27 Mart 2013 Çarşamba

Ödüller çocuk ve gençlik edebiyatının önünü açıyor mu, tıkıyor mu?


Yeni yazımıza hazırlanırken okuduğumuz, incelediğimiz kitapların birçoğunun ödüllü olması başta bir rastlantıdan fazlası değildi. Kapsamlı bir edebiyat eleştirisine konu edebileceğimiz (demek oluyor ki belli nitelikler taşıyan) bir eser arıyorduk, çünkü Kitedit’in son dönemde genel konular üzerinde yoğunlaşarak bu alanı biraz boş bıraktığını düşünüyorduk. Kim bilir, belki de elimizin öncelikle ödüllü kitaplara gitmesi bundandı.
Ne var ki kitapları okuduktan, neredeyse hepsinin ödüllü olduğunu bir kez daha hatırladıktan ve bunu anlamlandırmakta zorlandıktan sonra bilinçsiz tercihimiz bilinçli bir sorgulamaya dönüştü. Sahi, ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen ödüllerin anlamı, amacı ve çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimi üzerindeki etkisi nedir?
Bu soruya yanıt aramak için sonuçtan yani ödüllü kitaplardan hareket edebilirdik elbette. Ama önce ödüllerin iç mantığının sonucu nasıl belirlediğini/etkilediğini incelemek, yani meselenin özüne inmek istedik.
Bunun için dönüp ödüllerin kendisine baktık.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatına yeni bir soluk getiren, heyecan verici nitelikteki yapıtları onurlandırmak.
·         Kamuoyunun dikkatini genelin üzerine çıkan yeni eserlere ve çocuk ve gençlik edebiyatındaki önemli gelişmelere çekmek.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında olağanüstü edebi ve sanatsal nitelikler taşıyan eserleri ödüllendirmek.
·         Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında yaratıcı ve yenilikçi fikirlere dikkat çekerek (henüz) tanınmamış yazarlara ait, böylesi yapıtları desteklemek ve yayınevlerini bu eserleri yayın programına almak için özendirmek.
·         Eserleriyle çocuk ve gençlik edebiyatının niteliksel gelişimine katkı sunan genç yazarları desteklemek.
Hayır, bunlar Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen ödüllerin amaç ve işlevlerini tarif eden maddeler değil. Yukardaki ilkeleri, farklı ülkelerde verilen, saygınlığı, güvenilirliği ve çocuk edebiyatına sunduğu katkıyla kendini uluslararası düzeyde kanıtlamış çeşitli çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerinin ‘manifestolarından’ derledik.
Türkiye’deki ödüllere, daha doğrusu bu ödüllerin neden verildiğine ilişkin ödül sahibi kurum ve kuruluşların resmi açıklamalarında öne çıkan kriterlere baktığımızda ortaya çıkan tablo biraz farklı.  
·         Çocuk edebiyatına yeni, çağdaş ve özgün yapıtlar kazandırmak.
·         Çocuklara Türkçenin güzel ve sanatsal kullanımını örnekleyen metinler sunmak.
·         Türk dilinin olumsuz etkilerden arındırılmasını ve Türkçemizi doğru ve yalın kullanan yeni kuşak yazarların ve araştırmacıların yetişmesine katkıda bulunmak.
·         Genç ve yeni yazarlara seslerini duyurma olanağı sağlamak.
·         Okurun duygu ve düşünce ufkunu genişleten edebi yapıtların yazılmasını özendirmek.
·         Çocuk ve gençlik kitapları alanında ürün veren yayınevlerinin uzmanlaşmasını ve her yıl daha nitelikli kitaplar yayımlamasını sağlamak.
·         Genç sanatçı adayların dikkatini çocuk ve gençlik edebiyatına çekmek.

İşte, Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen, az-çok adı sanı duyulmuş ödüllerin başlıca kriterleri bunlar. İlk dikkati çeken, aranan özelliklerin (özgünlük, çağdaşlık, okurun duygu ve düşünce ufkunu genişletmek, dilin güzel, doğru ve sanatsal kullanımı vb.) aslında yayımlanmaya değer görülen herhangi bir çocuk ve gençlik kitabında zaten bulunması gerektiği.  
