Doğan Egmont, 1. Baskı 2012 |
Ama zaten amacımız da bu. Kalıplaşmış bazı anlayışları zorlamak,
hatta kırmak istiyoruz. Çünkü yüzeysel kitap tanıtımlarının, temelsiz
övgülerin, sakız gibi tekrarlanan reklam cümlelerinin, yaygın anlayışın aksine ‘değer
vermek/değer görmek’ değil, ‘ciddiye almamak/ciddiye alınmamak’ olduğunu düşünüyoruz ve bu tutumun edebiyata, ama
özellikle (ciddiye alınmama sorununu henüz tüm kapsamıyla aşamamış olan) çocuk
ve gençlik edebiyatına zarar verdiği fikrinde birleşiyoruz.
Kısacası Çarpık Ev’i,
tam da bu kitabı ciddiye aldığımız, önemsediğimiz için eleştiriyoruz. Her şeyden önce konu ettiği hikâye yok sayamayacağımız özgünlükte bir fikre dayanıyor.
“Gündüzleri göğü delen
apartmanların gölgesinde kalan, akşamları onların ışıklarıyla aydınlanan çarpık
bir ev…”
Hayır, kitabın arka kapağından alıntıladığımız bu tanıtım
cümlesi hikâyenin özgünlüğünü ortaya koymuyor. Öyle ya, gerek uluslararası gerek Türkiye
çocuk ve gençlik edebiyatı, sırlarla
dolu, esrarengiz eski evlerden geçilmiyor.
“Çarpık Ev’i gözetleyen çocuklar onun sırrını çözmeye
çalışıyor, (…)”
Yok, arka kapak yazının devamı da ‘özgün fikir’ konusunda
ipucu vermiyor. Bir grup çocuğun gizemli evin neler sakladığını öğrenmek için
maceraya atılmaları fazlasıyla bildik ve sayısız kere işlenmiş bir konu.
Öyleyse, Çarpık Ev’i
özgün yapan ne? Kitabın özgünlüğü, yukarda kaba çerçevesini çizdiğimiz hikâyenin aslında yüksek güvenlikli sitelere, beton yığınlarının
arasına sıkıştırılan, bakıcılar tarafından kuşatılan, hep ve her şeyden korunan,
gerçek hayattan soyutlanan, ama bir o kadar da yalnız ve donanımsız bırakılan
orta ve üst sınıflara mensup çocukların dramını işlemesine dayanıyor.
Burcu Aktaş, kitabının daha ilk sayfasında okurun dikkatini
buraya, yani Türkiye’de genellikle büyük kentlerde yaşayan ve çoğunlukla
‘şanslı’ addedilen bu çocukların, aslında hiç de o kadar parlak olmayan
‘gerçekliğine’ çekiyor: “Kimi çocuklar anne ve babalarıyla kahvaltı
edip güne başlar, kimileriyse kahvaltı sofrasına bakıcılarıyla otururdu. Onlar
sütlerinden iki yudum almışken, anneleri ya da babaları saatler sürecek bir
toplantıya girmiş olurdu. Çocuklar okul formalarını giyip tüm hazırlıklarını
tamamladıktan sonra bakıcılarıyla vedalaşır, asansöre binip alçalmaya
başlarlardı. 33, 22, 31, 30 …” (s.1)
“Saksağan Sokak’ta yüksekte yaşayan çocuklar"ın hepsi tek
çocuk ve komşu dairelerde ya da komşu apartmanlarda yaşamalarına rağmen
aralarında güçlü bir arkadaşlık bağı yok. Birbirleriyle hiç oynamadıkları gibi,
tanışıklıkları da aynı okul servisine binmenin ötesine geçmiyor. Hepsinin yaşamı okul ve ev, daha doğrusu okul
ve odaları arasında geçiyor. Odalarındaki pencereden bakıyorlar gerçek hayata.
