1 Ekim 2012 Pazartesi

Ey edebiyat böyle kollayamazsın gençleri!



Bu yazı "Ey edebiyat sen bari kolla gençleri!" yazısının devamıdır ama bağımsız da okunabilir:

ON8’in yayın yönetmeni Müren Beykan’dan alıntıladığımız Ey edebiyat sen bari kolla gençleri! başlıklı yazımızın ilk bölümünde de vurguladığımız gibi, edebi kaygıların çok arka planda, belli bir sorunu irdeleme, tartıştırma, düşündürme kaygısının çok ön planda olduğu kitaplar, doğaları gereği edebi kriterlerden önce, ele aldıkları sorunlara yaklaşımlarıyla değerlendirilirler. Tabii onları toptan yok ve edebiyat dışı sayma yoluna gitmeyeceksek.

Biz bu yola gitmeyeceğiz. Evet, gençlik edebiyatını sorun odaklı edebiyat olarak tanımlayan/bununla sınırlayan yaklaşımları eleştiriyor, red ediyoruz.  Ama gençlik edebiyatının sorun edebiyatıyla sınırlı olduğunu düşünmediğimiz gibi, sorun edebiyatı içerisinden edebi yönden güçlü kitapların çıkmayacağını da düşünmüyoruz. Buna karşın, genç yetişkin edebiyatı alanına iddialı bir giriş yapan ON8 markasının özellikle iki kitabını (Suçlu/Magali Wiéner ve İntihar Notlarım/Michael Thomas Ford) eleştirmeye karar vermemizin nedeni, onları edebi yönden özellikle zayıf bulmamız değil. Böyle olmaları elbette üzücü, ama tam da bu üzücü gerçek, bizi bu kitapları ‘nasıl anlattıklarından çok ne anlattıklarıyla’ değerlendirmeye itiyor.

Gündelik yaşamları, sıradan olayları, fantastik hikâyeleri, pembe aşk öykülerini ele alan sabun köpüğü kıvamındaki eserlerle karşı karşıya olsaydık, onları yine de görmezden gelme yolunu seçebilirdik. Oysa İntihar Notlarım ve Suçlu, genç kuşağı yakından ilgilendiren tecavüz, taciz, intihar, şiddet, cinsel ayrımcılık gibi konuları, ya da yayın yönetmeni Müren Beykan’ın ifadesiyle ‘sert’ sorunları işliyor. Bundan da önemlisi, bu ve benzeri kitaplar üzerinden, ON8’in bloğundan da takip edilebileceği gibi, sıraladığımız sorunlar etrafında duyarlılık yaratmaya çalışan, ‘kuru’ yayıncılığı aşan bir faaliyet sürdürülüyor.

Yanlış anlaşılmasın, yayın çizgisinin odağına sorun edebiyatını yerleştiren bir yayın girişiminin,  kendini ‘kuru’ yayıncılıkla sınırlandırmamasının ve ele aldığı sorunlar etrafında bir toplumsal duyarlılık oluşturmaya çalışmasının kınanacak bir tarafı yok. Aksine sorun edebiyatı tercihinin tutarlı bir sonucudur bu. Sorumlu bir şekilde yapıldığı  (yani medyatik, popüler ve kışkırtıcı konularla reklam amacı değil, toplumu gerçekten ilgilendiren sorunlar etrafında demokratik bir bilinç oluşturma amacı güdüldüğü) takdirde eleştirilmesi değil, kutlanması gereken bir tutumdur.

Ama asıl konumuza dönelim ve Suçlu ile İntihar Notlarım kitaplarını neden eleştiri konusu ettiğimize geçelim. Bu kitapları eleştiriyoruz çünkü ele aldıkları ‘sert’ sorunlara getirdikleri yaklaşımların, bu kitapların hedeflediği okur kitlesinin gerçek sorunlarına yanıt olmadıklarına inanıyoruz. Yanıt olmak bir yana, yaratılmak istenen bilincin tam tersi algı ve anlayışları besleyebileceklerinden kaygılanıyoruz.