Yabancı ülkelerde çocuk ve gençlik edebiyatının saygın ödülleri, vasatın ötesinde yaratıcı ve yenilikçi nitelikler taşıyan, heyecan uyandıran, olağanüstü eserlere verilirken, bizde bu tür özelliklerin es geçilmesi düşündürücü doğrusu.
Acaba ülkemizde, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında verilen önemli ödüllerin çoğunun (ÇGYD’nin yılın kitabı/kitapları ödülleri aklımıza gelen tek istisna) çeşitli yayınevleri adları taşıması ya da Gülten Dayıoğlu Vakfı’nın verdiği ödül gibi belli yayınevleriyle (Altın Kitaplar Yayınevi) işbirliği içerisinde düzenlenmesiyle yukarıdaki kriterler arasında ne tür bir bağ var?
Söyleyelim, göbekten bir bağ var. Çünkü bu ödüllerin kuşkusuz tek değil ama öncelikli amacı yayınevlerine yeni yazarlar ve yapıtlar kazandırmak. Çeşitli ödüllerin şartnamelerinde ufak tefek değişikliklerle “Ödül kazanan yapıtların yayın hakkı x yıl süre ile x yayınevine devredilmiş olup …” koşulunun yer alması ve sadece dosya halindeki, henüz yayımlanmamış eserlere verilmesi boşuna değil.
Yayınevleri ödüller vasıtasıyla, daha önceki yazılarımızda gerçek nedenlerine eğildiğimiz “genç, umut vaat eden yazar sıkıntısına” çözüm arıyorlar her şeyden önce. Bu haliyle de bu ödüller bugüne kadar eserlerini yayımlatamamış, ya da ismini/yapıtlarını yeterince tanıtamamış genç yazarlara umut oluyor, öncelikle.
Meseleye yalnızca yayınevi ve yazarın dar çıkarları çerçevesinden yaklaştığımızda buraya kadar yanlış ya da kötü bir şey yok.
O halde şöyle soralım. Bu ödüller Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine kalıcı, ön açıcı katkılar sunabiliyor mu?
Bu soruya tok bir şekilde “Evet!” diye yanıt verebilmek için sözü edilen ödüllerin sıradanlığı aşan, yenilikçi, yaratıcı, heyecan verici, kısacası olağanüstü eserlere verilmesi, bu eserler yoluyla sanatçıyı ve yayınevini özendiren, eğiten, yazılı ve görsel çocuk ve gençlik edebiyatının değerlendirilmesi için çağdaş ölçüler ve öncelikler ortaya koymaları gerekirdi.
Ödülün tanımı katılan ve kazanan eserlerin niteliğini belirler
Ödülünüzün önceliğini çocuk ve gençlik edebiyatına yeni, genç, çağdaş yazarlar ya da özgün yapıtlar kazandırmak, ölçünüzü de güzel ve doğru Türkçe olarak belirlediğinizde ödülün iddiasını da belirlemiş, daha doğrusu baştan daraltmış olursunuz:  Yayınevlerine yayımlanmaya değer yeni eserler kazandırmak!
Kuşkusuz yalnızca yayınevlerinin değil, bir bütün olarak çocuk ve gençlik edebiyatının yeni, çağdaş seslere, bu yeni genç seslerin de önünün açılmasına ihtiyacı var.  Ama çocuk ve gençlik edebiyatımızın yaşadığı asıl sıkıntı bu değil. Asıl sıkıntı, yayınevlerinde yığılan onca dosyaya rağmen, yenilikçi, yaratıcı, alana soluk ve renk getiren, çocuk edebiyatına yön verebilecek seslerin çıkmaması/çıkamaması.
Ödüllerin, bu düğüm noktasının çözülmesinde etkin bir araç olabilecek dahası olmalıyken, onu derinleştiren kurumlara dönüşmesinin en önemli nedeni yayınevlerinin öznel ihtiyaçlarını temel almalarıdır.
Okuma kültürünü geliştirmek için güçlü bir politikası olan devletlerin güçlü ve saygın çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerine sahip olmaları şaşırtıcı değil. Çünkü bu ödüllerin büyük çoğunluğu yayınevleri tarafından değil devlet (ilgili bakanlıklar), belediyeler (şehirler) ve sivil toplum kuruluşları tarafından finanse edilmekte/düzenlenmekte, tarafsızlıkları ve nesnellikleri de bağımsız sanatçı ve uzmanlardan oluşan seçici kurullarla güvence altına alınmaktadır.
Eğer veriminizi çocuk ve gençlik edebiyatında sürdüren/sürdürmek isteyen gerçekten yaratıcı, yenilikçi ve yetenekli bir yazarsanız bu tür ödüller daha çok tanınmanıza, yayınevinizin yayımlanmış eserinizi okurla daha kolay buluşturmasına yardımcı olduğu gibi, ödül sayesinde size tanınan maddi burslar daha verimli, sıkıntısız çalışmanıza olanak tanımakta, size sunulan maddi ve manevi destek sayesinde deneysel, yenilikçi sanatsal üretimler ve yaratıcı fikirleriniz için cesaretiniz artmaktadır. Artık ödüllü bir yazar/çizer olarak ürettiğiniz eserler ise yeni yetişen sanatçılar ve onların potansiyel yayıncıları için, ölçü ve önceliklerine yön veren örnekler teşkil etmektedir. Saygın ve güvenilir uluslararası ödüllerin işlevleri kuşkusuz bu kadarla sınırlı değil, ancak bu kadarı bile genel olarak çocuk ve gençlik edebiyatının gelişmesine hizmet etmelerine yetmektedir.
Örnek teşkil edecek ölçüde vasatın üstüne çıkamayan eserlere verilen ödüller vasat eserlerin örnek teşkil etmesine yol açıyor
Oysa Türkiye’deki çocuk ve gençlik edebiyatı ödüllerine baktığımızda yazar-çizer ya da çevirmen üzerinde ne böyle bir etkileri olduğunu söyleyebiliriz, ne de gerçekten örnek teşkil edecek ölçüde genelin (vasatın) üstüne çıkan eserlere verildiklerini.  Belli bir yayınevinin güdümünde olmayan ve diğerlerinden farklı olarak yayımlanmış güncel eserlere verilen ÇGYD’nin yılın kitabı/kitapları ödülleri de ne yazık ki bu çerçevenin dışına yeterince taşamıyor. Resmi web sayfasında ÇGYD’nin yılın kitabı ödülünün amacı ve kriterleri konusunda açıklayıcı bir bilgi bulamamamız bile bu ödülün iddiası ve gücü konusunda aydınlatıcı ipuçları veriyor. Ki başka başka haber kaynakları üzerinden ulaştığımız ödül kriterlerini incelediğimizde esası itibarıyla Türkiye’de bu alanda verilen diğer ödüllerin iç mantığıyla örtüştüklerini, daha doğrusu bu iç mantığı  aşamadıklarını görmekte zorlanmadık. Farklı ve önemsenmesi gereken tek vurgu ödülün çocuk ve gençlik kitapları alanında ürün veren yayınevlerinin uzmanlaşmasını ve her yıl daha nitelikli kitaplar yayımlamasını amaçlaması.
Hal böyle olunca, son dönemde okuduğumuz ödüllü kitapların bizi hayal kırıklığına uğratması belki de o kadar şaşırtıcı değil. Hatta bir itirafta bulunalım: Bazılarını incelerken o kadar sıkıldık ki, sonuna kadar okuma disiplini bile gösteremedik.
Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde ya da ödüllü bir kitabın eleştirisi
Baştan söyleyelim, yazımızın ikinci bölümünde eleştiri konusu edeceğimiz 2011 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Üçüncülük Ödülü'nu kazanan, Dursun Ege Göçmen’in Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinden adlı eseri, sonuna kadar okuyamadığımız kitaplardan biri değil. Aksine akıcı dili, bazı ilginç ögeler içeren kurgusu ile bizi az-çok sardığını bile söyleyebiliriz. 
Ancak bu özellikler, sözü edilen kitabı çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında öne çıkan, dikkat çeken bir eser haline getirmeye yetmiyor. Az sonra daha ayrıntılı ele alacağımız bazı belirgin zayıflıkları bunun önüne geçiyor.