Yok, aslında gerçek hayata değil bahçeli, eski eve
bakıyorlar. Orada olup bitenleri
gözlemlemeye çalışıyorlar. Bahçeli evde birbirine sevgiyle bağlı babaanne Müzeyyen
Hanım ve torunu Peyami’yi izlerken hiç bilmedikleri, hiç tanımadıkları
bir yaşama şahit oluyorlar. Sohbet eden, oyunlar oynayan, hayatın yükünü paylaşan, bitki ve hayvanlarla
iç içe, yaşam dolu, farklı kuşaktan iki insan.
“Gerçekten bakmazsan
göremezsin!” diyor arka kapaktaki son
cümle. Ama bu konuda kitap
kahramanlarına haksızlık yapıyor. Çünkü çocuklar gerçekten bakmadıkları için
değil, baktıkları gerçekliğe yabancı oldukları, onu özdeşleştiremedikleri için
‘göremiyorlar’. Daha doğrusu
gördüklerini (yine kendi gerçekliklerinden beslenen) hayal güçleriyle açıklamak
zorunda kalıyorlar.
Üstelik Müzzeyen Hanım ile Peyami’nin hayatı yalnızca o
çocukların gerçekliğine yabancı değil. Bir bütün olarak günümüz gerçekliğine
yabancı. Zaten bahçeli, çarpık ev bu hikayede gerçekliği değil özlemi
(özlem burada geçmişe dönük nostalji olarak okunabileceği gibi geleceğe dönük
umut olarak da okunabilir) sembolize ediyor.
En azından bizim yorumumuz böyle ve kitabın asıl gücünü
buradan aldığı yönünde. Yok, hayır, düzeltme! Kitap asıl gücünü buradan alsaydı
eleştirimiz büyük ölçüde boşa düşerdi. Bizim eleştirimizin temeli, kitap asıl
gücünü bu özgün fikirden alabilecekken, kolaycı çözümlerle ilerletilen kurgusu,
derinleşemeyen karakterleri ve dikey gettolarda yaşayan çocukların dramına
dokunan ama onların içsel dünyasına gerçek bir kapı aralamayan yüzeysel anlatımı
yüzünden bunu başaramamasına dayanıyor.
Ama adım adım gidelim. İlk olarak ‘kolaycı çözümlerle ilerletilen kurgu’ ile ne kastettiğimizi biraz açalım. Yazar özgün bir fikri (yalıtılmış,
yalnızlaştırılmış, hayattan soyutlanmış çocuklar, çarpık evle başta
anlamlandıramadıkları farklı bir yaşam biçimi keşfediyorlar, onlara dayatılmış
sınırları, etraflarını kuşatan duvarları aştıkları ölçüdeyse hem bastırılan,
içlerindeki gerçek çocuğu özgürlüğe kavuşturuyorlar, hem de hiç tanımadıkları o
farklı yaşama yakınlaşıp, yeni bir gerçekliğe doğru adım atıyorlar) ile çok
denenmiş, bilindik bir macera kitabı kurgusunu (esrarengiz bir evin sırrını
çözmeye çalışan bir grup çocuk) birleştirmeye çalışmış. Haliyle de bazı
güçlüklerle karşılaşmış. Birbirini çok az tanıyan, anne-baba, okul, bakıcı,
apartman güvenlik görevlisi tarafından sürekli denetlenen kitap kahramanlarının
tanışması, bir araya gelmesi, birlikte zaman geçirme olanağı bulması bile başlı
başına birer sorun.
Kitabın başında, Melisa’nın, sabah okul servisinde sızan
Batu’nun sayıklamalarından onunla aynı rüyayı gördüğünü keşfetmesi ve iki
çocuğun “Acaba bizden başkaları da bu rüyaları görüyor mu?” (s.8) diye merak
edip, diğer apartmanlardaki çocuklara bunu sormayı kararlaştırmaları belki müthiş
inandırıcı değil, ama çocukların birbirleriyle temas kurmalarını sağlamak için
yine de az-çok yaratıcı bir hamle sayılır. Ne yazık ki yazarın kurguyu
ilerletmek için başvurduğu daha sonraki çözümlerin çoğu bunun epey gerisinde
kalıyor, üstelik kendini tekrarlıyor:
“Ha, bu arada akşam nöbet tutan güvenlik görevlerini arayıp
yarın sabah servise binmeyeceğinizi söyleyin. Tabii ki annenizin ya da
babanızın sesini taklit ederek. Bu konuda çok başarılı olmak zorundasınız.” (s.
