize irite eden, tek suçu simitçi çocuğa “Hey!” diye seslenme kabalığında bulunmak olan bir adamın, bu saygısızlığa maruz kalan 11-12 yaşlarındaki bir çocuğun hayalinde kötü birine dönüşmesi ve şişko diye adlandırılması değil. Kitapta tam bir iyilik misali ve örnek insan olarak yansıtılan Frank’ın, şişman adamın Mahmut’a ‘Hey!’ diye bağırdığından bile habersiz yetişkin, iyi kalpli Fransız Frank’ın bu tanımlamalarda rahatça bulunması. Kedilere, köpeklere, sakız yüzünden ağızları kenetlenen kuşlara (sakız nedeniyle ölen kuşlar kitapta dikkat çekecek denli yer kaplıyor) karşı inanılmaz ‘duyarlı’ olan Frank sıra insanlara gelince neden böyle rahat?  Şişman birine eşini tombul, sarışın sevgili ile aldattığını yakıştırmak, adamı karısına bastırmak … Frank’ın ya kötülükten anladığı bu, ya da ‘yazarlık potansiyeli’ keşfettiği çocuğun hayal gücünü böyle kanatlandıracağını sanıyor. Eh, belki de bizim hayal gücümüz kıt, çünkü aklımıza nedense yine eski Türk filmleri, yuva dağıtan sarışın vamp kadınlar, şişman kötü adamlar geldi…
Yeri gelmişken başka yazılarımızda ifade ettiklerimizi tekrar söyleyelim. Çocuk kitaplarında aşktan (yalnızca ilk aşktan değil, yetişkin insanlar arasındaki aşktan), boşanma, aldatma dahil toplum ve bireyi ilgilendiren olgulardan tüm açıklığıyla elbette bahsedeceğiz, bunlar elbette çocuk edebiyatında yer alacak. Ama kurgu, konu, hikâye gerektirdiğinde, bir yere oturduğunda, oraya ‘renk olsun diye’ sıkıştırılmış gibi durmaması koşuluyla…
Frank’ın sakız-kuş duyarlılığı, kötü ‘şişkoya’ yakıştırılan tombul sarışın sevgili,  Frank’ın kötü ‘şişkodan’ farklı olarak nişanlısına yeni Türk sevgilisini/aşkını kırmadan açıklamak niyetini Mahmut’la paylaşması, Frank’ın kediler, filler gibi hayvanlar hakkında verdiği bilgiler vb. hikâyenin bir parçası değilmiş de, o hikâyeye biraz katkı yapsın, biraz renk versin diye eklenmiş gibi duruyor.
Ne yazık ki yazarın kullandığı ‘edebi’ dil de aynı ‘zorlama’ hissini uyandırıyor. Üzüm üzüm üzülmek, düşün düşün düşünmek, yüzü asım asım asılmak gibi ‘yaratıcı’ tanımlamalar,  “İçindeki kavga, çocuğun sıkıntısını daha beter artırmış, bebekler gibi zırıl zırıl ağlatmış onu. İçli mi içli, dokunaklı mı dokunaklı hıçkırıklar doldurmuş tüm sokağı” gibi cümleler, hep güçlendirilme ihtiyacı hissedilen (hem bebek gibi hem zırıl zırıl, hem içli içli hem dokunaklı) ifadeler bir noktadan sonra okuru (en azından bizi) sıkım sıkım sıkmaya başlıyor. Kitapta çeşmeler gürül gürül akıyor, güneş cayır cayır yakıyor, Mahmut’un gözleri kapkara, Frank’ınki masmavi, onun çocuğa hediye ettiği defter kıpkırmızı, babanın yüzünde gülücükler açıyor, anne, kelebeğin kanadı kadar hafif adımlarla yürüyor, Frank kollarını uykudan uyanmış bebek neşesiyle gökyüzüne açıp mutlu mutlu geriniyor…
Edebiyat yapmak böyle bir şey olsa/olmasa gerek. Halbuki, Perşembe’yi çok severim (Günışığı Kitaplığı, 2009) ve özellikle de İletişim Yayınları’ndan çıkan Bir Zamanlar Çocuktum’dan tanıdığımız Hacer Kılcıoğlu’nun adı geçen kitaplarda kendine has, hoş bir ifade tarzı vardı. Sık sık şap şap, pat pat, vızır vızır, kıkır kıkır, lıkır lıkır gibi ‘sesli’ tanımlamalar yapan, ‘gürültülü, sesle zenginleşen’ metinler yazan bir yazar olarak dikkatimizi çekmişti. İşin ilginci  bu  değişik ses tanımlamaları epey yaygın kullanılmalarına rağmen okuru rahatsız etmiyordu. Samimi, içten gelen bir tarzı yansıtıyordu.
Kılcıoğlu’nun Müren Beykan’ın editörlüğünde Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son kitaplarında (özellikle de Aydede Her Yerde, İzmir’de Üç Çocuktuk ve Gevrekçiii) ne yazık ki dilde aynı sıcaklığı yakalayamadık. Belki de bunda şu gerçeğin payı var: İçerik biçimi belirler. Üç ünlünün çocukluğunu konu eden İzmir’de Üç Çocuktuk ve Aydede için de bu açıdan çok şey söylenebilir, ama değinip geçmek istemediğimiz için kendimizi Gevrekçiii’yle sınırlı tutalım. Gevrekçiii’nin içeriği, yani konusu, kurgusu, mesajları, anlattığı öykünün ana gövdesi Kemal Tuğcuları aratacak denli sığ, hatta biraz kaba bir ifadeyle (isteyen kaba ve kötü Kitedit yazarlarını şişko diye hayal edebilir) çiğ.
Çiğ, çünkü Gevrekçiii çocuk okurlarını simit satan küçük bir çocuk işçisinin dünyasına dahil etmiyor. Onlara simit satan çocuğun hayatına dair herhangi bir şey sorgulatmıyor. Kemalettin Tuğcu eserlerinden farklı olarak ‘acıklı’ olmamaya çalışıyor. Ama bunu başaramıyor. Sonuçta simit satmak zorunda olan, babası ağır hasta bir çocuk tablosu çiziyor. Üstelik sözü edilen çocuğa iyi kalpli bir kurtarıcı gönderiyor. İşte şu yabancı, hayvan sever, duyarlı, ‘zavallı’ bir çocuk işçisi gördüğünde ‘işte, aradığım esas çocuk o’ diyen, çocuklara spor ayakkabı, renkli çantalar, diz üstü bilgisayar falan gibi hediyeler dağıtan Frank’ı bir türlü sevemiyoruz. Onun, mahallenin çocuklarıyla sakız yüzünden ölen bir serçe gömdükten sonra: “Yıllar, yıllar sonra, Zeytintepe semtinin çocukları büyüdüklerinde, bir gün ansızın bu çocukluk anısı düşüverse yüreklerine… şöyle düşünürler miydi acaba: Mahalleye bir film ekibi gelmişti, gri damlı evlerde yaşayan, tozlu topraklı sokaklarda oynayan biz çocuklar, daha önce hiç tanımadığımız, bambaşka bir dünyanın içine süzülüvermiştik.” (s.100-101) diye düşünmesine bir türlü ısınamıyoruz. ‘Kendini ne sanıyor bu?’, ‘Hediye dağıtmayı, sokakta simitçilik yapan bir çocuğu film setinde su taşıyıcısı olarak kullanmayı duyarlılıktan mı sayıyor?’ ‘Çocuklara rol verdi diye, serçeye mezar yapmayı öğretti diye o çalışan çocuklara unutulmayacak bir insanlık dersi verdiğini mi  var sayıyor?’ diye öfkeleniyoruz hatta. Mahmut’tan da buna benzer tepkiler, iç sesler bekliyoruz. Ama yo. Mahmut hayatından ve Frank’ın yaklaşımından çok memnun. Frank ona yazar olabileceğini söyledi ya, ona spor ayakkabısı aldı ya, onu adam yerine koyup özel asistanı yaptı ya, Mahmut kendini birden önemli hissediyor. Hatta Frank’ın babaya kapıcılık işi bulması karşısında sevinçten havalara uçuyor. Tabii Frank’ın babaya bulduğu işin niteliği Kitedit olarak bizi ayrıca rahatsız ediyor. Kapıcılık ya da yazarın deyimiyle apartman görevlisi mesleğini saygın bulmadığımızdan değil. Ama zengine hizmet etmeyi, hatta hizmetkârlığı simgeleyen mesleklerin başını kapıcılık, temizlikçilik gibi birkaç iş çekiyor.  Maddi gücün yoksa kapıcısı olan bir apartmanda oturamaz, kendi pisliğini temizleyecek temizlikçi tutamazsın.  Apartman görevlisinin görevleri tanımlıdır tanımlı olmasına, ama aynı zamanda zenginin ‘keyfine/keyfiyetine’, ‘iyi ‘ ya da ‘kötü’ niyetine kalmıştır. Eh, bu durumda içimizin belki de rahatlaması gerekiyor. Çünkü Frank’ın bulduğu “Apartman on altı daireliymiş, apartman sakinleri iyi insanlarmış, iş de ağır değilmiş,” (s.135)
Tabii eski kot taşlama işçisi baba apartman görevlisi olmakla aynı zamanda ailesine sınıf atlatacak. Öyle ya, “ücret, asgari ücretmiş ama kira, elektrik, yakacak parası vermeyecekleri için ekonomik olarak rahat ederlermiş, üstüne üstlük Mahmut da iyi bir semtteki okula gidermiş, daha iyi bir eğitim alırmış, Mahmut çok zeki bir çocukmuş, ona yazık olmasınmış, (…)” (s. 135)
Mahmut’a yazık olmuyor. Kitap mutlu mesut, umutlu bitiyor. Bize de “… bizim Kemal Tuğcularımız vardı” diye iç çekmek kalıyor.

Not: Tüm vurgular bizim. Gevrekçiii kitabını kapsamlı bir eleştiriye konu etmemizin bir nedeni önceki bir yazımızda eserin adının geçmesi, kitabı Zoran Drvenkar'ın Gökte Ağır Yerde Hafif kitabı ile karşılaştırıp onun kadar heyecan verici bulmadığımızı vurgularken eleştirimizi açmadan bırakmamız. Bu bizi rahatsız etti ve bu yazıyı kaleme almaya itti.