Kaygımızın temellerine inmek için kitaplara daha yakından göz atalım: 

“Erkeğin gözünden bakıldığında aşk sarhoşluğu, kızın gözünden bakıldığında şiddet… Parkta yaşanan bir gecenin ardından hayatları paramparça olan iki insan, (…)”

ON8 markası, tecavüzle suçlanan genç yüzücü Rodrigues’in tutuklanma, yargılanma ve hüküm giyme sürecinde yaşadıklarını yine onun gözünden aktaran Suçlu adlı romanı, kitabın arka kapağında yer alan yukardaki sözlerle tanıtıyor.

Evet, Suçlu gerçekten de, taraflardan birinin isteği dışında gerçekleşen bir cinsel birleşmeye, tam da arka kitapta tanıtıldığı gibi yaklaşıyor: erkeğin gözünden bakıldığında aşk sarhoşluğu, kızın gözünden bakıldığında şiddet

Arka kapak, hayatları paramparça olan iki insandan söz ederken, kitabın tecavüzü, tecavüz kurbanı kadar, tecavüzcüyü de derinden yaralayan bir olay olarak ele aldığını saklamıyor. Vurgulamadığı şey, hikâyenin hayatları paramparça olan iki insandan sadece birinin, yani tecavüzcünün gözünden anlatıldığı.
Üstelik o genç erkek, yani kitabın anlatıcısı Rodrigues romanın hiçbir yerinde yaptığı şeyin tecavüz anlamına geldiğini kabul etmiyor. Aksine tüm hikâye, işlediği suçu kabullenemeyen genç bir erkeğin acıklı ruh hali üzerine kurulu. Rodrigues kitabın başında, ortasında hatta sonlarına dek en ufak bir pişmanlık duymuyor. En nihayetinde pişmanlık noktasına geldiğinde bile iyi niyetinin, düşüncesizliğinin, heyecanının kurbanı saf  bir genç portresi çizmeye devam ediyor.

Ama önce olayın nasıl geliştiğine bakalım:

İlk sayfalarda amatör bir müzik grubunda şarkı söyleyen Aurélie’ye  sırılsıklam aşık bir Rodrigues’le karşılaşıyoruz:  “Onu sahnede görecektim. O şarkı söylerken, alkışlayan kalabalıkla bütünleşecek, yüreğimde kopan fırtınayı serbest bırakacaktım. Şiddetlensin. Acımasızca. Bu, onunla dans edeceğim en kısa gece olacaktı. Onu seveceğim. Onunla heyecanlanacağım.” (s.10)

Ardından kız dansıyla Rodrigues’i adeta büyülüyor: “Kalçası, oryantal kıvrımlarla sallanan bir sarkaç gibiydi. Kollarını önce hayali arabesk figürlerle kaldırıyor, hemen sonra vücuduna sarıyordu. Elleri, yakıcı bir güneş gibi göğüslerine düşüyor, bedenini aşıyor, kalçalarına iniyor ve bacaklarının üst kısmında sönüyordu. Arada bir gözlerini kapatıyordu. Arkaya doğru eğdiği başını bezgin ve mekanik hareketlerle, bir dalga gibi hafifçe bir sağa bir sola sallıyordu. Gözlerimi onun tatlı, ince ve yumuşak boynundan alamıyordum.” (s. 13)

Konserden sonra Rodrigues ve Aurélie kendilerini küçük bir parkta, büyük bir ağacın altında buluyorlar. Kız artık sarhoş ve yine Rodrigues’den öğrendiğimiz kadarıyla, cinsel yakınlaşmaya hazırdır: “Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Onu öptüm. Uykuya dalmış gibiydi. Yere serilmiş bir halde, dünyanın dışında. Başını öbür yana çevirdi. Yavaşça. Bana yanağını, kulağını ve boynunu açmıştı. Bir davetiye gibi.” (s.22-23)