47, Batu’nun Çarpık Ev’in sırrını çözmeye çalışan diğer çocuklardan ikisi olan
Elif Su ve Kuzgun’a yolladığı mektup)
“’Eve de etüt olduğunu söyleriz. Öğleden sonra bahçeli evi
gözetleriz,’ dedi Kuzgun.(…)/ ‘Ne yapacaksın numaraları?’ diye sordu Batu./ ‘Arayıp
iyiler mi diye sormayacağım herhalde. Müdür yardımcısı gibi arayacağım işte.
Etüt olduğunu bildireceğim.’ (s.58-59)
On yaşlarındaki çocukların seslerini anne-babalarına benzeterek
güvenlik görevlilerini, müdür yardımcısına
benzeterek anne-babalarını kandırmalarını inandırıcılıktan olduğu kadar yaratıcılıktan
da uzak bulduğumuzu itraf edelim. Üstelik yazar bu telefon konuşmaların
başarılı geçtiğini söylemekle yetinerek, iyice kolaya kaçıyor. Halbuki
çocukların sorunun üstesinden nasıl geldiklerini biraz açsaydı (Ağızlarına
çorap mı sokmuşlar? Boğazlarını üşüttükleri için seslerinin garip çıktığını mı
söylemişler? Kendilerini neredeyse ele verecekken karşı tarafı şaşırtan zekice
bir soru mu sormuşlar?), çocuk okurun gözünde renkli bir şekilde
canlandırabileceği sahici sahneler (sahici sahnelerin gerçekçi olması şart
değildir) yaratabilir, hikâyenin macera boyutuna heyecan katabilirdi.
Kısacası, birbirleriyle 3-5 dakikadan fazla konuşabilmek için
binbir takla atmak zorunda kalan çocukların kuşatılmışlığı ne kadar çarpıcıysa,
o çocukların buldukları yalanlar da o kadar yavan. Yoksa siz, iki farklı okula,
iki farklı servisle giden arkadaşlarını kendi servisine aldırmak için şoföre, “İkisinin de servisi yolda bozulmuş.
Okulları bizim gideceğimiz tarafta. Onları da bırakabilir miyiz?” (s.51) diyecek
çocuk tanıyor musunuz?
Bizim bildiğimiz çocukların hayal güçleri daha kuvvetli. Bizim
bildiğimiz çocuklar yeri geldiğinde iki servisi çarpıştıracak kadar cüretli, yeri
geldiğinde de -mesela arkadaşlarının okulları yalnızca birkaç adımlık
mesafedeyse- onların aynı okula gittiğini ileri sürecek denli ikna edici senaryolar/yalanlar
üretmekte hiç zorlanmazlar.
Kaldı ki bunlar yalnızca ilk anda aklımıza gelen
alternatifler. Üstünde durulsa elbette çok daha sağlam, hikâyeye çok daha iyi oturan çözümler bulunabilir(di).
Ama ilerleyip ikinci eleştiri noktamıza, derinleşmeyen karakterlere
gelelim. Kitabın anakahramanları aşağı yukarı yaşıt, Batu, Melisa, Kuzgun ve
Elif-Su adındaki bir grup çocuktan oluşuyor. Kuzgun saçına düşkün ve güzel
resim yapıyor. Biraz kendini beğenmiş, ukala bir havası var. Melisa ürkek,
korkularını aşmakta zorlanan bir kız. Batu ve Elif Su’nun belirgin bir
özelliği yok. Maceranın motoru Batu olduğu için onun girişken bir tip olduğu
yorumunda bulunabiliriz, belki. İşte, onların hakkında öğrendiklerimiz aşağı
yukarı bunlarla sınırlı.