Ama önce romanın konusunu özetleyelim:
Sınıftaki öğrencilerin ödevlerini internetten indirmesine kızan Ozan’ın öğretmeni çocuklara kütüphaneden bir kitap ödünç alma ve özetini çıkarma cezası verir. Cezayı yerine getirmek için kütüphaneye gelen Ozan hangi kitaba el atsa, kendisine adıyla hitap eden esrarengiz notlar bulur. Başta, tam bir örnek öğrenci ve ailenin gözbebeği olan abisinin bir oyunuyla karşı karşıya olduğunu düşünen Ozan, “Bu oyunla abin Baran’ın hiçbir ilgisi yok!” mesajı aldıktan sonra iyice meraklanır ve notlarda bahsedilen diğer dört çocuğun kim olduğunu öğrenmek, bulmacanın sırrını çözmek için oyuna katılmaya karar verir. Ertesi gün notlarda bahsedilen buluşma yerine gittiğinde dört sınıf arkadaşıyla karşılaşır. Bu dört çocuğun her biri kendine has farklı farklı garip özellikleri olan sevimsiz tiplerdir. Kumru aşırı ürkek, Berkay aşırı başarılı ve kendini beğenmiş, Alaz tam bir yabani, Tosun ise müthiş obur ve her şeye olumsuz yanından bakan biri.
Ozan kitapların içinde bulduğu esrarengiz notlarda bahsedilen diğer oyun kahramanlarının onlar olduğunu anlamakta gecikmez. Sınıf arkadaşlarıyla durumu konuşmak için bir çay bahçesinde giderler. Tam kendilerine birilerinin oyun oynadığına kanaat getirdiklerinde Alaz oyuna biraz daha devam etmeyi ve yeni bir mesajı beklemeyi teklif eder.
Mesaj kendini bekletmez. Çocuklara hesap fişi getiren garsonun uzattığı kutunun dibindeki kağıtta şöyle yazmaktadır: “Göreviniz bir masalın parçalarını birleştirmek.” Beş parçaya bölünüp beş farklı insan tarafından bulunacak masalı birleştirmeyi başaran kişilerin büyük sırrı öğreneceğini ve bu sırrı gelecek kuşaklara aktarmak için masalı yine beş parçaya bölüp oyunu yeniden başlatması gerektiği bilgisini de içeren mesajda ayrıca şunlar yer alır:  “Her sabah içinizden biri kapısında bir zarf bulacak. Zarfın içinde her masal parçasının nerede olduğunu anlatan şifreli bir şiir olacak. Şiirlerin anlamını çözebilirseniz, masalın saklanmış parçasını da bulabilirsiniz.”
İşte, kitabın devamında yaşanan tam olarak bu. Her sabah çocuklardan biri kapının önünde şifreli bir şiir buluyor ve şifreyi çözmek için oyuna dahil olan diğer arkadaşlarıyla bir araya geliyor. Şiirlerde yer alan ipuçlarından hareketle, sırası gelen masal parçasının nerede saklandığını tahmin eden çocuklar bu parçaları ele geçirmek için çeşitli maceralara atılıyorlar. Sonunda beş masal parçasına da ulaşıp hepsini birleştirmeyi başarıyorlar. Şifreli şiirleri sıralarına göre yukarıdan aşağıya tekrar okuduklarındaysa, bunların akrostişle yazıldığını ve yeni bir mesaj içerdiğini fark ediyorlar. Bu mesaja göre peşinde oldukları büyük sır parkın içindeki heykelin üstünde yazıyor. Hemen parka, heykelin başına koşan beş kafadar büyük sırra da ulaşıyor: İnsanoğlu çeşit çeşit, beş parmağın beşi bir mi?
Kitap bu mesajla ve Ozan’ın tüm insanlar gibi kendisi ve arkadaşlarının da farklı farklı olduğunu fark etmesiyle sona ererken ona yönelttiğimiz temel eleştirilerimizin ilkine gelebiliriz:
Bulmacalı, esrarengiz bir macera olarak kurgulanan kitabın arka planında kendini ailesinin gözündeki çapak gibi hisseden, hep başarılı ve baskın abisinin gölgesinde kalan baş kahraman Ozan’ın, heykeldeki mesajı okuyup büyük sırra ulaşmayı başarmasıyla, kitabın sonuncu ve 120’inci sayfasında birden büyük bir dönüşüm/kişilik olgunlaşması geçirmesi var:  “Kendimi birden şimdiye kadar hiç olmadığım kadar iyi hissettim. Hatta sadece iyi değil. Güçlü, cesur, başarılı ve esprili… / Ancak, garip olan bir şey vardı. Önceleri, dünyanın en büyük sırrını, abime benzemek için istiyordum. Oysa şimdi Ozan olmaktan fazlasıyla memnundum. Hayır, ben bir çapak değildim. Bir gün annemle babamın göz bebeği olabilir miydim bilmiyorum, ama abim Baran gibi olmak istemediğime emindim.”
Türkiye çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında sık sık karşılaştığımız bir sorun var.  Kahramanların yaşadıkları içsel gelişimler/dönüşümler okura kahramanın iç sesi üzerinden açıklanıyor. Buna gerek duyulmasının iki nedeni var. Bir, hikâye aslında bu içsel gelişimi/dönüşümü destekleyen ve bunu okura hissettiren, yaşatan, deneyimleten bir içerik taşımıyor. İki, yazar hikâye bu içeriği (güçlü ya da zayıf) taşımasına rağmen, hikâyesine ya da okuruna tam olarak güvenmediği için olup biteni ayrıca açıklama gereği duyuyor.
Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde romanında karşımıza çıkan işte bunun bir karışımı. Ozan’ın kendini ailenin kara koyunu gibi gördüğüne, başarılı abisini kıskandığına ve kendi halinden pek de memnun olmadığına dair mesajlar hikâyeye iliştirilmiş gibi duruyor. Okur olarak Ozan’ın kendini ezik hissettiğini öğrensek de bunu aslında duyumsayamıyoruz. Masalın parçaları peşinde koşarken yaşadığı kimi olumlu deneyimlerin, maceranın başarıyla sonuçlanmasının ve büyük sırrın içerdiği mesajın Ozan’ın önemli bir olgunlaşma yaşamasını tetiklediğini mantığımızı kullanarak anlayabiliyoruz, ama bunu hikâyenin kendi akışı içinde deneyimleyemiyoruz.  
Ama romanın ‘insanlar farklı farklı, ama bu iyi ve kendimiz olmayı öğrendiğimizde mutlu oluruz’ şeklinde özetlenebilecek ana mesajını dayandırdığı arka plan hikâyesinin derinlikten ve o ölçüde de inandırıcılıktan uzak oluşunu bir yana bırakalım ve ön planda kurgulanan asıl öyküye, yani esrarengiz bulmacalarla dolu heyecanlı maceraya gelelim.
Kitabın özetinde de belirttiğimiz gibi çocukların yaşadığı maceralar esrarengiz şiirlerdeki ipuçları yakalamalarına dayanıyor. Hikaye tüm gerilimini buradan alıyor.  Ne var ki ve ne yazık ki okur olarak bu sürecin neredeyse tamamıyla dışında bırakılıyoruz. Çünkü şiirlerdeki ipuçlarını yakalayabilen yalnızca o sabah şiiri bulan çocuğun kendisi.
Alaz’a gelen ilk şifreli şiiri okuduğumuzda bunu henüz bilmediğimiz için okur olarak heyecanlanıyor ve kitabın öteki kahramanlarıyla birlikte “Papatyalar açtığında/Ak tomurcuk saçtığında/Resim gibi durur balkonunda/Kıyıp da koparamaz bir tekini/Islıkla sular çiçeğini/Neredeyse bekler seni” (s.39) kıtasının anlamını çözmeye çalışıyoruz. Ancak biz de “Bir bulmaca bu,” (s. 39) diyen Berkay’dan öte bir sonuca ulaşamıyoruz. Ne de olsa papatya, ıslık ve balkon arasındaki bağlantıyı bilen tek kişi Alaz. Onun Aksi Arif Amca lakaplı çiçek delisi bir komşusu olduğu bilgisi bizimle ancak Alaz sırrı çözdükten sonra paylaşılıyor. Bu sayede de okur olarak Alaz’ın sırrı nasıl çözdüğünü kavrayabiliyoruz ama onunla birlikte sırrı çözemiyoruz.
