Çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında döne döne
işlenen bazı konuların varlığı dikkat çekiyor: Okula başlamak, aileye yeni bir
üyenin katılması/kardeş kıskançlığı, doğa ve hayvan sevgisi /çevrecilik, ilk
ergenlik sıkıntıları, dostluk ve dayanışma, tarihsel eser kaçakçılığı… Liste
uzatılabilir.
Bazı konuların genel ya da dönemsel olarak çocuk ve gençlik
edebiyatında görece sık yer bulması ülkemize özgü değil. Tıpkı, aynı konuların
farklı yazarlar tarafından yeniden ve yeniden işlenmesi çocuk ve gençlik
edebiyatına özgü olmadığı gibi. Yetişkin edebiyatı bunun sayısız örnekleriyle
dolu. Dahası aşk romanı, kadın romanı, göçmen
edebiyatı gibi bazı edebiyat “türleri” basbayağı konu bütünlüğüne/benzerliğine dayanıyor.
Ki buna genç yetişkin edebiyatı da dahil edilebilir, hatta edilmeli.
Neden mi? Çünkü genç yetişkin edebiyatı aslında tematik bir
tanımlama. Nasıl kadın romanında kahraman çoğunlukla kadınsa, genç yetişkin
romanının kahramanı da yaşça gençtir. Nasıl göçmen edebiyatı daha çok
göçmenlerin hayatını, sorunlarını konu ediyorsa, genç yetişkin edebiyatı da
daha çok yaşça genç olanların ilgi alanına giren temaları işliyor.
Buraya kadar çocuk ve gençlik edebiyatı da pek farklı görünmüyor:
Kahramanlar çoğunlukla çocuk ya da gençlerden oluşuyor ve çocuk ya da gençlerin
yaşamını dolaylı/dolaysız etkileyen konular işleniyor.
Peki, bu benzerliklere bakarak çocuk ve gençlik edebiyatının tıpkı
genç yetişkin ya da kadın edebiyatı gibi konu bütünlüğüne/benzerliğine
dayandığını söyleyebilir miyiz? Çocuk edebiyatının tarihsel gelişimi ve
bilimsel temelleriyle ilgilenenler, bu alandaki akademik literatürü takip
edenler bu soruya “elbette, hayır!” diye yanıt verecektir.
“Hayır” yanıtına bir itirazımız yok.” Elbette” kısmının
gerçek bir bilince denk geldiğine ilişkin bazı tereddütlerimiz var ama. Çünkü
Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının reel durumuna (o reel durumu oluşturan
güncel örneklerine) baktığımızda, teoride “elbette hayır!” diyenlerin pratikte
“eh n’apalım, evet!”i uyguladıklarını görüyoruz.
“Eh, n’apalım, evet!” tutumunun somut görüngülerine ve onun
eleştirisine yazımızın ilerleyen aşamalarında geleceğiz. Ama ondan önce -eleştirimizin
daha iyi anlaşılmasını sağlamak için- teoride
kabul edilen “çocuk ve gençlik edebiyatı tanımı tematik ayrımlara dayanmaz” saptamasını
biraz açmak istiyoruz.
Yöntem olarak, gerçekten konu bütünlüğü/benzerliği üzerinde
yükselen kadın, göçmen ya da genç yekişkin edebiyatını çocuk ve gençlik
edebiyatıyla karşılaştıracağız.
Göçmen edebiyatından başlayalım. Göçmen edebiyatı, daha çok
göçmenleri ya da göçmenlerle/göçmen sorunuyla temas edenleri ilgilendirdiği var sayılan edebiyat eserlerinin
toplandığı bir konu başlığı.(Bazen de göçmen yazarların yazdığı kitaplar bu gruba dahil ediliyor). Türkiye’nin aksine Avrupa’nın köklü bir göçmen
‘sorunu’ ve buna paralel olarak da güçlü bir göçmen edebiyatı var.