Sonunda, Rodrigues’ten dinlediğimizde kaçınılmaz gibi görünen olay yani cinsel birleşme yaşanıyor: “Bir bütün olmuştuk. Mükemmel uyum. Her şey yolundaydı. Son derece yolunda. Tam istediğim gibi. Kenara, ağacın gövdesine doğru bıraktım kendimi. Kandan, nefesten, terden boşanmışçasına. Kendimden boşanmışçasına. Küçük, tatlı bir ölüm. Kalbinin kısacık durduğu, sana kendini canlı hissettiren o an. Bana hayat veren rüzgârda titreyerek, uykuya daldım. Gülümsüyordum. Tamamlanmıştım. Erkektim.” (Kitabın arka kapağında, tam da bu paragrafın alıntılanması dikkate değer!)

Romanda Rodrigues’in gözünden aktarılan yukardaki senaryo ile Türkiye toplumunda, gerçek hayatta karşılaşılan tecavüz ve cinsel tacizlere bakış neredeyse birebir örtüşüyor: Olaydan önce aşık bir erkek ve onu cazibesini kullanarak kışkırtan, davet eden bir dişi vardır. Olayın gerçekleşme zemini budur ve tümüyle meşrudur. Erkek erkekliğinin gereklerini yerine getirirken, dişi buna bilinçli ya da bilinçsiz izin verir. Olay sonrasındaysa…

Olay sonrasında roman ve Türkiye gerçeği birbirinden ayrılmaya başlıyor. Ülkemizde taciz ya da tecavüz kurbanlarının büyük çoğunluğu yargıya başvurmuyor. Başvurmadığı gibi ailesine, yakınlarına, arkadaşlarına da açılamıyor, çünkü karşısına yukardaki senaryonun çıkacağını biliyor. Tecavüzcülerin değil tecavüz kurbanlarının suçlu sayıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Medya her gün serbest bırakılan, beraat eden/ettirilen, tecavüz ettiği kurbanla evlenerek/evlendirilerek ceza almaktan kurtulan, yani evlilik kisvesi altında tecavüzü en rahat ve risksiz şekilde sürdürme olanağına kavuşturulan tecavüzcü haberleriyle sarsılıyor.

Rodrigues’i sarsan gerçekse bambaşka. Ertesi sabah zili çalan hiç de düşündüğü gibi sevdiği ve geceyi birlikte geçirdiği kız değil. Gelen polis ve Rodrigues’i, Aurélie’nin iddiası/ihbarına dayanarak tecavüz şüphesiyle gözaltına alıyor. Sonrası sorgu, yargılanma ve tutuklama süreci.

Rodrigues’in bu süreçte bir vidan muhasebesine gireceğini, egemen anlayışla örtüşen bakışını (“Benden bu kadar nefret etmesi için ne olmuş olabilir ki? Hiç tınmadan beni hapse yollaması için? Ben ki onun beni sevdiğini, birlikte bir olayımız olabileceğini düşünürken. Kime çattığımı bu kadar geç anladığıma ağlıyordum.” S.61) sorgulayacağını, nihayetinde de terk edeceğini sanıyoruz doğallığında. Ancak olan bu değil ve böylesi belki de daha gerçekçi.

Ne var ki, Rodrigues karakterinin gerçekçi olduğunu kabul etsek bile, tecavüzü odağına alan ve asıl amacının bu sorun etrafında bir duyarlılık yaratmak olduğunu saklamayan bir romandan, gerçekçi tecavüzcü ‘kahramana’ empati duymamızı sağlaması yerine, bize gerçeğe objektif bir şekilde yaklaşma olanağını tanımasını bekleriz.

Çok bekleriz. Öyle ya, Rodrigues bütün kitap boyunca bir kurban olarak yansıtılıyor. İşlediği suç yalnızca onun gözünde değil, yargı sürecine katılan çoğu polis, eğitmen, avukat vb. gözünde de aslında basit bir ergenlik hatasından ibaret:

“Sana yöneltilen suçlama, dünyanın sonu değil. Her gün, eğlenme ve zorlama arasındaki farkı göremeyen senin gibi sürüyle adamla karşılaşıyoruz…” (s.44, polis)

“Bu tutanak kusursuz oldu, çok iyiydin. Müthiştin hatta. Daha verdiğin cevaplardan bile vahşi, kaba saba, korkulacak biri olmadığın anlaşılıyor. İçtenliğin hissediliyor ki, inan bana en önemlisi de bu. Bilirsin, kendini Tanrı sanan, her şeye hakkı olduğunu düşünen gençlerle karşılaşmaya alışkınım. Oysa seninle durum bunun tam tersi oldu.” (s. 67, Rodrigues’ten ifadeyi alan strateji uzmanı polis, iyi polisi oynuyor ve kitapta, aslında itirafta bulunmak istemeyen Rodrigues’i kandırdığı ima ediliyor.)

“Dosyana dönmek istiyorum. Yaralanmalar konusunda hiçbir endişem yok. Sen şiddet yanlısı biri değilsin, buna herkes tanıklık ediyor. Aurélie de olayın akışıyla ilgili yeterince açık konuşmuyor. İlk ifadesinde, seninle iyi vakit geçirdiğini, şakalaştığınızı kabul ediyordu. Dolayısıyla, yaralayanın sen olduğuna kimse inanmıyor.” (s. 168, avukat)

“Özetle, hakkında öğrendiğim hiçbir şey, Rodrigues Charpes’in bir suçlu ya da yönünü şaşırmış bir genç olduğunu göstermiyor.” (s. 233, eğitmen)

“Ne zarar görmüş ne de zarar veren bir genç. Son derece bilinçli bir yaşam sürüyor. Herhangi bir muhakeme sorunu yok. ‘Rodrigues Charpes’in hiçbir ruhsal problemi, psikiyatrik hastalığı ya da kişilik bozukluğu yok. ‘Neticede, Rodrigues Charpes yaptıklarından sorumlu biridir, tehlikeli değildir ve yeniden uyum sağlayabilir.” (s.250, psikiyatr)

İşin ilginci Rodrigues, çizilen bu ‘zavallı’, ‘basit hatasının kurbanı’ genç tabosuna rağmen yine de tutuklanıyor.  Çünkü hakimin görüşüne göre babası onun cinsel eğitimini ihmal etmiştir: “Ben de onun (baba kast ediliyor) olaya bakışını merak ediyorum zaten, oğlu için nasıl bir cinsel eğitim öngördüğünü, çünkü belli ki yerli yerine oturmamış çok şey var.” (s.104) Dahası hakim, Rodrigues’in söyledikleri kadar kızın ifadesini de dikkate almak, incelemek zorundadır.

İşte, kitabın en irite edici yanı da bu. Yani Aurélie’nin ifadesi, daha doğrusu ifadede okuru ister istemez şüpheye düşürecek bir çelişkinin yer alması: “Beni yaralayan oydu. Seviştikten sonra kırık bir şişenin parçalarını aldı, üzerimden geçtiğini hatırlatacak izler bırakmak için beni yaraladı.” (s.59)

Kızın sözlerini bir bütün olarak okuduğumuzda onun bu olayı neden bir tecavüz olarak algıladığını, neden derin bir şok yaşadığını ve neden büyük acılar çektiğini anlayabiliyoruz. Anlamadığımız şey, okur olarak roman boyunca yerdeki cam kırıkları yüzünden oluştuğuna (tüm raporlar, veriler, kanıtlar bu yönde) kesin ikna edildiğimiz kesikler için neden “kırık bir şişenin parçalarını aldı, üzerimden geçtiğini hatırlatmak için beni yaraladı” yalanına başvurması. Uzmanlar bilir ki, tecavüze uğradığı için şok altında olan birinin ifadesinde tutarsızlıklar, çelişkiler olmasında tuhaf bir yan yok. Tuhaf olan bu çelişkinin, uzmanlığı bulunmayan genç okura kitapta böyle açıklanacağı yerde, kafalarda ‘acaba?’ sorusunu uyandıracak şekilde araya sıkıştırılmış olmasıdır. Acaba kız yalan mı söylüyor? Acaba kız güvenilmez biri midir? Acaba gerçek, hiç tutarsızlığa düşmeyen Rodrigues’in bakış açısıyla mı örtüşüyor? Yoksa ortada tecavüz falan yok mu?

Şimdi soruyoruz size, tecavüzcülerin değil tecavüz kurbanlarının suçlu sayıldığı, tacize/tecavüze uğrayanların bu baskı ve korku ortamında seslerini çıkaramadığı bir ülkede, böylesi hassas bir konuda duyarlılık oluşturmaya çalışan bir romanın genç okura bu soruları sordurtması bizi kaygılandırması yersiz mi?

Üstelik kaygılarımızın dayanakları bununla da ibaret değil. En nihayetinde roman tecavüz suçunu işleyen kişiyi ‘bilinçsiz’, ‘saf’ ve ‘sıradan’ bir ergen olarak yansıtmakla beraber, yargının önüne çıkarıyor. Hatta yargı Rodrigues’i suçlu buluyor. Ve onu hapis cezasına çarptırıyor. Ne var ki genç bir okurun, bütün hikaye boyunca Rodrigues’in ‘zavallı’, ‘acınası’ ruh dünyasına daldıktan, ister istemez onunla empati kurduktan, bu olayın ve tutukluluk sürecinde karşılaştığı şiddetin hayatını nasıl paramparça ettiğini gördükten sonra buna sevineceğini düşünmüyoruz. Hak yerini buldu, diyecek hali bile kalacağına inanmıyoruz.

Süreci Rodrigues’in ‘samimi’ iç sesinden dinledikten sonra, onun hüküm giymesiyle sonuçlanan mahkemenin niye kuru tutanaklar olarak verildiğini (roman kurgusu ve anlatımıyla hiç bağdaşmayan bir üslup değişikliği ve kurgusaldan belgesel anlatıma geçiş söz konusu) da net bir şekilde anlamlandıramıyoruz. Bize mantıklı gelen tek neden, yazarın bütün süreci kendini masum sanan/gösteren tecavüzcünün gözünden anlattıktan sonra, sıra onun neden buna karşın suçlu bulunduğuna gelince, kararla arasına mesafe koymaya çalışması, birden çok gecikmiş bir ‘objektifliğe’ soyunmak istemesidir. 

Müzakere odasında olayı değerlendiren jüri üyelerinin yorumlarından bazılarını tıpkı yazar gibi eşit değerde görüşler gibi alt alta sıralayacaksak:

“Aslında, tecavüze karşı prezervatif olan RapeXtm kullanmak pek de aptalca bir şey değil. Bunun üzerine bir röportaj görmüştüm. Sonette Ehlers bunu Güney Afrika’da kadınları korumak için tasarladı. Kadın onu vajinasına yerleştiriyor ve bir adam onun ırzına geçerse, içindeki minik bıçaklar dört yandan penisine saplanıyor.” (s.262)

“Elle tutulur ne delil var ki elimizde? Bana göre adli tıp görevlisinin raporu, cinsel bir ilişkinin olduğu dışında hiçbir şey kanıtlamıyor. Rıza olmadığı savı açık bir şekilde belli değil.” (s.264)

“Rodrigues bilmediğini, anlamadığını söylüyor ama ben ona inanmıyorum. Bunu söylemek çok kolaydır. Olayları hafifletemeyiz, onu mazur gösterecek haller arayamayız. Çünkü bu bir kadına şiddet uygulamanın kabul edilebilir görüldüğü erkek egemen ve eski kafalı bir düşünceyi savunmak olur. Tecavüz tecavüzdür.” (s. 264-265)

“Kimin doğruyu söylediğini anlamak gerçekten zor. Tanıklıklar birbirleriyle yeterince uyuşmuyor. Neden Aurélie daha en başından kararlı bir biçimde karşı çıkmadı ki? Ona şunu söyleyebilirdi: ‘Sadece yürüyeceğiz, başka bir şey olmayacak.’ Belli ki onu tahrik etmiş.” (s.266)