Daha sonraki şifreli şiirler de benzer bir mantığa dayandığı için kahramanlarla birlikte akıl yürütmekten giderek vazgeçiyor ve maceranın seyircisi konumuna geri çekiliyoruz. Doğal olarak da hikâyeyi artık baştaki heyecan ve merakla takip etmiyoruz.
İyi ki her şifrenin çözülmesi plan ve cesaret gerektiren yeni bir macera demek. Kitabın iyice sıkıcı hale gelmesini de büyük ölçüde kurgunun bu akılcı yapısı önlüyor. Ancak akılcılık her zaman inandırıcılık anlamına gelmiyor. Romanın üçüncü büyük zaafı, çocuk kahramanların masal parçalarına ulaşmak için atıldıkları tüm maceraların okurda oldukça yapay ve zorlama bir tat bırakan ve sahici olmayı başaramayan bir dizi gelişmelere dayanması.
Birinci masal parçasını bulmak için Aksi Arif Amca’nın çiçekli balkonuna sızmayı başaran çocuklardan Alaz’ın gül yetiştiren bir bitki sever olduğu birden bire ortaya çıkması gibi: “Onun çiçek  sevgisini bilmediğimiz için hepimiz şaşkınlıkla Alaz’a bakakalmıştık. Ama bu bilgi en çok da Arif Amca’yı şaşırtmıştı.” (s. 48)
Odasında ikinci masal parçası saklanan okul müdürünün önce heyecanı tırmandırmak için bir despot olarak resmedilmesi ve bu bilginin tam da yeri gelmişken araya sıkıştırılması gibi:  “6 yıldır aynı okulda okuyorum ama Müdür Bey karşısında titremeyen tek bir öğrenci bile tanımadım bugüne dek. (…) duyduğumuza göre Müdür Bey, ilkokula giderken asker olmayı çok istiyormuş. Ama boyu, askerlik ölçülerinin üç santim altında diye Askeri Lise’ye alınmamış. Keşke alınsaymış. O zaman biz yarı askeri bir okulda okumak zorunda kalmazdık (s. 58-59).
Sonra da müdürün odasına sızma zorlu görevinin büyük bir rastlantı sonucu neredeyse kendiliğinden çözülüvermesi gibi: “’Odaya bugünkü son derste gireceğiz. Nasıl olsa fen öğretmeni raporlu. Yani bizim sınıfın dersi boş geçecek. Yani ortalıkta kimse bulunmayacak.’ / ‘Ya Müdür Bey?’ diye sordum. / Yüzüme bakıp sırıttı: ‘Okulda bile olmayacak.’” S. 61)
Dördüncü masal parçasını eski tekvandocu bir koru bekçisinin üzüm sepetinde saklandığını öğrenen Ozan’ın önce korkunç bir sahne yaşaması: “’Şimdi bir yapıştıracağım, beş parmağımın izi kalacak suratında’”/ Korkuyla bir adım geri çekildim. Bekçinin gözleri ateş gibiydi. ‘(…) ‘DEFOOOOOLLLL!!!!!” / O ses vücudumun kilitlerini bir anda çözüverdi. Bir saniye içinde arkamı dönmüş ve koşarak on metre kadar uzaklaşmıştım. Bekçinin sesiyle başlayan koşum yine onun sesiyle durdu. ‘Hey!” / Titreyerek arkamı döndüm. Bekçi işaret parmağını sallıyordu. ‘Ozan Şenyüz! Adını bir köşeye yazdım. Bir daha seni buralarda görürsem bacaklarını kırarım!’, (s. 98-99). Gerilimin iyice tırmandığı noktada bir yanılgıyla karşı karşıya olduğunu anlaması: “Korkuyla başımı sallayarak anladığımı belirttim. Bu işaret onun için yeterli bir yanıttı. Oradan uzaklaşırken bekçinin bakışlarını ensemde hissediyordum. Sanki arkamdan geliyordu. ‘Şşştt, baksana!’ / Elini omzuma değer değmez bağırmaya başladım. ‘Aaaa!’ / ‘Deli misin oğlum?’ / Kolumdan tutup sarsan Berkay’a şaşkınlıkla baktım. Evet karşımdaki Bekçi değil Berkay’dı. (s.99) Hatta belki de büsbütün (dürüstlük adına Ozan’ın yanılgısının boyutunu tam olarak anlayamadığımızı itiraf edelim)  hayal görmüş olması: “Tosun güldü. ‘Bekçinin eski tekvandocu olduğunu duyunca betin benzin attı hemen. Bakıyorum uyumadan kâbus görmeye başladın!” (s.99) Ancak tüm bunlara rağmen ve okurda yaratılan beklentinin tam aksine tekvandocu bekçinin çocuklara masal parçasının saklandığı üzümlü sepeti neredeyse durup dururken ve büyük bir sevecenlikle vermesi gibi: “Daha iki adım atmıştık ki Bekçi ‘Çocuklar,’ diye seslendi, ‘şu sepeti de alın. Üzümleri aranızda paylaşırsınız. Yarın sepeti geri getirmeyi unutmayın ama…’ / Hepimizin yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Sadece masalın sonuna yaklaşanların yüzünde görülecek bir gülümseme. Bekçi unuttuğumuz masalı kendi elleriyle veriyordu bize.’” (s.101-102)
Ama daha fazla uzatmayalım. Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde kitabının Tudem Yayınları gibi çocuk ve gençlik edebiyatında iddialı bir yayınevinin programında yer bulması, bizce, yukarıda ele aldığımız zayıflıklarına (ki asık yüzlü kütüphaneci, kütüphaneden kitap ödünç alma ve kitap özeti çıkarma cezası gibi kitap ve okuma sevgisiyle pek de bağdaşmayan mesajlar içermesi türü ayrıntılara hiç girmedik)  karşın akıcı dili ve kusurlarına rağmen çocuk okuru sürükleyebilme potansiyeli taşıyan kurgusu nedeniyle yine de anlaşılır. Anlayamadığımız bu ve benzer zaaflar taşıyan kitapların neden ödüllendirildiği. Nitelikleri, belki bir edebiyat eleştirisinde yeri olmayan, ama okurken hissettiklerimizi iyi karşılayan “eh işte,” ya da “hım, aslında o kadar da fena değil,” türü ifadelerle tanımlanabilen ve vasat olmanın ötesine geçemeyen eserler ödüllendirildiği sürece, bu ödüllerin ülkemiz çocuk ve gençlik edebiyatının gelişmesine katkı sunmasını ve yenilikçi, yaratıcı, heyecan verici özgün fikirleri olan genç yeteneklerin önünü açmasını beklemek ne yazık ki hayal.
Tamam,  bazen büyük şeyleri başarmak için hayal görmek gerekir. Peki, madem büyük şeyler başarmak istiyoruz, o halde kendimizi neden küçük hayallerle sınırlandıralım? Neden bizim de çocuk ve gençlik edebiyatı alanında güçlü bir ödülümüz olmasın? Neden çocuk ve gençlik edebiyatı alanındaki ödülleri tek tek yayınevlerinin ya da bu yayınevlerinin güdümündeki/baskın etkisindeki kurumların inisiyatifine bırakmak yerine, gerçekten okuma kültürünü geliştirme amacına hizmet eden, çocuk ve gençlik edebiyatının önünü açabilecek, geliştirebilecek, hatta yönünü belirleyebilecek bir ödülün (ve onun sahip olması gereken kriterlerinin) tanımını yapmıyoruz? Neden bu tanımla birlikte, bütünlüklü bir okuma kültürü politikası geliştirme görevi ve sorumluluğu taşıyan adreslere gitmiyor, daha doğrusu onların kapısına dayanmıyoruz?
Belki böylesi bir ödülün koşulları henüz olgunlaşmamış olabilir, ancak bu bunun hayalini görmemizin, hayalimizin peşinde koşmamızın ve çocuk ve gençlik edebiyatına gönül ve emek vermiş/veren kişi ve kuruluşlar olarak hayalimizi gerçekleştirmek için yaptırımcı bir güç ortaya koymamızın önünde engel değil!