Öte yandan çocukların kuşatılmışlığını, aileleriyle olan
iletişimsizliğini ve ‘zavallılığını’ vurgulayan kimi cümleler de dikkatimizden kaçmış değil:
“Batular’ın evinde de durum farklı değildi. Bakıcısıyla akşam
yemeğini yiyen Batu, annesiyle babasının çalışma odasında hararetle
tartıştıklarını duyunca kulak kesildi. ‘Amerika’daki şirket bu konuda hiç esnek
değil. Yeni bir iş alacağız diye…” (s. 60-61)
“Elif Su salonda, anne ve babasının karşısındaki koltukta
oturuyordu. Yere değmeyen ayaklarını sallayıp, ‘Anladım. Daha kaç kere
söyleyeceksiniz,’ dedi üzülerek. ‘İkincilik sana hiç yakışmıyor. Sınavlarda
daha dikkatli olmalısın,’ dedi babası oturaklı bir sesle.” (s.61)
“Hediye olarak bir kitapla karşılayacağını sanan Kuzgun,
paketi açtığında donup kaldı. Babasına bir şey belli etmemek için hemen kendini
toparladı. ‘Beğendin mi bakalım? İngiltere’nin en iyi matematik kamplarından
biridir. Okul tatile girer girmez annenle birlikte bir aylığına oraya
gideceksin,’ dedi babası heyecanla.. (s. 61)
Yukardaki alıntıların esas sorunu, sayfa bilgisinden de
anlaşılabileceği gibi, kurguya yedirilecekleri yere bir nevi alt alta sıralanmış,
aynı bölüme sıkıştırılmış olmaları. Bize Alman mürebbiyelerini hatırlatan “Frau
Tischbein” gibi araya serpiştirilmiş kimi dokundurmalar da anlaşılamadan
kalıyor:
“’Hayır, Necmi Amca, Melisa gelmedi daha,’ dedi Batu telaşla.
Servis şoförü, ‘Onu bakıcısı erken
almış. Hastalanmış,’ deyince, Batu’nun gözünün önünde yüzlerce uçan balon
patladı sanki. (…) (…) zili çaldı. Kapıyı Melisa’nın
öğretmeni açtı. ‘Merhaba Frau
Tischbein. Melisa’yı görebilir miyim?’ ‘Merhaba… Bir bakmam lazım. Uyuyorsa uyandıramam. Uyumuyorsa kendisine bir sorayım.’
‘Peki, bekliyorum. Okulda öğretmen, evde
öğretmen… Ufff…’ diyerek söylendi. ” (s.40, söylenen Batu)
Şimdi, Melisa’nın bakıcısı aynı zamanda öğretmen mi? Yoksa öğretmeni
aynı zamanda bakıcısı mı? Adı neden yabancı? ‘Okulda öğretmen, evde öğretmen’
ile tam olarak ne denmek isteniyor? Çocuk okurun bu sorulara ilk okuyuşta doğru
yanıtlar bulması güç. Dürüst olmamız gerekirse biz bile, Melisa’nın bakıcısının
bir Alman mürebbiyesi olduğunu, ‘okulda öğretmen, evde öğretmen’ diyen Batu’nun
da Melisa’nın hem evde hem okulda öğretmenler tarafından kuşatıldığını kast
ettiğini, ancak ikinci okuyuşta çıkarabildik. Üstelik s.72’de bir kez daha
Melisa’nın aklından geçtikten sonra (“Annemler evden çıktığında öğretmenim Frau
Tischbein’a Batular’a gitmekten vazgeçtiğimi söylerim,”) Frau Tischbein’in kitap kurgusu içerisindeki rolü
sona eriyor. Bakıcının ne öğretmeni olduğunu (Melisa’ya Almanca mı öğretiyor, müzik
aleti çalmayı mı?) dahi öğrenemiyoruz.
Yazık. Çünkü buna açıklık getiren küçük bir sahne, kitabın
konu ettiği çocuk gerçekliğinin okur tarafından canlı bir şekilde hayal edilebilmesini (sonuçta
tüm okurlar Alman mürebbiyeleri ile büyümüyor, bunun ne anlama geldiğini
bilmiyor) ve karakterlerle empati kurmasını kolaylaştırabilir, kitabın sahiciliğine
hizmet edebilirdi.