“Tecavüze uğrayan kadını suçluluk duygusuyla baş başa bırakmak gibi bir hakkımız yok. Eğer ben Aurélie’nin abisi ya da babası olsaydım, Rodrigues’e, kız kardeşime ya da kızıma dokunmakla büyük hata yaptığını gösterirdim. Bir tecavüzvüyü mahkum etmemek gibi bir hakkımız yok.” (s.266-267)

“Eğer toplum, genç kızları daha on üç yaşından birer Lolita olmaya itmeseydi, bugün bu durumda olmazdık. Yıldızları taklit ediyorlar, konsomatris gibi giyiniyorlar. Karınlar ortada, omuzlar çıplak, göğüsler dekolte, kıç hizasında etekler (…)” (s. 268)

“Kadınlara uygulanan bu şiddetin normalleştirilmesine karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Rodrigues tecavüz etti, maksatı belki başta bu değildi ama bunu yaptı ve yaptığının bilincindeydi.” (s. 269)

Ama daha fazla uzatmayalım, yazar bu birbirinden kökten farklı görüşler karşısında objektif olmaya ve eşit mesafede durmaya çalışsa da (ve tam da bu yüzden), aslında net bir mesaj veriyor. Romanı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde (hayatları paramparça olan iki insan, suç bile işlediğinin farkında olmayan örnek bir genç, cezaevinde şiddetle tanışan, şiddet uygulamayı öğrenen bir kurban), yazarın olaya hangi bakış açısıyla yaklaştığının da farkına varıyoruz. Üstelik söz konusu bakış açısı jüri üyelerinden birinin görüşleriyle büyük oranda uyuşuyor:

Rodrigues’e el uzatmak, ona kendini toplamasında yardım etmek istiyorum. Vicdani kanaatim, hapsin doğru seçim olmadığıdır. Ondan yüz kat tehlikeli suçluların arasında olmak ona hiçbir şey kazandırmayacak. Hatta bir felaketle bile sonuçlanabilir. Suçun okulu hapishanedir diye boşuna söylemiyorlar. Ben hem bu gence karşı şefkat duyuyorum hem de acı çektirdiği, yaralarını sarmaya devam edecek olan Aurélie’yi düşünüyorum… Kim için daha çok şefkat duymalı? Peki ya ikisi için de duyarsak? Her ikisinin de hoşgörümüze ihtiyacı var:  Aurelie’nin, iyileşmek, yeniden sevmek ve müziğe dönmek için; Rodrigues’in özgür ve sorumlu bir adam olabilmek için. İkisinin de iyiliğini istiyorum. Ne biri ne de diğeri davadan adaletin onun yanında olmadığı hissiyle çıkmamalı. “ (s.267)

Fransa gibi bir ülkede, genç tecavüz kurbanı kadar genç tecavüzcüye de şefkat duymak, her ikisi için de ‘adaletin yanlarında olduğunu hissetmelerini’  istemek kabul edilebilir bir yaklaşım mıdır bilmiyoruz, emin olduğumuz şey Türkiye gibi bir ülkede böyle bir ‘lükse’ sahip olmadığımız. Emin olduğumuz şey, bu kitapta ortaya konan, şekillendirilen bakış açısının, toplumumuzun büyük çoğunluğunda yerleşik olan hakim, gerici anlayışın, bırak aşılmasına sorgulanmasına bile hizmet etmediği. Emin olduğumuz şey kitabın son derece yanlış ve ON8’in savunur göründüğü “demokratik”, “çağdaş”, “tabu kıran” yayın çizgisi açısından da bir o kadar talihsiz bir seçim olduğudur.

Aynı düşünceleri aynı şiddette olmasa da İntihar Notlarım/Michael Thomas Ford kitabı için de paylaşıyoruz. Ancak yazımız yine hedeflediğimiz sınırı aştığı için, bu eserle ilgili eleştirilerimizi sınırlı tutacağız.

Romanı kısaca hatırlatmakla başlayalım:  Eşcinsel, yani norm dışı cinsel tercihleri olduğunu fark eden 15 yaşındaki Jeff, ötekileşme ve toplum dışına itilme kaygılarının sonucu intihara kalkışıyor. Ardındansa psikolojik yardım alarak kendi gerçekliğini kabul etmeyi, gerçekliğinin arkasında durmayı öğreniyor. Sonunda da ailesine ‘açılarak’ sorunlarını aşıyor.

Bu ‘çözücü’ sahneyi kitaptan, daha doğrusu Jeff’in ağzından aktaralım:
“Eğer anne babanıza eşcinsel olduğunuzu söylemek zorunda kalırsanız, size şunu garanti edebilirim: Düşündüğünüz tepkiyi vermiyorlar (…)
Gerçekten olanlar ise, provasını yaptıklarımıza benzemiyordu. Yani hem benziyordu hem benzemiyordu. Yaptığımız her şeyin bir karışımı gibiydi daha çok. (…)
Benim gibi konuşmayan tek insan Amanda’ydı, ben de ona bakıp, “Eşcinsel bir ağabeyin olsa ne düşünürdün?” dedim.
O anda herkes konuşmayı bırakıp bana döndü. Amanda saçlarını yemeyi bırakıp dik oturdu. “Benim için sorun olmaz. Neden?” dedi. (…)
Annemin bir an nefesi kesildi. Amanda, ağzı açık oturuyordu. Babam, “Aklımı peynir ekmekle yediren yüce Tanrı’m!” dedi.(…)
“On beş yaşındasın,” dedi annem. “Eşcinsel olamazsın.”
“Tabii ki olabilir,” dedi Amanda.
“Eşcinsel olup olmamam umurunda mı?” diye sordum.
“Tabii ki umurumda,” dedi. “Yani umurumda değil, ama seni umursuyorum. Eşcinselsen bu benim için sorun değil.” (…) (konuşan anne)
“Baba? İyi misin?” dedim.
“Ne?” diye sordu. Sonra da aklını toplamaya çalışıyormuşçasına başını salladı. “Yani bu eşcinsellik işi,” dedi. “Bu yüzden mi şey yaptın, şey yani?” (…) (baba intiharı kast ediyor)
“Biraz bağrış çağrış, biraz ağlama ve sonunda kendi başına bir mucize olan büyük bir aile kucaklaşması oldu. Annemle babam gittiklerinde, bunun sadece içinden geçtiğim bir süreç olmadığını ya da onlardan intikam almaya çalışmadığımı anlamaya başlamışlardı. Neler olup bittiğini tam olarak anlamamışlardı, ama zaten ben de tam anlamamıştım.” (s.241-246)

Yazar, genç eşcinsel Jeff’i intihara sürükleyen kaygıları püf diye dağıtan ‘büyük aile kucaklaşmasını’ kendi de pek inandırıcı bulmamış olmalı ki, mucize tanımlaması yapıyor. Dahası, “neler olup bittiğini tam olarak anlamamışlardı, ama zaten ben de tam anlamamıştım,” diyerek Jeff’in önünde daha uzun bir süreç olduğuna işaret ediyor. ‘Açılma’ çözüm sürecini başlatan, tayin edici adımdır yalnızca.

Amerika ya da Avrupa toplumlarının ‘çözümün başlangıcı’ kabul ettiği adımın ülkemizde ‘son’ anlamına gelebildiğini/sıkça da geldiğini biliyoruz. ‘Sadece’ sokak ortasında kurşuna dizilmek, öz baban tarafından öldürülmek anlamında son değildir ülkemizde ‘açılmak’. Bu bireysel çıkış bizim toplumumuzda neredeyse hep (ki istisnalar burada gerçekten kaydı bozmaz) işten atılmak, toplum dışına itilmek, ayrımcılığa uğramak, hedef gösterilmek, en koyusundan nefret suçlarına açık hale getirilmek, yani insanca yaşama olanağı bulamamak anlamına geliyor.

Kısacası, bizim ülkemizde ‘çözümün başlangıcı’ birey olarak açılmak olmadığı gibi, bunu savunmak da sorumluca ya da ilerici bir tutum değildir. Bizim ülkemizde eşcinselsen, birey olarak açılabilmen (yani bu arada can güvenliğini koruyabilmen) için örgütlülüğe ihtiyacın vardır. Bizim toplumumuzda öteki için ‘çözümün başlangıcı’, başka ötekilerle bir araya gelmek, yalnız olmadığını görmek ve bu güçle, örgütlü bir şekilde toplumun karşısına çıkmaktır. Buna 'toplumsal olarak açılmak' da denebilir ve asıl, ülkemizde yeni yeni sesini duyurmaya başlayan bu yönlü çabaların desteklenmesi gerekir.

İşin ilginci, ON8’in web sayfasından öğrendiğimiz kadarıyla İntihar Notlarım’ın yazarı kendi ülkesinde eşcinsel örgütleri ve hareketi içerisinde aktif biridir. Zaten orijinal kitabının sonunda genç eşcinseller için başvurabilecek adresler eklemiştir. (Edebi kaygılardan çok belli bir sorunla ilgili mesaj verme kaygısıyla yazılan, yani sorun edebiyatının en kaba tarifine uyan İntihar Notlarım gibi kitaplarda bu sık karşılaşılan ve kitabın doğasına uygun bir uygulamadır.) Ne yazık ki bu uygulama çeviride korunmamış/uyarlanmamış, yani  Lambda, İnsan Hakları Derneği vb. sivil toplum kuruluşları, Jeff'le benzer hatta çok daha ağır sorunlarla boğuşan Türkiyeli genç eşcinseller için başvuru adresi olarak gösterilmemiştir.

Bu haliyle de kitap, iyi niyetli amacından bağımsız ve farklı olarak eksik hatta yanlış bir seçimdir.

Yazımızı küçük bir vurguyla bitirelim. Aynı yayınevinden/markadan çıkan Kırmızı Başlıklı Kız kitabını okuyan bilir, bu roman da ‘sert bir sorunla’ hayatı sarsılan bir genci konu ediyor ve bu genç de sonunda çözümü yakınlarına ‘açılmakta’ buluyor. Ne var ki, tam da Kırmızı Başlıklı Kız, belli bir konuyu tartıştırmaktan çok, edebi kaygılarla yazıldığı ve bu yönden epey başarılı ya da Semih Gümüş’ün deyimiyle ‘derin yapısını tüm öğeleriyle tamamlanmış’ güçlü bir roman olduğu için, edebiyatı araç olarak kullanıp belli bir çözümü formüle eden İntihar Notlarım’la aynı kriterlerle değerlendirilemez.  

Çünkü nitelikli edebiyatın amacı da, işlevi de, okur üzerindeki etkisi de bambaşkadır ve bambaşka bir eleştiri gerektirir.  

Not: Alıntılardaki vurgular bize aittir.

2 yorum:

  1. Kitaptan yaptığınız alıntıları okuyunca ne anlattığı'na bakarak yaptığınız değerlendirmenin, bu yazıda, anılan kitabın şansı olduğunu düşündüm.. Alıntılanan bölümlerin "dil-anlatım" meselesine dalsak -ki benim yazmaya vaktim yok- sizinki gibi en az beş yazı çıkar.

    YanıtlaSil
  2. Adsız dedi ki...
    Kitaptan yaptığınız alıntıları okuyunca ne anlattığı'na bakarak yaptığınız değerlendirmenin, bu yazıda, anılan kitabın şansı olduğunu düşündüm.. Alıntılanan bölümlerin "dil-anlatım" meselesine dalsak -ki benim yazmaya vaktim yok- sizinki gibi en az beş yazı çıkar.
    ibrahimmetin

    YanıtlaSil