27 Mart 2013 Çarşamba

Ödüller çocuk ve gençlik edebiyatının önünü açıyor mu, tıkıyor mu?


Yeni yazımıza hazırlanırken okuduğumuz, incelediğimiz kitapların birçoğunun ödüllü olması başta bir rastlantıdan fazlası değildi. Kapsamlı bir edebiyat eleştirisine konu edebileceğimiz (demek oluyor ki belli nitelikler taşıyan) bir eser arıyorduk, çünkü Kitedit’in son dönemde genel konular üzerinde yoğunlaşarak bu alanı biraz boş bıraktığını düşünüyorduk. Kim bilir, belki de elimizin öncelikle ödüllü kitaplara gitmesi bundandı.
Ne var ki kitapları okuduktan, neredeyse hepsinin ödüllü olduğunu bir kez daha hatırladıktan ve bunu anlamlandırmakta zorlandıktan sonra bilinçsiz tercihimiz bilinçli bir sorgulamaya dönüştü. Sahi, ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen ödüllerin anlamı, amacı ve çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimi üzerindeki etkisi nedir?
Bu soruya yanıt aramak için sonuçtan yani ödüllü kitaplardan hareket edebilirdik elbette. Ama önce ödüllerin iç mantığının sonucu nasıl belirlediğini/etkilediğini incelemek, yani meselenin özüne inmek istedik.
Bunun için dönüp ödüllerin kendisine baktık.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatına yeni bir soluk getiren, heyecan verici nitelikteki yapıtları onurlandırmak.
·         Kamuoyunun dikkatini genelin üzerine çıkan yeni eserlere ve çocuk ve gençlik edebiyatındaki önemli gelişmelere çekmek.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında olağanüstü edebi ve sanatsal nitelikler taşıyan eserleri ödüllendirmek.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında yaratıcı ve yenilikçi fikirlere dikkat çekerek (henüz) tanınmamış yazarlara ait, böylesi yapıtları desteklemek ve yayınevlerini bu eserleri yayın programına almak için özendirmek.
·         Eserleriyle çocuk ve gençlik edebiyatının niteliksel gelişimine katkı sunan genç yazarları desteklemek.
Hayır, bunlar Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen ödüllerin amaç ve işlevlerini tarif eden maddeler değil. Yukardaki ilkeleri, farklı ülkelerde verilen, saygınlığı, güvenilirliği ve çocuk edebiyatına sunduğu katkıyla kendini uluslararası düzeyde kanıtlamış çeşitli çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerinin ‘manifestolarından’ derledik.
Türkiye’deki ödüllere, daha doğrusu bu ödüllerin neden verildiğine ilişkin ödül sahibi kurum ve kuruluşların resmi açıklamalarında öne çıkan kriterlere baktığımızda ortaya çıkan tablo biraz farklı.  
·         Çocuk edebiyatına yeni, çağdaş ve özgün yapıtlar kazandırmak.
·         Çocuklara Türkçenin güzel ve sanatsal kullanımını örnekleyen metinler sunmak.
·         Türk dilinin olumsuz etkilerden arındırılmasını ve Türkçemizi doğru ve yalın kullanan yeni kuşak yazarların ve araştırmacıların yetişmesine katkıda bulunmak.
·         Genç ve yeni yazarlara seslerini duyurma olanağı sağlamak.
·         Okurun duygu ve düşünce ufkunu genişleten edebi yapıtların yazılmasını özendirmek.
·         Çocuk ve gençlik kitapları alanında ürün veren yayınevlerinin uzmanlaşmasını ve her yıl daha nitelikli kitaplar yayımlamasını sağlamak.
·         Genç sanatçı adayların dikkatini çocuk ve gençlik edebiyatına çekmek.