Ne var ki yazar, çocuk okur ile karakterlerini yakınlaştırmak için
başka bir yol seçmiş. Biz bu yola televizyon dizisi dünyasından tanıdığımız 'durum komedisi' adını vereceğiz:
“Melisa ve Batu aynı anda kağıda doğru hızla eğildiler. Kafaları birbirine çarpınca Melisa
hemen isyan etti, (…)” (s.37)
“Resme gömüldüler. Masanın üzerinden bir şey alan babaannenin
torununa doğru ilerlediğini ve ona yaklaşınca elindekini kaldırıp saplayacakmış
gibi yaptığını gördüler. Bu kareyi gören Mesila’nın çığlık atarak masayı devirmesi bir oldu.” (s.38)
“Şükran Öğretmen’in kocaman gövdesinin altından, Melisa’nın
sadece çırpı bacakları görünüyordu. Düşmenin etkisiyle sandviçin içindeki salatalık Şükran Öğretmen’in sol burun
deliğine girmişti.” (s.38)
“Yerden apar topar kalkan Batu ve Elif Su, taş kesilen Mesila’yı
kucaklayıp koşmaya başladılar. (…) Kedilerin ve köpeklerin arasından koşarak
geçen Batu ve Elif su, Melisa’yı sedye
gibi taşıyorlardı. “(s.89)
“(…)Bunu gören Batu ve Elif Su, şaşkınlıktan taşıdıkları Melisa’yı yere düşürdüler. Yere düşen
Melisa şoktan çıkıp kendine gelmişti ki, yattığı yerden babaanne ve Peyami’yi
görünce bayıldı.” (s.90)
“Köftesinden bir ısırık alan Peyami, “Yani Yalan Bizim İşimiz
adlı radyo oyunu bugün bitecek,” dedi. Batu ağzındaki ayranı Melisa’nın yüzüne püskürttü.” (s.101)
Yukardaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, kitap
kahramanlarını okura sempatik göstermeye çalışan durumlar oldukça düz ve
derinlikten de inandırıcılıktan da (On yaşındaki bir çocuk koca bir yemekhane
masasını nasıl devirir? Baygın bir çocuk sedye gibi taşınabilir mi? İyi aile
terbiyesi görmüş bir çocuk şaşkınlıktan ayranı ağzından püskürtürken son anda
kafasını geri çekmez mi? ) yoksunlar.
Bir çocuk kitabında mizah öğelerinden bazılarının abartıya ve yüzeysel komikliklere dayanmasında eleştirilecek
bir yan yok, aslında. Okura soluklanma olanağı tanıyan ve kitabı keyifle
okumaya devam etmesini sağlayan bu tür sahneler güçlü bir kurgu ve anlatımla
birleştiğinde, kendi derinliği olan bir metne değer bile katabilir. Buradaki
sorun bu sahnelerin, hikâyenin kendi derinliğini ortaya koyan
sahnelerin çok önüne geçmesinde düğümleniyor.
Böylece üçüncü eleştiri noktamıza, yani kitabın, kahramanın
düşünsel ve ruhsal dünyasına kapı aralamayan yüzeysel anlatımına gelmiş
bulunuyoruz.
Kahramanlardan yalnızca ikisinin belirgin bir karakter
özelliği olduğunu daha önce vurgulamıştık. Melisa’ya daha yakından bakalım.
Melisa çocuklar içerisinde en korkağı. Kaygıları çocukça merakının önüne
geçtiği için başta diğer çocuklarla birlikte bahçeli evi keşfe çıkmaktan bile geri
duruyor.
Melisa’nın sözünü ettiğimiz tutumu/karakter özelliği, dört
bir yandan denetim altında tutulan, hayat deneyimi sıfıra yakın, öz güveni
gelişmemiş , zengin aileye mensup apartman çocuğu tipolojisine oldukça uygun ve
kendi içinde tutarlı.
Keşke yazar onun bu karakter özelliğini resmederken aynı
ölçüde tutarlı ve mantıklı olabilseydi. Ama on yaşındaki bir çocuğun bir resme
bakıp “Ama bu bir sanat eseri,”(s.37) dedikten sonra, resimdeki öğeleri tek bakışta
değil adım adım keşfetmesi hiç sahici değil: “İlk gördükleri babaannenin silueti oldu.