Örneği somutlaştırmak için Avrupa’da yaşayan bir göçmen ve
edebiyat okuru olduğunuzu düşünün. Göçmen edebiyatı doğal olarak ilginizi
çekebilir. Hatta kitap seçerken göçmen edebiyatına öncelik verebilirsiniz. Ama
tersi de mümkün. Üstelik tersi durumun (yani bir göçmen olarak göçmen konulu
kitaplarla ilgilenmemeniz ve onları okumamanız) edebiyat okurluğunuz üzerinde
belirleyici bir etkisi yok. Bu, göçmen edebiyatı sınıfına dahil edilen
nitelikli bir eserin size çok şey katabileceği gerçeğini yadsımıyor, ama bir
göçmen olarak edebiyat okuru olmak için göçmen edebiyatı okumanız da
gerekmiyor. Aynı durum kadın ya da genç yetişkin edebiyatı için de geçerli. Nasıl
ki bir kadının edebiyat okurluğuna terfi edebilmesi için kadın edebiyatı
basamağına ihtiyaç duymuyorsa, genç yetişkine de öyle bir basamak “ihtiyaç” adı
altında dayatılamaz.
Tabii tüm bunlardan kadın, göçmen ya da genç yetişkin
edebiyatının temelsiz, fonksiyonsuz eserlerden oluştuğu sonucu çıkarılmamalı. Her
şeyden önce bu konu başlıkları altında toplanan edebiyatın içinden, edebi
nitelikleri bakımından başka başka konular işleyen edebiyat eserleriyle
rahatlıkla yarışabilecek bir dizi kitap çıkıyor. İkincisi, bu kitaplar çeşitli
sosyal sorunlarla ilgili toplumsal duyarlılığa katkı sunuyor.
Bu noktada çocuk edebiyatıyla yine bir paralellik
kurabiliriz. Çocuk edebiyatı hem toplumun çocuğu nasıl gördüğünü,
konumlandırdığını yansıtan bir ayna gibidir, hem de çocuğu ve onun toplumsal
gerçekliğini daha iyi anlamamızı, ihtiyaç ve hakları konusunda farkındalık
geliştirmemizi sağlıyor.
Ama şimdi yetişkin okur konumumuzdan bir an için sıyrılalım
ve çocuk olduğumuzu düşünelim. Çocuk olarak edebiyat dünyasına girmemize olanak
sağlayan tek kapı çocuk ve gençlik kitapları. Edebiyat okurluğu açısından bir kadının
yalnızca kadın romanları, genç bir
yetişkinin yalnızca genç yetişkin
romanları okuması dıştan bakıldığında “yoksulluk”, içten bakıldığında “özgür bir seçim/tercih”
iken bir çocuğun yalnızca çocuk kitapları okuması verili durumun kendisi, üstelik
de kaçınılmazdır.
Peki, çocuğu çocuk edebiyatına mahkûm eden olgu nedir? Yetişkin kitaplarında işlenen konular mı? Edebiyata
giren aşk, şiddet, cinsellik, ihanet, karmaşık aile ilişkileri, yalnızlık gibi
temel meseleler ya da sıradan insanlık hallerinin bin bir yüzü mü? Yok, canım!
Sonuçta, kadın, erkek, göçmen, genç yetişkin, çocuk… hepimiz aynı dünyada
yaşıyoruz. Evet ,“tipik kadın konuları” gibi “tipik çocuk konuları” diye
tanımlanan bazı konular var. Ama ne kadınların ne çocukların dünyası bu tipik
konularla sınırlı, kimi zaman bu konular/sorunlar dünyalarına bile girmiyor. Zaten çocukların kadınlardan/ göçmenlerden/ genç
yetişkinlerden farklı olarak dünyalarına girsin girmesin, her türlü meseleyi işleyen yetişkin kitapları
oku(ya)mamalarının nedeni konularda
değil işleyişte düğümleniyor.
Eh, zaten “elbette hayır!” yanıtını verenler bunu biliyor. Zaman
zaman aralarından, çocuk kitaplarına daha çok konunun girmesi gerektiğine dair
sesler de yükseliyor. Doksanlı yıllarda boşanma da olmalı çocuk kitaplarında,
ilk aşk da … deniyordu. İki binli yıllarda buna ölüm, savaş, öteki gibi daha
“zor” görünen konular da eklendi. Daha da ileri gidip, Hollanda’da eşcinsel
evliliği işleyen çocuk kitapları var, bizde niye olmasın diyenler de çıkıyor. Tıpkı,
çocuklarımızı ithal konularla mı büyüteceğiz, ülkemizde konu mu bitti, diyenler
çıktığı gibi.
Ortak olan nokta çocuk ve gençlik edebiyatının genelde konu
eksenli tartışılması. Süren sansür
skandalında ayyuka çıkan “şu kitapta cinsellik var, müstehcen”, “şu romanda
şiddet ve küfür var, uygunsuz” türü yaklaşımları tartışmamızın dışına bırakıp,
kendimize bakalım. “Edebiyatta önemli olan konu değil, işleyiştir,” cümlesi
gelinen yerde orta okul müfredatında
bile yer bulurken, neden çocuk ve gençlik edebiyatı söz konusu olduğunda
sürekli konuyu tartışıyor ve asıl önemli noktayı, yani işleyişi es geçiyoruz?
Hem de çocuk ile yetişkin edebiyatı esas olarak işleyişte ayrılıyorken?
Avrupa çocuk ve gençlik edebiyatının gözümüze zengin, özgün
ve farklı görünmesinde konu çeşitliliğinin de payı var kuşkusuz. Andreas
Steinhöfel’in yazıp Tudem’in yayın programına aldığı (ve sabırsızlıkla kitapçılara
çıkmasını beklediğimiz) Rico, Oskar ve Derin Gölgeler adlı kitap konsomatris
bir annenin zihinsel engelli çocuğu gözünden bir polisiye ve dostluk hikâyesi
anlatıyor örneğin. Ama bu kitabı eşsiz ve olağanüstü kılan (2009’da
uluslararası Alman Gençlik Edebiyatı ödülünü aldı) ne annenin konsomatrisliği,
ne Rico’nun kendi deyimiyle “alt zekâlı” olması, ne de konu zenginliği. Bu
kitabı benzersiz yapan özgün, yenilikçi ve yaratıcı anlatımı. Rico’nun
kitaptaki rolü, sanılabileceğinin aksine zihinsel engellilere dönük farkındalık
yaratmak falan değil. Yazar Rico aracıyla “engelliler de var” mesajı verme kaygısı da gütmüyor. Okur
Rico’nun bakış açısı üzerinden dünyaya ve onun karmaşık sorunlarına çok farklı,
alışılmadık bir mantık üzerinden yaklaşma şansı buluyor. Yazar “alt zekâlı”
Rico’nun karşısına üst zekâlı Oskar’ı çıkartırken, dostluğun her türlü
farklılıklara rağmen mümkün olduğunu anlatıyor gibi görünüyor. Oysa alt metinde aslında Rico’nun hayata
bakışıyla Oscar’ın hayata bakışı çatışıyor. Rico, yerde bulduğu ve aklı başında
kimsenin dönüp bakmayacağı bir büzgülü makarnanın kaynağını merak ettiği ve
kendine yine aklı başında kimsenin kolay kolay sormayacağı aykırı sorular sorduğu
için, hayal gücünün de yardımıyla karmaşık bir polisiye olayını çözerken; neredeyse
her şeyi, her şeyden önce de her şeyin riskini bilen Oskar kendini hayattan bir
kaskla korumaya çalışıyor. Kısacası bu kitapta derin bir felsefe, özgün bir hikâye
ve yaratıcı, sanatsal bir anlatım buluşmuş, çocukların okuma ve hayat
deneyimine uygun bir şekilde işlenmiş durumda.
Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yayınevlerine,
özellikle de bunu belli bir iddiayla yapanlara baktığımızda, ya da Rico, Oskar
ve Derin Gölgeleri Tudem’in genel yayın çizgisiyle karşılaştırdığımızda ilginç
bir çelişki çıkıyor karşımıza.
Ne demeye çalıştığımızı daha iyi anlamak için Günışığı
Kitaplığı’ndan çıkan son iki kitabı arka arkaya okuyun: Yerde Ağır Gökte
Hafif/Zoran Drvenkar ve Gevrekçiii/Hacer Kılcıoğlu. Burada her iki kitabın
eleştirisine uzun uzun giremeyeceğiz. Ama birincisindeki heyecan verici
özgünlüğü (şişmanlık ya da farklı olma gibi son derece basit/bilindik bir fikre
dayanıyor görünse de), edebi tadı ve konuyu işleyişteki sanatsal yaratıcılığı
ikincisinde bulamadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.
Editöre bakıyoruz, aynı kişi. Kabul, ülkemizde çeviri eserlerin seçiminde çevirmenin rolü büyük. Ama nihayetinde son kararı editör/yayın kurulu veriyor. Öyleyse yayınevleri programlarını oluştururken Türkçe ve
çeviri eserleri farklı kıstaslara göre mi değerlendiriyor? Yoksa sorun yazarda
mı düğümleniyor? Avrupa’daki yazarlar daha mı başarılı, daha mı yetkin? Peki
öyleyse, son dönemde dünyaya açılan, birçok farklı dile çevrilen çağdaş
Türkiyeli yazarlarımız nasıl yetişiyor? Yetişkin edebiyatında iyiyiz, ama çocuk
ve gençlik edebiyatında işi henüz kıvıramadık mı?
Kuşkusuz bu soruların hepsini sormalıyız. Ama tek başına
hiçbirinin yanıtı tatminkâr değil.
Sorgulamaya devam edelim öyleyse. Yıllar önce Roald Dahl’ın
unutulmaz Çikolata Fabrikası’nı yayınlamış bir yayınevi (evet, bildiniz Can
Çocuk), yıllar sonra hâlâ “Yemekten sonra ellerimi yıkıyorum. Bir süre sonra meyvemi
yiyorum. Kardeşime de annem yardım ediyor. Sonra ellerimi, yüzümü yıkıyorum,
dişlerimi fırçalıyorum. Bademciklerim yine kızarmasın diye “gulu gulu” adaçayı
gargarası yapıyorum. Annem ya da babam masalımı anlatıyor, uyuyorum” türü
paragraflarla dolu çocuk kitapları yayınlamasına ne demeli? (İşin aslını
isterseniz bu yazı aslında alıntıladığımız Şahsene Camız’ın Bücürük’le Büyücü Ablası adlı kitabın eleştirisi
olacaktı, ama giriş niyetine yazılanlar çoktan bağımsız bir yazı karakteri
kazandı, kitap eleştirisi de başka zamana kaldı …)
Belki de tıpkı “alt zekâlı” Rico gibi, olaya bambaşka bir
açıdan bakmayı denemeli. Bizim yerde bulduğumuz makarnanın adı pazarlama olsun
mesela. Öyle ya, edebiyattan değil pazarlamadan bakıldığında telif eserlerin
birçok avantajı, birçok kolaylığı var. Özellikle de çocuk ve gençlik
edebiyatında. Türkiyeli bir yazar annesi konsomatris, kendi zihinsel engelli
bir çocuğun romanını yazdığında o kitabı okuma listesine sokmanız, özel
okullarda sınıf bazında satmanız imkânsıza yakın. Aynı şeyi yabancı bir yazar
yaptığında okuldaki öğretmeni bir biçimde ikna edebilirsiniz ama: Yurtdışında
şöyle şöyle başarılar sağlamış, şu şu uluslararası ödülleri kazanmış, dünyaca
tanınmış bilmem kim yazdı derseniz kitabın yolu açılır çoğunlukla.
Şimdi buna, yayınevlerinde çalışıp da kitap satmak için okulları
arşınlayan, öğretmenlerle yüz yüze görüşen kurumsal müşteri temsilcileri
“okullarda Türk yazarların eserlerini satmak daha kolay” savıyla karşı çıkacaktır mutlaka.
Üstelik de haklılar. Evet, okullarda Türk yazarların kitaplarını satmak daha kolay. Eğer yazar tanınmış ve kanıtlanmışsa. Eğer yazar kimliğinin ötesinde öğretmen, gazeteci,
belgeselci, kütüphaneci türü güven uyandıran bir “ek kimliği” varsa. Eğer
konsomatris ya da var olmanın dayanılmaz hafifliği (Zoran Drvenkar’ın son çocuk
kitabının Türkçede orijinal adıyla çıkmaması ne yazıktır…) falan gibi
sakıncalı, riskli, öğretmenler ve veliler tarafından yanlış anlaşılabilecek
konulara girmiyorsa. Eğer…
Eğerler çoğaltılabilir. Reelde çoğalıyor zaten. Ve çoğaldığı
içindir ki Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı her yeni dönem birkaç yeni başlık
eklenen (bu dün çevrecilik, yarın şiddet olabilir) tipik çocuk konularının
ötesine taşmıyor, anlatım ve kurguda sanatsal yaratının tüm olanaklarından
yararlanan bir yaratıcılık, özgünlük, yenilik sergileyemiyor. (Yanlış anlamaya eğilimli olanlara hatırlatmakta fayda var: Burada genel tablodan bahsediyoruz, tablodan ayrılan istisnalardan değil)
Hal böyleyken, yayınevlerinin daha doğrusu editörlerin
ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatında heyecan verici, yeni genç seslerin
çıkmamasından sık sık yakınması çelişki aslında. Öte yandan, yayınevlerinde
yığılan dosyaların çoğunun orta yaşı geçkin emeklilere, çoğunlukla da öğretmen
emeklilerine ait olduğu da bir gerçek.
Orta yaşı geçkin (öğretmen) emeklileri arasında heyecan verici kalemler
çıkmaz demiyoruz. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı bunun aksini kanıtlayan
parlak örnekler barındırıyor. Ama Kitedit olarak biz de genç yazarların,
yeteneklerin genel manzarayı belirlemesini, bu alana tazelik ve yenilik
getirmesini özlemekten kendimizi alamıyoruz.
Hah, sonunda sorunun kaynağına ulaşabildik galiba: Çocuk
edebiyatına gönül vermiş genç yazarlar! Editörler doğru söylüyor, yoklar işte,
yoklar!
Keşke mesele bu kadar kolay olsa. Ama editörler (istisnalar
elbette var) haksız yere yakınıyor. Birçok editör kolaycılığı seçiyor. Genç
yazar yetiştirmek, sıradan çoğunluğun içinden gerçekten umut vaat edeni bulup
çıkarmak, ona cesaret vermek, önünü ve ufkunu açmak, dosyasıyla uğraşmak
zahmetli. Zahmet de önemli değil, adı sanı duyulmamış genç, hele de ilginç,
cüretkâr bir sese yatırım yapmak riskli çocuk ve gençlik edebiyatında.
Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı pazarını belirleyen
yayınevlerinde çalışan editörlerin bu riske girmekten çoğu kez sakındığını,
giderek edebiyatçı gibi değil pazarlamacı gibi düşünmeye başladığını söylemek
belki biraz ağır kaçacak. Ama bazen bazı şeyleri adıyla anmak kaçınılmaz.
Bu, ülkemiz çocuk ve gençlik edebiyatına kafa yoran, emek
veren, her tarafından yaratıcılık ve özgünlük fışkıran genç yazarlar kaynıyor,
editörler onların önünü kesiyor anlamına gelmiyor kuşkusuz. Öyle çocuk ve
gençlik edebiyatı yazarları sahiden de yok denecek kadar az ya da gözle görünür
şekilde ortaya çıkmıyorlar.
Ne var ki bu durum da yayınevlerinin gerçekliğinden, Türkiye
çocuk ve gençlik edebiyatının verili durumundan besleniyor. Diyelim ki
gençsiniz, heyecanlısınız, yazar olmak istiyorsunuz, çocuk ve gençlik
edebiyatına ilgi duyuyorsunuz ve … üç nokta yerine ve kitaba dönüşebilecek
müthiş, çılgın bir fikriniz var, diye yazmaya yeltenecektik az daha. Oysa büyük ihtimalle, çağdaş Türkiye çocuk ve
gençlik edebiyatını kıyıdan köşeden izliyorsanız (medya ve yayınevi
yönlendirmesi yüzünden sapla sapanın karıştığı bugünkü ortamda kesinlikle yok
saymadığımız, aksine çok önemsediğimiz nitelikli örneklerin, güçlü yazarların
genel tabloyu ne yazık ki belirleyemediğini düşünüyoruz) o müthiş ve çılgın fikriniz
oluşma imkânı bile bulamayacak. 2011’de, 2012’de hatta 2013’te bu alanın en
saygın yayınevleri tarafından yayınlanan çocuk kitaplarının önemli bir kısmı hâlâ
yemekten sonra ellerimi yıkıyorum, meyvemi yiyorum, masalımı dinliyorum minvalinde
ilerlerken çocuklara konsomatris bir anneden, derin felsefi sorunlardan ya da
gökyüzünde pelüş yarasalar gibi uçuşan şişkolardan bahsedebileceğiniz nereden
aklınıza gelsin ki?!
Hadi geldi diyelim. Yabancı yazarlar üzerinden, ithal konular
üzerinden geldi hem de. Bu ilham sizi kanatlandırabilir de, daha edebiyat veriminizin
başında özgünlüğünüzü yaralayabilir de. Bir de bakmışsınız ki müthiş, çılgın
fikriniz taklit, ikinci el bir ürüne dönüşmüş. Bir de bakmışsınız ki, bu ülke
koşullarında yaşayan çocukların gerçekliğiyle hiçbir bağı olmayan ciks (sabun
köpüğü ya da eğlencelik de diyebiliriz buna) bir dosya sahibi oldunuz. Üstelik
içinizden bir ses bu dosyanın, hiçbir zaman sonuna kadar götüremediğiniz asıl
özgün, çılgın, yaratıcı kitap fikrinizden daha fazla yayınlanma şansı olduğunu
söylüyor…
Yalan mı?
Son soruya samimiyetle yanıt verdiğimizde sorunun kaynağının
yazarda değil, yazarı ve kitabı seçen, yayın programını şekillendiren editörde,
daha doğrusu editörü giderek pazarlamacı konumuna iten yayınevlerinin işleyişinde
yattığını daha rahat görürüz.
Peki, benzer belki de daha ağır pazar koşullarında varlık
gösteren Avrupa yayınevleri bu sorunu nasıl çözmüş? Aslına bakılırsa Avrupa’da
çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayanların sorunu Türkiye’de aynı alanda
faaliyet gösteren yayınevlerinin sorunuyla örtüşmüyor. Tamam, orada da
editörler giderek daha çok pazar koşullarına teslim oluyorlar. Ama oradaki
“müşteri” kitlesi tamamıyla farklı. Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatını
hâlâ esasta okullara, demek oluyor ki öğretmenlere satmaya çalışıyoruz. Avrupa’daysa
çocuk ve gençlik edebiyatının, sanatsal beğenisi görece gelişmiş, pedagojik kaygılardan
az çok arınmış, “sivil” bir alıcı profili var.
Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı için sanatsal beğenisi
gelişmiş, pedagojik kaygılardan arınmış, “sivil” bir alıcı profili yaratmak elbet
tek başına yayınevlerinin omuzlarına bırakılabilecek bir yük değil. Ancak bu
noktada yayınevlerinin okul endeksli satış politikalarını değiştirmek gibi
büyük bir sorumluluğu var. Editörlere de iş düşüyor kuşkusuz. Edebiyata sahip
çıkmalı, ilkeli davranmalı ve sırf güvenli (satış garantili) diye vasat,
bıktırıcı denli sıradan eserler yayınlamaktan artık vazgeçmeliler. Ya da en
azından satış garantili ama vasat eserler yayınlarken, bunları çocuk
edebiyatının güzide örnekleri, edebiyat şaheserleri gibi yansıtma ölçüsüzlüğüne
(ki alıcı kitle profilimizin sanatsal beğenisinin gelişmemesinin arkasında bu
da var) gitmesinler. Gerçek edebiyat eleştirisine ön ayak olamıyorlarsa bile,
hiç değilse engel olmaya kalkmasınlar.
Unutmasınlar ki, başka ülke editörlerinin vasatlar arasından
bulup çıkardığı, yayına hazırladığı, son halini almış, ülkesinde başarı sağlamış,
belki de ödül kazanarak kendini kanıtlamış eserlerin içinden ülkemiz için en “doğrusunu”
seçmek editörlüğün yalnızca bir yönü. Üstelik daha önce de vurguladığımız gibi bu
görevi birçok yayınevinde çevirmenler üstleniyor, en azından paylaşıyor. Yazar
yetiştirmek, umut vaat eden bir dosyanın vaadini yerine getiren bir esere
dönüşmesine zemin hazırlamak, geleceğe/genç yazarlara yatırım yaparken
başarısız olmayı da göze almak… işte, çocuk ve gençlik edebiyatında söz sahibi
editörlerin hatırlaması gereken görevlerden bazıları.
Evet, bu yazımızda editörlere çok yüklendiğimizin
farkındayız. Ama onlar biraz riske girerse, biraz zahmete katlanırlarsa, çok
daha büyük riskleri, zahmetleri göğüslemeye hazır genç kalemlerin müthiş ve
çılgın fikirlerinin en özgün yaratımlarla çocuk ve gençlik edebiyatında boy
göstermeye başlayacağından hiç kuşkumuz yok. Müzikte, çağdaş yetişkin
edebiyatında, çizgi romanda, resimde, heykelde var oldukları kadar, bu alanda
da var olacaklar.
Konudan girdik, editörden çıktık, yazının ipini kaçırdık ama
derdimizi de anlattık. Anlatamadıysak sorularınızı yanıtlamaya, eksik kaldıysak
ya da yanlışa düştüysek farklı, benzer, zenginleştirici görüşlerinizi
yayınlamaya hazırız.
Yatırım yapılan yazar her ne olursa olsun reklamla cilalandığında pırıl pırıl parlayacağına göre; editörün, seçiminde başarısızlığa uğramak gibi bir endişeye kapılması neden söz konusu olsun? Böyle bir endişenin varlığı bu piyasa koşullarında ne kadar gerçekçidir?
YanıtlaSil