İşte, Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen, az-çok adı sanı duyulmuş ödüllerin başlıca kriterleri bunlar. İlk dikkati çeken, aranan özelliklerin (özgünlük, çağdaşlık, okurun duygu ve düşünce ufkunu genişletmek, dilin güzel, doğru ve sanatsal kullanımı vb.) aslında yayımlanmaya değer görülen herhangi bir çocuk ve gençlik kitabında zaten bulunması gerektiği.  
Yabancı ülkelerde çocuk ve gençlik edebiyatının saygın ödülleri, vasatın ötesinde yaratıcı ve yenilikçi nitelikler taşıyan, heyecan uyandıran, olağanüstü eserlere verilirken, bizde bu tür özelliklerin es geçilmesi düşündürücü doğrusu.
Acaba ülkemizde, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen önemli ödüllerin çoğunun (ÇGYD’nin yılın kitabı/kitapları ödülleri aklımıza gelen tek istisna) çeşitli yayınevleri adları taşıması ya da Gülten Dayıoğlu Vakfı’nın verdiği ödül gibi belli yayınevleriyle (Altın Kitaplar Yayınevi) işbirliği içerisinde düzenlenmesiyle yukarıdaki kriterler arasında ne tür bir bağ var?
Söyleyelim, göbekten bir bağ var. Çünkü bu ödüllerin kuşkusuz tek değil ama öncelikli amacı yayınevlerine yeni yazarlar ve yapıtlar kazandırmak. Çeşitli ödüllerin şartnamelerinde ufak tefek değişikliklerle “Ödül kazanan yapıtların yayın hakkı x yıl süre ile x yayınevine devredilmiş olup …” koşulunun yer alması ve sadece dosya halindeki, henüz yayımlanmamış eserlere verilmesi boşuna değil.
Yayınevleri ödüller vasıtasıyla, daha önceki yazılarımızda gerçek nedenlerine eğildiğimiz “genç, umut vaat eden yazar sıkıntısına” çözüm arıyorlar her şeyden önce. Bu haliyle de bu ödüller bugüne kadar eserlerini yayımlatamamış, ya da ismini/yapıtlarını yeterince tanıtamamış genç yazarlara umut oluyor, öncelikle.
Meseleye yalnızca yayınevi ve yazarın dar çıkarları çerçevesinden yaklaştığımızda buraya kadar yanlış ya da kötü bir şey yok.
O halde şöyle soralım. Bu ödüller Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine kalıcı, ön açıcı katkılar sunabiliyor mu?
Bu soruya tok bir şekilde “Evet!” diye yanıt verebilmek için sözü edilen ödüllerin sıradanlığı aşan, yenilikçi, yaratıcı, heyecan verici, kısacası olağanüstü eserlere verilmesi, bu eserler yoluyla sanatçıyı ve yayınevini özendiren, eğiten, yazılı ve görsel çocuk ve gençlik edebiyatının değerlendirilmesi için çağdaş ölçüler ve öncelikler ortaya koymaları gerekirdi.
Ödülün tanımı katılan ve kazanan eserlerin niteliğini belirler
Ödülünüzün önceliğini çocuk ve gençlik edebiyatına yeni, genç, çağdaş yazarlar ya da özgün yapıtlar kazandırmak, ölçünüzü de güzel ve doğru Türkçe olarak belirlediğinizde ödülün iddiasını da belirlemiş, daha doğrusu baştan daraltmış olursunuz:  Yayınevlerine yayımlanmaya değer yeni eserler kazandırmak!
Kuşkusuz yalnızca yayınevlerinin değil, bir bütün olarak çocuk ve gençlik edebiyatının yeni, çağdaş seslere, bu yeni genç seslerin de önünün açılmasına ihtiyacı var.  Ama çocuk ve gençlik edebiyatımızın yaşadığı asıl sıkıntı bu değil. Asıl sıkıntı, yayınevlerinde yığılan onca dosyaya rağmen, yenilikçi, yaratıcı, alana soluk ve renk getiren, çocuk edebiyatına yön verebilecek seslerin çıkmaması/çıkamaması.
Ödüllerin, bu düğüm noktasının çözülmesinde etkin bir araç olabilecek dahası olmalıyken, onu derinleştiren kurumlara dönüşmesinin en önemli nedeni yayınevlerinin öznel ihtiyaçlarını temel almalarıdır.
Okuma kültürünü geliştirmek için güçlü bir politikası olan devletlerin güçlü ve saygın çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerine sahip olmaları şaşırtıcı değil. Çünkü bu ödüllerin büyük çoğunluğu yayınevleri tarafından değil devlet (ilgili bakanlıklar), belediyeler (şehirler) ve sivil toplum kuruluşları tarafından finanse edilmekte/düzenlenmekte, tarafsızlıkları ve nesnellikleri de bağımsız sanatçı ve uzmanlardan oluşan seçici kurullarla güvence altına alınmaktadır.
Eğer veriminizi çocuk ve gençlik edebiyatında sürdüren/sürdürmek isteyen gerçekten yaratıcı, yenilikçi ve yetenekli bir yazarsanız bu tür ödüller daha çok tanınmanıza, yayınevinizin yayımlanmış eserinizi okurla daha kolay buluşturmasına yardımcı olduğu gibi, ödül sayesinde size tanınan maddi burslar daha verimli, sıkıntısız çalışmanıza olanak tanımakta, size sunulan maddi ve manevi destek sayesinde deneysel, yenilikçi sanatsal üretimler ve yaratıcı fikirleriniz için cesaretiniz artmaktadır. Artık ödüllü bir yazar/çizer olarak ürettiğiniz eserler ise yeni yetişen sanatçılar ve onların potansiyel yayıncıları için, ölçü ve önceliklerine yön veren örnekler teşkil etmektedir. Saygın ve güvenilir uluslararası ödüllerin işlevleri kuşkusuz bu kadarla sınırlı değil, ancak bu kadarı bile genel olarak çocuk ve gençlik edebiyatının gelişmesine hizmet etmelerine yetmektedir.
Örnek teşkil edecek ölçüde vasatın üstüne çıkamayan eserlere verilen ödüller vasat eserlerin örnek teşkil etmesine yol açıyor
Oysa Türkiye’deki çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerine baktığımızda yazar-çizer ya da çevirmen üzerinde ne böyle bir etkileri olduğunu söyleyebiliriz, ne de gerçekten örnek teşkil edecek ölçüde genelin (vasatın) üstüne çıkan eserlere verildiklerini.  Belli bir yayınevinin güdümünde olmayan ve diğerlerinden farklı olarak yayımlanmış güncel eserlere verilen ÇGYD’nin yılın kitabı/kitapları ödülleri de ne yazık ki bu çerçevenin dışına yeterince taşamıyor. Resmi web sayfasında ÇGYD’nin yılın kitabı ödülünün amacı ve kriterleri konusunda açıklayıcı bir bilgi bulamamamız bile bu ödülün iddiası ve gücü konusunda aydınlatıcı ipuçları veriyor. Ki başka başka haber kaynakları üzerinden ulaştığımız ödül kriterlerini incelediğimizde esası itibarıyla Türkiye’de bu alanda verilen diğer ödüllerin iç mantığıyla örtüştüklerini, daha doğrusu bu iç mantığı  aşamadıklarını görmekte zorlanmadık. Farklı ve önemsenmesi gereken tek vurgu ödülün çocuk ve gençlik kitapları alanında ürün veren yayınevlerinin uzmanlaşmasını ve her yıl daha nitelikli kitaplar yayımlamasını amaçlaması.
Hal böyle olunca, son dönemde okuduğumuz ödüllü kitapların bizi hayal kırıklığına uğratması belki de o kadar şaşırtıcı değil. Hatta bir itirafta bulunalım: Bazılarını incelerken o kadar sıkıldık ki, sonuna kadar okuma disiplini bile gösteremedik.
Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde ya da ödüllü bir kitabın eleştirisi
Baştan söyleyelim, yazımızın ikinci bölümünde eleştiri konusu edeceğimiz 2011 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Üçüncülük Ödülü'nu kazanan, Dursun Ege Göçmen’in Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinden adlı eseri, sonuna kadar okuyamadığımız kitaplardan biri değil. Aksine akıcı dili, bazı ilginç ögeler içeren kurgusu ile bizi az-çok sardığını bile söyleyebiliriz. 
Ancak bu özellikler, sözü edilen kitabı çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında öne çıkan, dikkat çeken bir eser haline getirmeye yetmiyor. Az sonra daha ayrıntılı ele alacağımız bazı belirgin zayıflıkları bunun önüne geçiyor.
Ama önce romanın konusunu özetleyelim:
Sınıftaki öğrencilerin ödevlerini internetten indirmesine kızan Ozan’ın öğretmeni çocuklara kütüphaneden bir kitap ödünç alma ve özetini çıkarma cezası verir. Cezayı yerine getirmek için kütüphaneye gelen Ozan hangi kitaba el atsa, kendisine adıyla hitap eden esrarengiz notlar bulur. Başta, tam bir örnek öğrenci ve ailenin gözbebeği olan abisinin bir oyunuyla karşı karşıya olduğunu düşünen Ozan, “Bu oyunla abin Baran’ın hiçbir ilgisi yok!” mesajı aldıktan sonra iyice meraklanır ve notlarda bahsedilen diğer dört çocuğun kim olduğunu öğrenmek, bulmacanın sırrını çözmek için oyuna katılmaya karar verir. Ertesi gün notlarda bahsedilen buluşma yerine gittiğinde dört sınıf arkadaşıyla karşılaşır. Bu dört çocuğun her biri kendine has farklı farklı garip özellikleri olan sevimsiz tiplerdir. Kumru aşırı ürkek, Berkay aşırı başarılı ve kendini beğenmiş, Alaz tam bir yabani, Tosun ise müthiş obur ve her şeye olumsuz yanından bakan biri.
Ozan kitapların içinde bulduğu esrarengiz notlarda bahsedilen diğer oyun kahramanlarının onlar olduğunu anlamakta gecikmez. Sınıf arkadaşlarıyla durumu konuşmak için bir çay bahçesinde giderler. Tam kendilerine birilerinin oyun oynadığına kanaat getirdiklerinde Alaz oyuna biraz daha devam etmeyi ve yeni bir mesajı beklemeyi teklif eder.
Mesaj kendini bekletmez. Çocuklara hesap fişi getiren garsonun uzattığı kutunun dibindeki kağıtta şöyle yazmaktadır: “Göreviniz bir masalın parçalarını birleştirmek.” Beş parçaya bölünüp beş farklı insan tarafından bulunacak masalı birleştirmeyi başaran kişilerin büyük sırrı öğreneceğini ve bu sırrı gelecek kuşaklara aktarmak için masalı yine beş parçaya bölüp oyunu yeniden başlatması gerektiği bilgisini de içeren mesajda ayrıca şunlar yer alır:  “Her sabah içinizden biri kapısında bir zarf bulacak. Zarfın içinde her masal parçasının nerede olduğunu anlatan şifreli bir şiir olacak. Şiirlerin anlamını çözebilirseniz, masalın saklanmış parçasını da bulabilirsiniz.”
İşte, kitabın devamında yaşanan tam olarak bu. Her sabah çocuklardan biri kapının önünde şifreli bir şiir buluyor ve şifreyi çözmek için oyuna dahil olan diğer arkadaşlarıyla bir araya geliyor. Şiirlerde yer alan ipuçlarından hareketle, sırası gelen masal parçasının nerede saklandığını tahmin eden çocuklar bu parçaları ele geçirmek için çeşitli maceralara atılıyorlar. Sonunda beş masal parçasına da ulaşıp hepsini birleştirmeyi başarıyorlar. Şifreli şiirleri sıralarına göre yukarıdan aşağıya tekrar okuduklarındaysa, bunların akrostişle yazıldığını ve yeni bir mesaj içerdiğini fark ediyorlar. Bu mesaja göre peşinde oldukları büyük sır parkın içindeki heykelin üstünde yazıyor. Hemen parka, heykelin başına koşan beş kafadar büyük sırra da ulaşıyor: İnsanoğlu çeşit çeşit, beş parmağın beşi bir mi?
Kitap bu mesajla ve Ozan’ın tüm insanlar gibi kendisi ve arkadaşlarının da farklı farklı olduğunu fark etmesiyle sona ererken ona yönelttiğimiz temel eleştirilerimizin ilkine gelebiliriz:
Bulmacalı, esrarengiz bir macera olarak kurgulanan kitabın arka planında kendini ailesinin gözündeki çapak gibi hisseden, hep başarılı ve baskın abisinin gölgesinde kalan baş kahraman Ozan’ın, heykeldeki mesajı okuyup büyük sırra ulaşmayı başarmasıyla, kitabın sonuncu ve 120’inci sayfasında birden büyük bir dönüşüm/kişilik olgunlaşması geçirmesi var:  “Kendimi birden şimdiye kadar hiç olmadığım kadar iyi hissettim. Hatta sadece iyi değil. Güçlü, cesur, başarılı ve esprili… / Ancak, garip olan bir şey vardı. Önceleri, dünyanın en büyük sırrını, abime benzemek için istiyordum. Oysa şimdi Ozan olmaktan fazlasıyla memnundum. Hayır, ben bir çapak değildim. Bir gün annemle babamın göz bebeği olabilir miydim bilmiyorum, ama abim Baran gibi olmak istemediğime emindim.”
Türkiye çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında sık sık karşılaştığımız bir sorun var.  Kahramanların yaşadıkları içsel gelişimler/dönüşümler okura kahramanın iç sesi üzerinden açıklanıyor. Buna gerek duyulmasının iki nedeni var. Bir, hikâye aslında bu içsel gelişimi/dönüşümü destekleyen ve bunu okura hissettiren, yaşatan, deneyimleten bir içerik taşımıyor. İki, yazar hikâye bu içeriği (güçlü ya da zayıf) taşımasına rağmen, hikâyesine ya da okuruna tam olarak güvenmediği için olup biteni ayrıca açıklama gereği duyuyor.
Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde romanında karşımıza çıkan işte bunun bir karışımı. Ozan’ın kendini ailenin kara koyunu gibi gördüğüne, başarılı abisini kıskandığına ve kendi halinden pek de memnun olmadığına dair mesajlar hikâyeye iliştirilmiş gibi duruyor. Okur olarak Ozan’ın kendini ezik hissettiğini öğrensek de bunu aslında duyumsayamıyoruz. Masalın parçaları peşinde koşarken yaşadığı kimi olumlu deneyimlerin, maceranın başarıyla sonuçlanmasının ve büyük sırrın içerdiği mesajın Ozan’ın önemli bir olgunlaşma yaşamasını tetiklediğini mantığımızı kullanarak anlayabiliyoruz, ama bunu hikâyenin kendi akışı içinde deneyimleyemiyoruz.  
Ama romanın ‘insanlar farklı farklı, ama bu iyi ve kendimiz olmayı öğrendiğimizde mutlu oluruz’ şeklinde özetlenebilecek ana mesajını dayandırdığı arka plan hikâyesinin derinlikten ve o ölçüde de inandırıcılıktan uzak oluşunu bir yana bırakalım ve ön planda kurgulanan asıl öyküye, yani esrarengiz bulmacalarla dolu heyecanlı maceraya gelelim.
Kitabın özetinde de belirttiğimiz gibi çocukların yaşadığı maceralar esrarengiz şiirlerdeki ipuçları yakalamalarına dayanıyor. Hikaye tüm gerilimini buradan alıyor.  Ne var ki ve ne yazık ki okur olarak bu sürecin neredeyse tamamıyla dışında bırakılıyoruz. Çünkü şiirlerdeki ipuçlarını yakalayabilen yalnızca o sabah şiiri bulan çocuğun kendisi.
Alaz’a gelen ilk şifreli şiiri okuduğumuzda bunu henüz bilmediğimiz için okur olarak heyecanlanıyor ve kitabın öteki kahramanlarıyla birlikte “Papatyalar açtığında/Ak tomurcuk saçtığında/Resim gibi durur balkonunda/Kıyıp da koparamaz bir tekini/Islıkla sular çiçeğini/Neredeyse bekler seni” (s.39) kıtasının anlamını çözmeye çalışıyoruz. Ancak biz de “Bir bulmaca bu,” (s. 39) diyen Berkay’dan öte bir sonuca ulaşamıyoruz. Ne de olsa papatya, ıslık ve balkon arasındaki bağlantıyı bilen tek kişi Alaz. Onun Aksi Arif Amca lakaplı çiçek delisi bir komşusu olduğu bilgisi bizimle ancak Alaz sırrı çözdükten sonra paylaşılıyor. Bu sayede de okur olarak Alaz’ın sırrı nasıl çözdüğünü kavrayabiliyoruz ama onunla birlikte sırrı çözemiyoruz.
Daha sonraki şifreli şiirler de benzer bir mantığa dayandığı için kahramanlarla birlikte akıl yürütmekten giderek vazgeçiyor ve maceranın seyircisi konumuna geri çekiliyoruz. Doğal olarak da hikâyeyi artık baştaki heyecan ve merakla takip etmiyoruz.
İyi ki her şifrenin çözülmesi plan ve cesaret gerektiren yeni bir macera demek. Kitabın iyice sıkıcı hale gelmesini de büyük ölçüde kurgunun bu akılcı yapısı önlüyor. Ancak akılcılık her zaman inandırıcılık anlamına gelmiyor. Romanın üçüncü büyük zaafı, çocuk kahramanların masal parçalarına ulaşmak için atıldıkları tüm maceraların okurda oldukça yapay ve zorlama bir tat bırakan ve sahici olmayı başaramayan bir dizi gelişmelere dayanması.
Birinci masal parçasını bulmak için Aksi Arif Amca’nın çiçekli balkonuna sızmayı başaran çocuklardan Alaz’ın gül yetiştiren bir bitki sever olduğu birden bire ortaya çıkması gibi: “Onun çiçek  sevgisini bilmediğimiz için hepimiz şaşkınlıkla Alaz’a bakakalmıştık. Ama bu bilgi en çok da Arif Amca’yı şaşırtmıştı.” (s. 48)
Odasında ikinci masal parçası saklanan okul müdürünün önce heyecanı tırmandırmak için bir despot olarak resmedilmesi ve bu bilginin tam da yeri gelmişken araya sıkıştırılması gibi:  “6 yıldır aynı okulda okuyorum ama Müdür Bey karşısında titremeyen tek bir öğrenci bile tanımadım bugüne dek. (…) duyduğumuza göre Müdür Bey, ilkokula giderken asker olmayı çok istiyormuş. Ama boyu, askerlik ölçülerinin üç santim altında diye Askeri Lise’ye alınmamış. Keşke alınsaymış. O zaman biz yarı askeri bir okulda okumak zorunda kalmazdık (s. 58-59).
Sonra da müdürün odasına sızma zorlu görevinin büyük bir rastlantı sonucu neredeyse kendiliğinden çözülüvermesi gibi: “’Odaya bugünkü son derste gireceğiz. Nasıl olsa fen öğretmeni raporlu. Yani bizim sınıfın dersi boş geçecek. Yani ortalıkta kimse bulunmayacak.’ / ‘Ya Müdür Bey?’ diye sordum. / Yüzüme bakıp sırıttı: ‘Okulda bile olmayacak.’” S. 61)
Dördüncü masal parçasını eski tekvandocu bir koru bekçisinin üzüm sepetinde saklandığını öğrenen Ozan’ın önce korkunç bir sahne yaşaması: “’Şimdi bir yapıştıracağım, beş parmağımın izi kalacak suratında’”/ Korkuyla bir adım geri çekildim. Bekçinin gözleri ateş gibiydi. ‘(…) ‘DEFOOOOOLLLL!!!!!” / O ses vücudumun kilitlerini bir anda çözüverdi. Bir saniye içinde arkamı dönmüş ve koşarak on metre kadar uzaklaşmıştım. Bekçinin sesiyle başlayan koşum yine onun sesiyle durdu. ‘Hey!” / Titreyerek arkamı döndüm. Bekçi işaret parmağını sallıyordu. ‘Ozan Şenyüz! Adını bir köşeye yazdım. Bir daha seni buralarda görürsem bacaklarını kırarım!’, (s. 98-99). Gerilimin iyice tırmandığı noktada bir yanılgıyla karşı karşıya olduğunu anlaması: “Korkuyla başımı sallayarak anladığımı belirttim. Bu işaret onun için yeterli bir yanıttı. Oradan uzaklaşırken bekçinin bakışlarını ensemde hissediyordum. Sanki arkamdan geliyordu. ‘Şşştt, baksana!’ / Elini omzuma değer değmez bağırmaya başladım. ‘Aaaa!’ / ‘Deli misin oğlum?’ / Kolumdan tutup sarsan Berkay’a şaşkınlıkla baktım. Evet karşımdaki Bekçi değil Berkay’dı. (s.99) Hatta belki de büsbütün (dürüstlük adına Ozan’ın yanılgısının boyutunu tam olarak anlayamadığımızı itiraf edelim)  hayal görmüş olması: “Tosun güldü. ‘Bekçinin eski tekvandocu olduğunu duyunca betin benzin attı hemen. Bakıyorum uyumadan kâbus görmeye başladın!” (s.99) Ancak tüm bunlara rağmen ve okurda yaratılan beklentinin tam aksine tekvandocu bekçinin çocuklara masal parçasının saklandığı üzümlü sepeti neredeyse durup dururken ve büyük bir sevecenlikle vermesi gibi: “Daha iki adım atmıştık ki Bekçi ‘Çocuklar,’ diye seslendi, ‘şu sepeti de alın. Üzümleri aranızda paylaşırsınız. Yarın sepeti geri getirmeyi unutmayın ama…’ / Hepimizin yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Sadece masalın sonuna yaklaşanların yüzünde görülecek bir gülümseme. Bekçi unuttuğumuz masalı kendi elleriyle veriyordu bize.’” (s.101-102)
Ama daha fazla uzatmayalım. Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde kitabının Tudem Yayınları gibi çocuk ve gençlik edebiyatında iddialı bir yayınevinin programında yer bulması, bizce, yukarıda ele aldığımız zayıflıklarına (ki asık yüzlü kütüphaneci, kütüphaneden kitap ödünç alma ve kitap özeti çıkarma cezası gibi kitap ve okuma sevgisiyle pek de bağdaşmayan mesajlar içermesi türü ayrıntılara hiç girmedik)  karşın akıcı dili ve kusurlarına rağmen çocuk okuru sürükleyebilme potansiyeli taşıyan kurgusu nedeniyle yine de anlaşılır. Anlayamadığımız bu ve benzer zaaflar taşıyan kitapların neden ödüllendirildiği. Nitelikleri, belki bir edebiyat eleştirisinde yeri olmayan, ama okurken hissettiklerimizi iyi karşılayan “eh işte,” ya da “hım, aslında o kadar da fena değil,” türü ifadelerle tanımlanabilen ve vasat olmanın ötesine geçemeyen eserler ödüllendirildiği sürece, bu ödüllerin ülkemiz çocuk ve gençlik edebiyatının gelişmesine katkı sunmasını ve yenilikçi, yaratıcı, heyecan verici özgün fikirleri olan genç yeteneklerin önünü açmasını beklemek ne yazık ki hayal.
Tamam,  bazen büyük şeyleri başarmak için hayal görmek gerekir. Peki, madem büyük şeyler başarmak istiyoruz, o halde kendimizi neden küçük hayallerle sınırlandıralım? Neden bizim de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında güçlü bir ödülümüz olmasın? Neden çocuk ve gençlik edebiyatı alanındaki ödülleri tek tek yayınevlerinin ya da bu yayınevlerinin güdümündeki/baskın etkisindeki kurumların inisiyatifine bırakmak yerine, gerçekten okuma kültürünü geliştirme amacına hizmet eden, çocuk ve gençlik edebiyatının önünü açabilecek, geliştirebilecek, hatta yönünü belirleyebilecek bir ödülün (ve onun sahip olması gereken kriterlerinin) tanımını yapmıyoruz? Neden bu tanımla birlikte, bütünlüklü bir okuma kültürü politikası geliştirme görevi ve sorumluluğu taşıyan adreslere gitmiyor, daha doğrusu onların kapısına dayanmıyoruz?
Belki böylesi bir ödülün koşulları henüz olgunlaşmamış olabilir, ancak bu bunun hayalini görmemizin, hayalimizin peşinde koşmamızın ve çocuk ve gençlik edebiyatına gönül ve emek vermiş/veren kişi ve kuruluşlar olarak hayalimizi gerçekleştirmek için yaptırımcı bir güç ortaya koymamızın önünde engel değil! 

21 Şubat 2013 Perşembe

Didaktik çocuk kitaplarına herkes karşı, iyi satmadıkları sürece…


Son yazımızla bir ilgisi var mı bilmiyoruz, ama onu izleyen günlerde çağdaş çocuk edebiyatındaki sorunların kolayından öğretmen kökenli yazarlara fatura edildiğine ve bunun haksızlığına dair görüşlere çeşitli yerlerde rastlar olduk.

Kuşkusuz ki Türkiye çocuk edebiyatının bugünkü durumunu öğretmen kökenli yazarlar üzerinden açıklamak doğru değil. Hangi meslekten olursa olsun herkes çocuk kitabı yazabilir, bu alanda başarı sağlayabilir. “Çocuk”la içiçe çalışan kimselerin, yazınsal verimlerini de bu alanda sürdürmeye eğilim göstermelerinde de tuhaf ya da yanlış bir şey yok.

Tuhaf ve yanlış olan, tüm büyük çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncıları ‘didaktik çocuk kitaplarına karşıyız!’ diye ağız birliği ederken,  pedagojik yaklaşımın kendini Türkiye çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında hâlâ bu kadar kolay üretebilmesi.  Ki bunun nedeni bizce böyle kitapların özellikle yazılmasından ziyade böyle kitapların özellikle seçilmesinde düğümleniyor.

Kütüphaneciler kitap ve edebiyatla iç içedir. Tıpkı öğretmenlerin kitap ve çocukla iç içe olduğu gibi. Kütüphaneciyseniz ve edebiyatı seviyorsanız, yazınsal denemelerde bulunmanız hiç de uzak bir ihtimal değil. Ama denemelerinizin bir edebiyat eserine dönüşmesi, kitap halini alması oldukça uzak bir ihtimal. Bu uzak ihtimalin gerçekleşmesininse kütüphaneci kimliğinizle bir ilgisi bulunmaz, genellikle. En azından yetişkin edebiyatı alanında hal böyle.

Peki, aynı şeyi çocuk edebiyatı ve öğretmen kökenli yazarlar için de söyleyebilir miyiz?

Kararsız mı kaldınız? Öyleyse başka bir soruya geçelim. Sizce bir yazar kitabının önsözünde kimlere seslenir? Okurlarına, mı dediniz? Yoksa, söz konusu çocuk kitabı yazarıysa genel olarak çocuklara da seslenebilir, diye mi düşünüyorsunuz? Evet, bizce de her ikisi akla yatkın.

Ama ya o yazar öğretmen kökenliyse? Bu durumda o yazarın çocuk kitabına, “Sevgili Öğrencilerim,” diye başlamasını doğal mı karşılarsınız?

Açıkçası biz doğal karşılamıyoruz. Geçmişte böyle yapmış edebiyatçılar olmuş mudur, aralarında usta isimler var mıdır, bilmiyoruz. Zaten geçmişte böyle yapanları tartışmıyoruz. Bugün, yani 2000’li yıllarda, hâlâ çocuklara okurdan önce öğrenci gözüyle bakan yazar ve yayıncıların yaklaşımını tartışıyoruz.

“Sevgili Öğrencilerim,” diye başlayan ve “Sizleri çok seviyorum… Önce Sevgili Atatürk’e, sonra, size ve bana emek veren tüm öğretmenlerimize borçluluk duyuyorum,”  gibi cümlelerle boyutlanan, örneklediğimiz Önsöz, Nisan 2012’de Can Çocuk’tan çıkmış Şahsene Camız’ın Bücürük ve Büyücü Ablası adlı kitaba ait.

Aslını isterseniz sözümüz yazara, ya da en azından yalnızca yazara değil. Sayın Camız’ın 20 yıldan uzun öğretmenlik geçmişinin kendini yazınsal veriminde bu kadar (didaktik) hissettirmesi yanlış elbette. Ama bir parça da anlaşılır. Üstelik Şahsene Camız yukardaki satırları yazarken büyük ihtimalle son derece samimi de. Tıpkı benzer önsözlere ya da benzer içeriklere sahip başka başka didaktik çocuk kitabı yazarlarının samimiyetinden ve içtenliğinden şüphe etmediğimiz gibi.

Ama onlar samimi ve içten diye, onların kitaplarını yayınlayanların tutumunu da öyle kabul edeceğiz diye bir şey yok. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının geleceğine etki edebilen, onu yönlendirebilecek güce sahip bir yayıneviyseniz (ki Can Çocuk bu yayınevlerinden sadece biri) bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmeniz beklenir.

Beklentimizi somutlayalım. Çağdaş Türkiye çocuk edebiyatının belli edebi nitelikler taşıması ve didaktik yaklaşımların da aşılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Yayınevi olarak kendinizi edebiyat alanında mı konumlandırıyorsunuz/tanımlıyorsunuz? Çocuk edebiyatını geliştirmek, ileri taşımak iddiasıyla mı hareket ediyorsunuz? O halde yayınladığınız kitaplar da bu çerçevenin içine oturmalı, bu iddiaya uymalı.

Kuşkusuz, yayınlanan kitaplar içinde zayıflıklar ya da zaaflar taşıyanlar da çıkacaktır. Ama açık bir şekilde ret ettiğiniz bir yaklaşımı açık ve net bir şekilde yansıtan kitaplar (da) basmak, zayıf ya da zaaflı kitaplar (da) basmaktan farklı bir şeydir.

Buradan geldik yine örnek kitabımız Bücürük’le Büyücü Ablası’na.  Altıncı  yaş gününü yeni kutlamış küçük bir kızın gündelik yaşamını konu eden eserden birkaç (tamam, dürüst olalım, birçok) alıntı yapalım:

“Okulum kocamaaan! Bahçesi de çok ama çok geniş. Çeşitli oyuncaklar hatta kaydırak bile var. Sevgili Atatürk’ün alçıdan yapılmış başını (buna büst dediğini daha sonra öğrendim) ve iki yanındaki yazıları gördüm. Bana bakıyordu o güzel gözleriyle. ‘Oku kızım! Okumalı, bilgili ve çok başarılı olmalısın!’ diyordu sanki bana. ‘Okuyacağım. Çok bilgili ve başarılı olacağım, söz Ata’m!’ dedim içimden.” (s. 43)

“Okulda olmak gerçekten çok güzel! Bugün harika bir çocuk şarkısı öğrendik. ‘Ata’mıza sevgimizi anlatıyormuş. Sözleri şöyle: Atatürk ölmediii/Kalbimizde yaşıyor!/Bu uygarlık savaşındaaa/Bayrağıı o taşıyoor!/Bayrağıı o taşıyoor! (…)Sevgili Atatürk’ümüzü anlattı yine öğretmenimiz. Bugünleri O’na ve silah arkadaşlarına borçlu olduğumuzu…” (s. 55)

“Sabah kalkınca annem: -Efsun’cuğum bugün, çok sevdiğimiz Ata’mızın ölüm günü, dedi. –Ama O şimdi ölmedi ki! – Elbette şimdi değil! Çünkü o, bizimle yaşıyor. O’nu çok seviyoruz ya. İnsanlar unutulursa ölürler bir tanem! Suratını asma. Geleceğin Atatürk’ü sizlersiniz. O’nu gerçekten seven, çok çalışır, unutmamalısın bunu. – Nasıl unuturum anneciğim, böyle güzel anlatırsanız?” (s. 56)

Ağaçların tümü çok güzel. Bize onlar oksijen veriyormuş. Yaşamımızın sürmesi için çok gerekli bir şeymiş oksijen. Sonra, beşikten mezara ondan yararlanıyormuşuz. Benim anlamadığımı fark edince, ‘Doğumdan, ölüme dek yani yaşamımız boyunca onlar bize çok gerekli, tatlı Büyücüm benim!’ dedi anneciğim.” (s. 62)

“Karnemi alıp öteki dedemlere gittik. Kocaman ailemiz kutladı tek tek. Küçük armağanlar almışlar, bazıları da para verdi. Ne güzel! Her zaman karnem güzel olmalı, diye düşünüyordum. ‘Böyle olsun da yine bana böyle güzel armağanlar alsınlar!’ deyivermişim. Anneciğim düzeltti hemen, “Armağan için değil, bilgili ve başarılı bir insan olmak için çalışmalısın. Bu, senin sorumluluğun bir tanem!’ dedi.” (s. 67)

“Bilmecede ne diyordu? Soğuk güldürürmüş ama sıcak öldürürmüş. Annem de söylemişti, güneşin ısısı yükseldikçe erirmiş kardan adamla kardan kadın. Öğretmenimiz de, ‘Unutmayın çocuklar, yaşayabilmek için güneşe çok gereksinimiz var. Tüm canlıların da öyle!’ demişti bize. /Bizi yaşatan güneşimiz, onları öldürüyormuş, yazık! Neden böyle acaba? Bunu da anlatır babam ya da annem, bana. Çocuk olmak çok güzel ama bir şeyleri hep sorup öğrenmek zorundayız. Ama gelecek yıl kitaplarımdan öğrenirim her bir şeyi. Yaşasııın okul! Yaşasıın kitaplar!” (s. 77)

“Biliyor musunuz, iki kişinin ikisi de aynı ebemkuşağını göremezmiş, Yani Bücürük’ün gördüğüyle benimki aynı değilmiş. Beni şaşırtan öyle şeyler öğreniyorum ki. Öğrenmek ne güzel şey!(…) Tüm dünya insanları çok severmiş onu. Umut ve şans sembolü olarak kabul ederlermiş. Sibirya’da ‘Güneş’in dili’ olarak düşünülürmüş.” (s.82)

“Ülkemizin güneyinde olduğumuz için böyle ılıkmış kışlarımız. Annem, kollarımı açtırdı. Sağ kolumu güneşin doğduğu yöne uzattım. Sağ kolumun gösterdiği yön, doğuymuş.  Çok sevdiğim güneş, oradan doğuyormuş. Sol kolumun gösterdiği yön, batıymış. Sevgili güneş oradan batıyormuş. Yüzümü döndüğüm yön kuzey, sırtımı döndüğüm yön de güneymiş. Yönleri öğrendim bugün, ne güzel. Her gün, yeni bir şey öğreniyorum ben. Neydi? Doğu, bazı, kuzey ve neydi anneciğim? Güneey! Güneey! Yaşasıın!” (s. 86)

Ölüdeniz, dünyanın en güzel yerlerinden, en temiz denizlerinden birisiymiş. Bakınca renkli kalın çizgiler görülüyor; yeşil, mavi ve koyu mavi. Pardon, söylediğim o son rengin adı, lacivertmiş. Hatta denizde ‘mor’ bir çizgi bile görülüyordu.” (s. 90)

“Yıllarca, Rumlarla Müslümanlar burada dostlukla yaşamışlar. Cumhuriyet döneminde, komşumuz Yunanistan’la bir anlaşma yapmışız. Buradaki Rumlar Yunanistan’a gitmiş, oradaki Türkler buraya gelmiş. Yamaçtaki o iki bine yakın evde pek oturulmamış.” (s. 96)

“Öyle çok sevindim ki! Hemen açtım paketi. Elbette, annemin öğrettiği gibi önce teşekkür ettim, yanaklarını öptüm onun. Paketten ne çıktı dersiniz? Bir kumbara! Anlattılar annemle birlikte. Bana verilen paraları biriktirmem gerekiyormuş. ‘Damlaya damlaya göl olur!’ dedi dedem. Allah, Allah! Bu büyükler de ne çok şey biliyorlar! Bu da ‘atasözü’ymüş. Aynı deyimlerimiz gibi, bilmecelerimizin bazıları gibi bize miras kalmış.” (s. 105)

Doğrusu bu kadar alıntıdan sonra ofladığınızı duyar gibi olduk. Sahi, sıkıldınız mı?  Yoksa kendinizi birden ilkokul sıralarına geri dönmüş gibi mi hissettiniz? Belki nostalji yapmak hoşunuza bile gitti. Fena mı, Atatürk sevginizi tazelediniz, bilmece-bulmacalar, atasözleri dinlediniz, yönleri hatırladınız ve Ölüdeniz’den mübadeleye okul zamanınızdan kalma birçok genel kültür bilginizi sınadınız.

İyi de, bu bir edebiyat eleştirisi! Eleştirilen de bir çocuk kitabı. Ama didaktik cümlelerle o kadar doldurulmuş ki, edebiyata pek az yer kalmış. Tabii akıcı bir dil ve küçük bir kızın yeni doğan kardeşini önce kıskanmasına,  sonra da bu kıskançlığın saçmalığına öylece ayırdına varmasına dayanan bir kurgu (pek az da olsa) edebiyat demek için yeterse. Derinlikli bir edebiyat eleştirisine yetmediği kesin ne yazık ki…

Hadi, kurgunun nasıl çözüldüğünü göstermek için size bir alıntı daha: “Kardeşim, sabahları beni karşısında görünce şaşırıyor. Yatağından inip yanıma geliyor, yorganımı açıp içine giriveriyor. Ben onu gıdıklıyorum, o da kıkırdıyor. Annemle babam gelince bizi böyle buluyorlar. Onlar da ikimizi kıkırdatıyorlar. Ben, ailemi dünyalar kadar se-vi-yo-rum! Ben, kardeşimi kocaman kocaman dağlar denli seviyorum!” (s. 72)

Doğrusu Atatürk’ü, ailesini, ağaçları, kitapları, o yaşta bir çocuk için öğretmenlerce iyi ve faydalı görülen her şeyi bu kadar seven,  bu kadar bilgiye susamış, Türkçenin inceliklerini öğrenmeye bu kadar can atan o küçük kızı kafamızda değil gerçek bir çocuk, bir edebiyat metninin kahramanı olarak dahi canlandıramıyoruz. Gözümüzün önüne gelen öğretmeninin göz bebeği örnek bir ilkokul öğrencisi bile sayılmaz. Olsa olsa onun karikatürü.

Peki, çocuk edebiyatında didaktik yaklaşımı sözde daima eleştiren yayıncılar böylesi bir çocuk kitabı kahramanında ne bulmuş, ne keşfetmiş olabilirler? Okulların okuma listelerine giriş biletini cebinde taşıdığını mı?

İşte biz bu tutumu samimi bulmuyoruz. Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yayınevleri de ticari kurumlar. Onlar da acımasız piyasa kurallarında iş yapmak zorundalar. Kimi zaman satış politikalarının edebiyatı nasıl gölgelediğini hepimiz görüyor, izliyoruz. Ama madem tek başına ticaretle doldurulamayan bir duruşları, misyonları var ve bunu kendileri söylüyorlar, her zaman edebiyatın satışın önüne geçmesini sağlayamazlarsa da (ki bizce bunu sağlamak bir edebiyat yayıncısının en temel görevi), hiç değilse satış politikalarının çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine zarar vermesine göz yummamalılar. 

Sözümüz elbette yalnızca Can Çocuk’a değil. Bu alanda kendini en nitelikli, en öncü, en uzman gören yayınevleri son dönemde yayınladıkları kimi kitaplara bu gözle samimiyetle dönüp baksalar, bir çoğu en az Can Çocuk kadar bu yazının muhatabı olduklarını görebilirler. Onların görmediğini / göstermemeyi yeğlediğini ise biz gözler önüne sermeye devam edeceğiz. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının yalnızca sözde değil, gerçekten de didaktik yaklaşımdan arınmaya ihtiyacı var. Ve bunun tek yolu, (kendimizi yeniden ve bıkmadan tekrarlamaktan yorulmayacağız) çocuk ve gençlik kitabı yayıncılarının okul eksenli satış politikalarından vazgeçip, okura ulaşmanın alternatif yollarını (kitapçı satışı, edebiyat festivalleri, kamusal alanda yaratıcı okuma faaliyetleri vb.) kullanmaları, bu yolları aramaları, gerekirse de yaratmaları.*

* Belki bu yazımızın konusuna girmiyor, ama son sansür ve özellikle de otosansür uygulamaları da doğrudan bu çarpık satış politikasından besleniyor...

Not: Vurgular bize ait.

3 Şubat 2013 Pazar

Bize ait olmayan bir eleştiri

Son günlerde kitap eleştirisine gereken zamanı ayıramadık. Ama biz yeni yazımızı yazıncaya kadar "eleştirel" eleştiriden yoksun kalmayasınız diye İyi Kitap'ın Şubat 2013 sayısında yayınlanan ve bizim metne/alıntılara dayalı eleştiri tarzımızdan epey farklı da olsa genel övgü ve tanıtım yazılarının arasından sıyrılan bir yazıyı yayınlıyoruz. Kitedit olarak konu edilen kitabı henüz eleştirel bir gözle ele almadığımız için görüşlerimizi ve her zamanki gibi kitabın yazarının yanıt hakkını saklı tuttuğumuzu da belirtelim. Eleştirinin yazarı Şiirsel Taş'tan izin almadık, ama umarız ne onun, ne İyi Kitap'ın eleştiriyi burada yayınlamamıza itirazı yoktur. Fotoğrafı açamayanlar için burada da linki var:

http://gunisigikitapligi.com/wp-content/uploads/2013/02/010213-IyiKitap.pdf











28 Ocak 2013 Pazartesi

Türkiye çocuk edebiyatında vasatlık


Çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında döne döne işlenen bazı konuların varlığı dikkat çekiyor: Okula başlamak, aileye yeni bir üyenin katılması/kardeş kıskançlığı, doğa ve hayvan sevgisi /çevrecilik, ilk ergenlik sıkıntıları, dostluk ve dayanışma, tarihsel eser kaçakçılığı… Liste uzatılabilir.
Bazı konuların genel ya da dönemsel olarak çocuk ve gençlik edebiyatında görece sık yer bulması ülkemize özgü değil. Tıpkı, aynı konuların farklı yazarlar tarafından yeniden ve yeniden işlenmesi çocuk ve gençlik edebiyatına özgü olmadığı gibi. Yetişkin edebiyatı bunun sayısız örnekleriyle dolu.  Dahası aşk romanı, kadın romanı, göçmen edebiyatı gibi bazı edebiyat “türleri” basbayağı konu bütünlüğüne/benzerliğine dayanıyor. Ki buna genç yetişkin edebiyatı da dahil edilebilir, hatta edilmeli.
Neden mi? Çünkü genç yetişkin edebiyatı aslında tematik bir tanımlama. Nasıl kadın romanında kahraman çoğunlukla kadınsa, genç yetişkin romanının kahramanı da yaşça gençtir. Nasıl göçmen edebiyatı daha çok göçmenlerin hayatını, sorunlarını konu ediyorsa, genç yetişkin edebiyatı da daha çok yaşça genç olanların ilgi alanına giren temaları işliyor.
Buraya kadar çocuk ve gençlik edebiyatı da pek farklı görünmüyor: Kahramanlar çoğunlukla çocuk ya da gençlerden oluşuyor ve çocuk ya da gençlerin yaşamını dolaylı/dolaysız etkileyen konular işleniyor.
Peki, bu benzerliklere bakarak çocuk ve gençlik edebiyatının tıpkı genç yetişkin ya da kadın edebiyatı gibi konu bütünlüğüne/benzerliğine dayandığını söyleyebilir miyiz? Çocuk edebiyatının tarihsel gelişimi ve bilimsel temelleriyle ilgilenenler, bu alandaki akademik literatürü takip edenler bu soruya “elbette, hayır!” diye yanıt verecektir.
“Hayır” yanıtına bir itirazımız yok.” Elbette” kısmının gerçek bir bilince denk geldiğine ilişkin bazı tereddütlerimiz var ama. Çünkü Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının reel durumuna (o reel durumu oluşturan güncel örneklerine) baktığımızda, teoride “elbette hayır!” diyenlerin pratikte “eh n’apalım, evet!”i uyguladıklarını görüyoruz.
“Eh, n’apalım, evet!” tutumunun somut görüngülerine ve onun eleştirisine yazımızın ilerleyen aşamalarında geleceğiz. Ama ondan önce -eleştirimizin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için-  teoride kabul edilen “çocuk ve gençlik edebiyatı tanımı tematik ayrımlara dayanmaz” saptamasını biraz açmak istiyoruz.
Yöntem olarak, gerçekten konu bütünlüğü/benzerliği üzerinde yükselen kadın, göçmen ya da genç yekişkin edebiyatını çocuk ve gençlik edebiyatıyla karşılaştıracağız.
Göçmen edebiyatından başlayalım. Göçmen edebiyatı, daha çok göçmenleri ya da göçmenlerle/göçmen sorunuyla temas edenleri ilgilendirdiği var sayılan edebiyat eserlerinin toplandığı bir konu başlığı.(Bazen de göçmen yazarların yazdığı kitaplar bu gruba dahil ediliyor). Türkiye’nin aksine Avrupa’nın köklü bir göçmen ‘sorunu’ ve buna paralel olarak da güçlü bir göçmen edebiyatı var.
Örneği somutlaştırmak için Avrupa’da yaşayan bir göçmen ve edebiyat okuru olduğunuzu düşünün. Göçmen edebiyatı doğal olarak ilginizi çekebilir. Hatta kitap seçerken göçmen edebiyatına öncelik verebilirsiniz. Ama tersi de mümkün. Üstelik tersi durumun (yani bir göçmen olarak göçmen konulu kitaplarla ilgilenmemeniz ve onları okumamanız) edebiyat okurluğunuz üzerinde belirleyici bir etkisi yok. Bu, göçmen edebiyatı sınıfına dahil edilen nitelikli bir eserin size çok şey katabileceği gerçeğini yadsımıyor, ama bir göçmen olarak edebiyat okuru olmak için göçmen edebiyatı okumanız da gerekmiyor. Aynı durum kadın ya da genç yetişkin edebiyatı için de geçerli. Nasıl ki bir kadının edebiyat okurluğuna terfi edebilmesi için kadın edebiyatı basamağına ihtiyaç duymuyorsa, genç yetişkine de öyle bir basamak “ihtiyaç” adı altında dayatılamaz.
Tabii tüm bunlardan kadın, göçmen ya da genç yetişkin edebiyatının temelsiz, fonksiyonsuz eserlerden oluştuğu sonucu çıkarılmamalı. Her şeyden önce bu konu başlıkları altında toplanan edebiyatın içinden, edebi nitelikleri bakımından başka başka konular işleyen edebiyat eserleriyle rahatlıkla yarışabilecek bir dizi kitap çıkıyor. İkincisi, bu kitaplar çeşitli sosyal sorunlarla ilgili toplumsal duyarlılığa katkı sunuyor.
Bu noktada çocuk edebiyatıyla yine bir paralellik kurabiliriz. Çocuk edebiyatı hem toplumun çocuğu nasıl gördüğünü, konumlandırdığını yansıtan bir ayna gibidir, hem de çocuğu ve onun toplumsal gerçekliğini daha iyi anlamamızı, ihtiyaç ve hakları konusunda farkındalık geliştirmemizi sağlıyor.
Ama şimdi yetişkin okur konumumuzdan bir an için sıyrılalım ve çocuk olduğumuzu düşünelim. Çocuk olarak edebiyat dünyasına girmemize olanak sağlayan tek kapı çocuk ve gençlik kitapları. Edebiyat okurluğu açısından bir kadının yalnızca kadın romanları, genç bir yetişkinin yalnızca genç yetişkin romanları okuması  dıştan bakıldığında “yoksulluk”,  içten bakıldığında “özgür bir seçim/tercih” iken bir çocuğun yalnızca çocuk kitapları okuması verili durumun kendisi, üstelik de kaçınılmazdır.
Peki, çocuğu çocuk edebiyatına mahkûm eden olgu nedir?  Yetişkin kitaplarında işlenen konular mı? Edebiyata giren aşk, şiddet, cinsellik, ihanet, karmaşık aile ilişkileri, yalnızlık gibi temel meseleler ya da sıradan insanlık hallerinin bin bir yüzü mü? Yok, canım! Sonuçta, kadın, erkek, göçmen, genç yetişkin, çocuk… hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Evet ,“tipik kadın konuları” gibi “tipik çocuk konuları” diye tanımlanan bazı konular var. Ama ne kadınların ne çocukların dünyası bu tipik konularla sınırlı, kimi zaman bu konular/sorunlar dünyalarına bile girmiyor. Zaten çocukların kadınlardan/ göçmenlerden/ genç yetişkinlerden farklı olarak dünyalarına girsin girmesin, her türlü meseleyi işleyen yetişkin kitapları oku(ya)mamalarının nedeni konularda değil işleyişte düğümleniyor. 
Eh, zaten “elbette hayır!” yanıtını verenler bunu biliyor. Zaman zaman aralarından, çocuk kitaplarına daha çok konunun girmesi gerektiğine dair sesler de yükseliyor. Doksanlı yıllarda boşanma da olmalı çocuk kitaplarında, ilk aşk da … deniyordu. İki binli yıllarda buna ölüm, savaş, öteki gibi daha “zor” görünen konular da eklendi. Daha da ileri gidip, Hollanda’da eşcinsel evliliği işleyen çocuk kitapları var, bizde niye olmasın diyenler de çıkıyor. Tıpkı, çocuklarımızı ithal konularla mı büyüteceğiz, ülkemizde konu mu bitti, diyenler çıktığı gibi.
Ortak olan nokta çocuk ve gençlik edebiyatının genelde konu eksenli tartışılması.  Süren sansür skandalında ayyuka çıkan “şu kitapta cinsellik var, müstehcen”, “şu romanda şiddet ve küfür var, uygunsuz” türü yaklaşımları tartışmamızın dışına bırakıp, kendimize bakalım. “Edebiyatta önemli olan konu değil, işleyiştir,” cümlesi gelinen yerde orta okul müfredatında  bile yer bulurken, neden çocuk ve gençlik edebiyatı söz konusu olduğunda sürekli konuyu tartışıyor ve asıl önemli noktayı, yani işleyişi es geçiyoruz? Hem de çocuk ile yetişkin edebiyatı esas olarak işleyişte ayrılıyorken?
Avrupa çocuk ve gençlik edebiyatının gözümüze zengin, özgün ve farklı görünmesinde konu çeşitliliğinin de payı var kuşkusuz. Andreas Steinhöfel’in yazıp Tudem’in yayın programına aldığı (ve sabırsızlıkla kitapçılara çıkmasını beklediğimiz) Rico, Oskar ve Derin Gölgeler adlı kitap konsomatris bir annenin zihinsel engelli çocuğu gözünden bir polisiye ve dostluk hikâyesi anlatıyor örneğin. Ama bu kitabı eşsiz ve olağanüstü kılan (2009’da uluslararası Alman Gençlik Edebiyatı ödülünü aldı) ne annenin konsomatrisliği, ne Rico’nun kendi deyimiyle “alt zekâlı” olması, ne de konu zenginliği. Bu kitabı benzersiz yapan özgün, yenilikçi ve yaratıcı anlatımı. Rico’nun kitaptaki rolü, sanılabileceğinin aksine zihinsel engellilere dönük farkındalık yaratmak falan değil. Yazar Rico aracıyla “engelliler de var”  mesajı verme kaygısı da gütmüyor. Okur Rico’nun bakış açısı üzerinden dünyaya ve onun karmaşık sorunlarına çok farklı, alışılmadık bir mantık üzerinden yaklaşma şansı buluyor. Yazar “alt zekâlı” Rico’nun karşısına üst zekâlı Oskar’ı çıkartırken, dostluğun her türlü farklılıklara rağmen mümkün olduğunu anlatıyor gibi görünüyor.  Oysa alt metinde aslında Rico’nun hayata bakışıyla Oscar’ın hayata bakışı çatışıyor. Rico, yerde bulduğu ve aklı başında kimsenin dönüp bakmayacağı bir büzgülü makarnanın kaynağını merak ettiği ve kendine yine aklı başında kimsenin kolay kolay sormayacağı aykırı sorular sorduğu için, hayal gücünün de yardımıyla karmaşık bir polisiye olayını çözerken; neredeyse her şeyi, her şeyden önce de her şeyin riskini bilen Oskar kendini hayattan bir kaskla korumaya çalışıyor. Kısacası bu kitapta derin bir felsefe, özgün bir hikâye ve yaratıcı, sanatsal bir anlatım buluşmuş, çocukların okuma ve hayat deneyimine uygun bir şekilde işlenmiş durumda.
Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yayınevlerine, özellikle de bunu belli bir iddiayla yapanlara baktığımızda, ya da Rico, Oskar ve Derin Gölgeleri Tudem’in genel yayın çizgisiyle karşılaştırdığımızda ilginç bir çelişki çıkıyor karşımıza.
Ne demeye çalıştığımızı daha iyi anlamak için Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son iki kitabı arka arkaya okuyun: Yerde Ağır Gökte Hafif/Zoran Drvenkar ve Gevrekçiii/Hacer Kılcıoğlu. Burada her iki kitabın eleştirisine uzun uzun giremeyeceğiz. Ama birincisindeki heyecan verici özgünlüğü (şişmanlık ya da farklı olma gibi son derece basit/bilindik bir fikre dayanıyor görünse de), edebi tadı ve konuyu işleyişteki sanatsal yaratıcılığı ikincisinde bulamadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.
Editöre bakıyoruz, aynı kişi. Kabul, ülkemizde çeviri eserlerin seçiminde çevirmenin rolü büyük. Ama nihayetinde son kararı editör/yayın kurulu veriyor. Öyleyse yayınevleri programlarını oluştururken Türkçe ve çeviri eserleri farklı kıstaslara göre mi değerlendiriyor? Yoksa sorun yazarda mı düğümleniyor? Avrupa’daki yazarlar daha mı başarılı, daha mı yetkin? Peki öyleyse, son dönemde dünyaya açılan, birçok farklı dile çevrilen çağdaş Türkiyeli yazarlarımız nasıl yetişiyor? Yetişkin edebiyatında iyiyiz, ama çocuk ve gençlik edebiyatında işi henüz kıvıramadık mı?
Kuşkusuz bu soruların hepsini sormalıyız. Ama tek başına hiçbirinin yanıtı tatminkâr değil.
Sorgulamaya devam edelim öyleyse. Yıllar önce Roald Dahl’ın unutulmaz Çikolata Fabrikası’nı yayınlamış bir yayınevi (evet, bildiniz Can Çocuk), yıllar sonra hâlâ “Yemekten sonra ellerimi yıkıyorum. Bir süre sonra meyvemi yiyorum. Kardeşime de annem yardım ediyor. Sonra ellerimi, yüzümü yıkıyorum, dişlerimi fırçalıyorum. Bademciklerim yine kızarmasın diye “gulu gulu” adaçayı gargarası yapıyorum. Annem ya da babam masalımı anlatıyor, uyuyorum” türü paragraflarla dolu çocuk kitapları yayınlamasına ne demeli? (İşin aslını isterseniz bu yazı aslında alıntıladığımız Şahsene Camız’ın Bücürük’le Büyücü Ablası adlı kitabın eleştirisi olacaktı, ama giriş niyetine yazılanlar çoktan bağımsız bir yazı karakteri kazandı, kitap eleştirisi de başka zamana kaldı …)
Belki de tıpkı “alt zekâlı” Rico gibi, olaya bambaşka bir açıdan bakmayı denemeli. Bizim yerde bulduğumuz makarnanın adı pazarlama olsun mesela. Öyle ya, edebiyattan değil pazarlamadan bakıldığında telif eserlerin birçok avantajı, birçok kolaylığı var. Özellikle de çocuk ve gençlik edebiyatında. Türkiyeli bir yazar annesi konsomatris, kendi zihinsel engelli bir çocuğun romanını yazdığında o kitabı okuma listesine sokmanız, özel okullarda sınıf bazında satmanız imkânsıza yakın. Aynı şeyi yabancı bir yazar yaptığında okuldaki öğretmeni bir biçimde ikna edebilirsiniz ama: Yurtdışında şöyle şöyle başarılar sağlamış, şu şu uluslararası ödülleri kazanmış, dünyaca tanınmış bilmem kim yazdı derseniz kitabın yolu açılır çoğunlukla.
Şimdi buna, yayınevlerinde çalışıp da kitap satmak için okulları arşınlayan, öğretmenlerle yüz yüze görüşen kurumsal müşteri temsilcileri “okullarda Türk yazarların eserlerini satmak daha kolay” savıyla karşı çıkacaktır mutlaka. Üstelik de haklılar. Evet, okullarda Türk yazarların kitaplarını satmak daha kolay. Eğer yazar tanınmış ve kanıtlanmışsa. Eğer yazar kimliğinin ötesinde öğretmen, gazeteci, belgeselci, kütüphaneci türü güven uyandıran bir “ek kimliği” varsa. Eğer konsomatris ya da var olmanın dayanılmaz hafifliği (Zoran Drvenkar’ın son çocuk kitabının Türkçede orijinal adıyla çıkmaması ne yazıktır…) falan gibi sakıncalı, riskli, öğretmenler ve veliler tarafından yanlış anlaşılabilecek konulara girmiyorsa. Eğer…
Eğerler çoğaltılabilir. Reelde çoğalıyor zaten. Ve çoğaldığı içindir ki Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı her yeni dönem birkaç yeni başlık eklenen (bu dün çevrecilik, yarın şiddet olabilir) tipik çocuk konularının ötesine taşmıyor, anlatım ve kurguda sanatsal yaratının tüm olanaklarından yararlanan bir yaratıcılık, özgünlük, yenilik sergileyemiyor. (Yanlış anlamaya eğilimli olanlara hatırlatmakta fayda var: Burada genel tablodan bahsediyoruz, tablodan ayrılan istisnalardan değil)
Hal böyleyken, yayınevlerinin daha doğrusu editörlerin ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatında heyecan verici, yeni genç seslerin çıkmamasından sık sık yakınması çelişki aslında. Öte yandan, yayınevlerinde yığılan dosyaların çoğunun orta yaşı geçkin emeklilere, çoğunlukla da öğretmen emeklilerine ait olduğu da bir gerçek.  Orta yaşı geçkin (öğretmen) emeklileri arasında heyecan verici kalemler çıkmaz demiyoruz. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı bunun aksini kanıtlayan parlak örnekler barındırıyor. Ama Kitedit olarak biz de genç yazarların, yeteneklerin genel manzarayı belirlemesini, bu alana tazelik ve yenilik getirmesini özlemekten kendimizi alamıyoruz.
Hah, sonunda sorunun kaynağına ulaşabildik galiba: Çocuk edebiyatına gönül vermiş genç yazarlar! Editörler doğru söylüyor, yoklar işte, yoklar!
Keşke mesele bu kadar kolay olsa. Ama editörler (istisnalar elbette var) haksız yere yakınıyor. Birçok editör kolaycılığı seçiyor. Genç yazar yetiştirmek, sıradan çoğunluğun içinden gerçekten umut vaat edeni bulup çıkarmak, ona cesaret vermek, önünü ve ufkunu açmak, dosyasıyla uğraşmak zahmetli. Zahmet de önemli değil, adı sanı duyulmamış genç, hele de ilginç, cüretkâr bir sese yatırım yapmak riskli çocuk ve gençlik edebiyatında.
Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı pazarını belirleyen yayınevlerinde çalışan editörlerin bu riske girmekten çoğu kez sakındığını, giderek edebiyatçı gibi değil pazarlamacı gibi düşünmeye başladığını söylemek belki biraz ağır kaçacak. Ama bazen bazı şeyleri adıyla anmak kaçınılmaz.
Bu, ülkemiz çocuk ve gençlik edebiyatına kafa yoran, emek veren, her tarafından yaratıcılık ve özgünlük fışkıran genç yazarlar kaynıyor, editörler onların önünü kesiyor anlamına gelmiyor kuşkusuz. Öyle çocuk ve gençlik edebiyatı yazarları sahiden de yok denecek kadar az ya da gözle görünür şekilde ortaya çıkmıyorlar.
Ne var ki bu durum da yayınevlerinin gerçekliğinden, Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının verili durumundan besleniyor. Diyelim ki gençsiniz, heyecanlısınız, yazar olmak istiyorsunuz, çocuk ve gençlik edebiyatına ilgi duyuyorsunuz ve … üç nokta yerine ve kitaba dönüşebilecek müthiş, çılgın bir fikriniz var, diye yazmaya yeltenecektik az daha.  Oysa büyük ihtimalle, çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatını kıyıdan köşeden izliyorsanız (medya ve yayınevi yönlendirmesi yüzünden sapla sapanın karıştığı bugünkü ortamda kesinlikle yok saymadığımız, aksine çok önemsediğimiz nitelikli örneklerin, güçlü yazarların genel tabloyu ne yazık ki belirleyemediğini düşünüyoruz) o müthiş ve çılgın fikriniz oluşma imkânı bile bulamayacak. 2011’de, 2012’de hatta 2013’te bu alanın en saygın yayınevleri tarafından yayınlanan çocuk kitaplarının önemli bir kısmı hâlâ yemekten sonra ellerimi yıkıyorum, meyvemi yiyorum, masalımı dinliyorum minvalinde ilerlerken çocuklara konsomatris bir anneden, derin felsefi sorunlardan ya da gökyüzünde pelüş yarasalar gibi uçuşan şişkolardan bahsedebileceğiniz nereden aklınıza gelsin ki?!
Hadi geldi diyelim. Yabancı yazarlar üzerinden, ithal konular üzerinden geldi hem de. Bu ilham sizi kanatlandırabilir de, daha edebiyat veriminizin başında özgünlüğünüzü yaralayabilir de. Bir de bakmışsınız ki müthiş, çılgın fikriniz taklit, ikinci el bir ürüne dönüşmüş. Bir de bakmışsınız ki, bu ülke koşullarında yaşayan çocukların gerçekliğiyle hiçbir bağı olmayan ciks (sabun köpüğü ya da eğlencelik de diyebiliriz buna) bir dosya sahibi oldunuz. Üstelik içinizden bir ses bu dosyanın, hiçbir zaman sonuna kadar götüremediğiniz asıl özgün, çılgın, yaratıcı kitap fikrinizden daha fazla yayınlanma şansı olduğunu söylüyor…
Yalan mı?
Son soruya samimiyetle yanıt verdiğimizde sorunun kaynağının yazarda değil, yazarı ve kitabı seçen, yayın programını şekillendiren editörde, daha doğrusu editörü giderek pazarlamacı konumuna iten yayınevlerinin işleyişinde yattığını daha rahat görürüz.
Peki, benzer belki de daha ağır pazar koşullarında varlık gösteren Avrupa yayınevleri bu sorunu nasıl çözmüş? Aslına bakılırsa Avrupa’da çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayanların sorunu Türkiye’de aynı alanda faaliyet gösteren yayınevlerinin sorunuyla örtüşmüyor. Tamam, orada da editörler giderek daha çok pazar koşullarına teslim oluyorlar. Ama oradaki “müşteri” kitlesi tamamıyla farklı. Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatını hâlâ esasta okullara, demek oluyor ki öğretmenlere satmaya çalışıyoruz. Avrupa’daysa çocuk ve gençlik edebiyatının, sanatsal beğenisi görece gelişmiş, pedagojik kaygılardan az çok arınmış, “sivil” bir alıcı profili var.
Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı için sanatsal beğenisi gelişmiş, pedagojik kaygılardan arınmış, “sivil” bir alıcı profili yaratmak elbet tek başına yayınevlerinin omuzlarına bırakılabilecek bir yük değil. Ancak bu noktada yayınevlerinin okul endeksli satış politikalarını değiştirmek gibi büyük bir sorumluluğu var. Editörlere de iş düşüyor kuşkusuz. Edebiyata sahip çıkmalı, ilkeli davranmalı ve sırf güvenli (satış garantili) diye vasat, bıktırıcı denli sıradan eserler yayınlamaktan artık vazgeçmeliler. Ya da en azından satış garantili ama vasat eserler yayınlarken, bunları çocuk edebiyatının güzide örnekleri, edebiyat şaheserleri gibi yansıtma ölçüsüzlüğüne (ki alıcı kitle profilimizin sanatsal beğenisinin gelişmemesinin arkasında bu da var) gitmesinler. Gerçek edebiyat eleştirisine ön ayak olamıyorlarsa bile, hiç değilse engel olmaya kalkmasınlar.
Unutmasınlar ki, başka ülke editörlerinin vasatlar arasından bulup çıkardığı, yayına hazırladığı, son halini almış, ülkesinde başarı sağlamış, belki de ödül kazanarak kendini kanıtlamış eserlerin içinden ülkemiz için en “doğrusunu” seçmek editörlüğün yalnızca bir yönü. Üstelik daha önce de vurguladığımız gibi bu görevi birçok yayınevinde çevirmenler üstleniyor, en azından paylaşıyor. Yazar yetiştirmek, umut vaat eden bir dosyanın vaadini yerine getiren bir esere dönüşmesine zemin hazırlamak, geleceğe/genç yazarlara yatırım yaparken başarısız olmayı da göze almak… işte, çocuk ve gençlik edebiyatında söz sahibi editörlerin hatırlaması gereken görevlerden bazıları.
Evet, bu yazımızda editörlere çok yüklendiğimizin farkındayız. Ama onlar biraz riske girerse, biraz zahmete katlanırlarsa, çok daha büyük riskleri, zahmetleri göğüslemeye hazır genç kalemlerin müthiş ve çılgın fikirlerinin en özgün yaratımlarla çocuk ve gençlik edebiyatında boy göstermeye başlayacağından hiç kuşkumuz yok. Müzikte, çağdaş yetişkin edebiyatında, çizgi romanda, resimde, heykelde var oldukları kadar, bu alanda da var olacaklar. 
Konudan girdik, editörden çıktık, yazının ipini kaçırdık ama derdimizi de anlattık. Anlatamadıysak sorularınızı yanıtlamaya, eksik kaldıysak ya da yanlışa düştüysek farklı, benzer, zenginleştirici görüşlerinizi yayınlamaya hazırız.