Babaannenin birkaç adım sonra canavara dönüştüğünü görünce birbirlerine
korkuyla baktılar. ‘Galiba devam edemeyeceğim,” dedi Melisa. (…) Resme
gömüldüler. Masanın üzerinden bir şey alan babaannenin torununa doğru
ilerlediğini ve ona yaklaşınca elindekini kaldırıp saplayacakmış gibi yaptığını
gördüler. ” (s. 38)
Böyle okuyunca insan, yazar bir resimden değil, bir kitaptan
söz ediyor duygusuna kapılıyor ister istemez. Bari Kunduz’a resim yerine çizgi
roman çizdirseydi ve bu sorunu kolayından çözseydi de demeden edemiyor.
Ama Melisa’ya dönelim. Kız bu sahneyi gördükten sonra çığlık
çığlığa ortalığı birbirine katıyor. Batu
ona daha sonra okulun koridorunda rastlayınca iki arkadaşının kolunda zar zor
yürüyor. Öğretmeni/bakıcısı Bayan Tischbein tarafından okuldan erken alınmasını gerektirecek kadar harap halde olmasına rağmen, Batu’ya laf sokuşturma gücü yine de buluyor: “Sinirle
Batu’ya bakan Melisa. ‘Seninle serviste görüşeceğiz,’ dedi. ‘İyi misin Melisa?’/
‘Çok iyiyim Batu, sen nasılsın canım?’ dedi imalı bir şekilde Melisa. “ (s. 39)
Batu onu okul bitiminde evde ziyaret edince ise korkudan hasta halde yatakta
yatıyor. Bunca korkmuş bir çocuktan panik içinde laflar etmesi beklenir,
doğallığında. Oysa Melisa gayet mantıklı açıklamalarda bulunuyor: “Bilmiyorum
Batu. Kendi gördüklerimi de biliyorum. O evde çok acayip şeyler dönüyor ve
bizim çözeceğimiz bir iş değil bu. Ben annemlere söylemekten yanayım.” (s.40)
Kısacası Melisa’nın korkaklığı gerçekçi, ama davranışları hiç
sahici değil. Kurgusal bir edebiyat eserinden gerçekçilikle karıştırılmaması
gereken iç tutarlılık ve sahicilik beklediğimizi daha önceki eleştiri yazılarımızda
da vurgulamıştık. Öyle ya, bu faktörler çocuk okurun bir öyküye girmesini büyük
ölçüde belirleyebiliyor. 'Gizemli evin sırrını çözen bir grup çocuk' kurgusunu
kullanan sayısız kitaptan bazılarının neden çok başarılı, bazılarınsa neden çok vasat
olduğu sorusu da, büyük ölçüde buna (ve kitabın diline) bağlı.
Kurgudaki düğüm noktalarının hep kolaycı çözümlerle aşıldığı,
kitabın macera ve heyecan boyutunun, yaratıcılıktan uzak, çok kullanılmış, çok
bildik olaylarla (eve sızmaya çalışan çocukların kedi ve köpekleri
uzaklaştırmak için bahçeye et atmaları, anne-babayı atlatmak için ses taklidine
başvurmaları, pencereden içeri gözetlemek için daha sonra yıkılan bir insan
kulesi yapmaları vb.) ya da basit 'durum komedisi' sahneleriyle ayakta tutulmaya çalışıldığı,
en önemlisi de ana karakterlerinin sahici bir derinlik kazanamadığı Çarpık Ev, ne yazık ki vasat sınıfına girmekten
kurtulamıyor. Tabii bunda yazarın akıcı olmakla beraber okurda iz bırakmayan, kitabın başında daha özenli iken, giderek zayıflayan üslubu de rol
oynuyor.
Bize de, Türkiye çocuk edebiyatına renk ve derinlik getirebilecek güçlü ve özgün bir fikrin büyük ölçüde heba edildiğini saptamak kalıyor.
Bize de, Türkiye çocuk edebiyatına renk ve derinlik getirebilecek güçlü ve özgün bir fikrin büyük ölçüde heba edildiğini saptamak kalıyor.
Not: Yazılardaki vurgular bize ait.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder