29 Ekim 2012 Pazartesi

"Çat Kapı Dayım" Büyük Hayal Kırıklığım!


Günışığı Kitaplığı, 1. Baskı 2012
Kitedit'in son incelediği kitap "Paprika", tam da eleştirinin yayınlandığı gün okumayı bitirdiğim bir başka çocuk kitabı hakkında yazmaya itti beni. "Paprika" da teşhis edilen bazı benzer sorunlarla mustarip olmasının yanı sıra; üzerine ahkam keseceğim bu kitap ciddi kurgu sorunlarıyla da malul.

Bahsettiğim kitap yakın zamanda Günışığı Kitaplığı'ndan yayınlanmış olan, Fadime Uslu'nun "Çat Kapı Dayım" isimli eseri. Can Çocuk'tan çıkmış olan "Paprika"dan sonra, Günışığı Kitaplığı'ndan "Çat Kapı Dayım"...

Çocuk/genç yetişkin edebiyatı yayıncılığının önde gelen iki yayınevinin kitaplarını bu sayfalarda arka arkaya görmeniz rastlantının ötesinde elbette. Özellikle Günışığı Kitaplığı gibi, her fırsatta bu sektörde "yol açıcı" rol üstlendiğini iddia eden bir yayınevinin; kendi iddiasıyla ters düşecek şekilde bu tür sorunlu işlere imza atması benim için ciddi tartışma konusudur.

"Ismarlama edebiyata" karşı duruşu herkesçe bilinen, "editörlük" çalışmasını oldukça önemseyen bir yayıncılık anlayışının; pek çok açıdan "ısmarlama" duran ve deyim yerinde ise bir "editörlük faciası" olan bu kitabı yayınlamış olması; herhalde yayınevinin benim aklımın ermeyeceği öncelikleri ile ilintilidir.

Yayınevinin (herhalde prestij, tanıtım ve pazarlama ile ilgili olacak) bu önceliklerini bir yana bırakıp kitaba dönelim. İlk olarak; kitabın yazarı sayın Fadime Uslu'nun önceki edebi üretimlerinden farklı; bir anlamda onun öykücü kimliğine bağdaştırmaya kıyamadığımız bir "iş" ile karşı karşıya olduğumuzun farkındayız. Bu noktada eleştirimizin sertliğini öykücü kimliğine değil ama, bu kitap nezdinde çocuk yayıncılığı kavrayışındaki "kaymaya" ve "kolaycılığa" yönelik algılamasını isteriz.

Genç öykücümüzün genel anlamda cümle kuruluşlarındaki dikkati ve özeni kitap boyunca en azından "okunurluğu" ve "anlaşılırlığı" sağlıyor. Ancak olay örgüsündeki zaman kopmaları, kurgu boşlukları ve "pedagojik" kaygılarla aralara serpiştirdiği "uyarı-öykücükler" kitabın "editörlük faciasına" dönüşmesine neden oluyor.

"Editörlük faciası" diyerek elbetteki ortadaki sorunu sayın Uslu'nun omuzlarından tamamen alıp, kitabın editörü sayın Müren Beykan'ın üzerine bırakmıyorum.

Ama bir kitapta:

a) Olay örgüsünde zaman akışı sorunları (kopmalar, karmaşa ve sıçramalar) varsa,

b) Kurguda büyük boşluklar ve anlatı sürekliliğini bozan konu atlamaları öne çıkıyorsa;

1- Bu durum ya yazarın aslında çok da içselleştiremediği bir dosyayı, hızlıca-tamamlamadan editörlüğe teslim ettiğine işaret eder,

2- Ya da yazarın aslında daha bütünlüklü, daha uzun bir dosyayı editörlüğe teslim ettiği, ancak editörlük makasının bu bütünlüğü dikkatsizce bozduğu anlamına gelir.

Her iki durumda da, yazar ve editör eşit derece hatalıdır. Ancak kitabı yayınlama kararını alan ve bu sorumluluğu üstlenerek kitaba imzasını ekleyen editör "sorumluluk" alanında yazara göre daha fazla payı hak eder. Çünkü kitabı düzeltmek, düzeltmesi için yazara iade etmek ya da yayın planından çıkarmak editörün ukdesindedir. Bu nedenle az sonra, kitaptan bazı alıntılarla açıklamaya çalışacağımız durum, benim için bir editörlük faciasıdır.

Bu konu üzerinde uzun uzadıya durmam elbette maksatlı. Yayınevinin editörü Müren Beykan ve onun yönettiği Günışığı Kitaplığı ekolü; yayıncılıkta editörlüğün belirleyici önemini savunan bir mevzideler.

Ama bu hassas duruşun "Çat Kapı Dayım" kitabı ile boşa çıkması benim için şaşırtıcı. (Yayınevinin bu duruşunu zayıflatan başka başka kitaplar da ilerde sayfalarımızda yer alabilirler.)

Elbette bu durumun nedenlerine dair bazı tahminlerim var.

Örneğin bir ulusal gazetemizin kitap ekinde kitap tanıtım yazıları sürekli yayınlanan, ismi edebiyat çevrelerinde eni konu duyulmuş, gelecek vaat eden ödüllü bir öykücü; sayın Fadime Uslu herhalde bir yayınevi için ciddi prestij kaynağı olabilir. Dahası bu yazarımız, gazetedeki köşesinde o yayınevinin kitaplarını da, son dönem belli bir sıklıkla tanıtmış ise (tüm bu tanıtım yazıları direk Günışığı Kitaplığı web sitesinde bulunabilir) ortadaki faydanın "prestij" ile sınırlı kalmayabileceği ileri sürülebilir.

Üstelik bu örnek olaydaki kurgunun belli nüanslarla, yakın zamanda başka başka "tanınmış" edebiyatçılarla da yaşanmış olması durumu iyice manidar hale getirebilir. Kısacası, Günışığı Kitaplığı için; bu "tanınmış" edebiyatçılarla oturttuğu çalışma şekli ortaya bir "ısmarlama edebiyat" örgüsü çıkarmıyor mu? Dahası bu edebiyatçıların gerek kendilerine ait gazete köşelerinde, gerek sosyal medyada, gerek sektörü ilgilendiren her türlü etkinlik vb. olayda sürekli "sözde tarafsızca" Günışığı övgüsü çabası içinde olmaları ne derece inandırıcı?

Ortadaki bu tablo o derece vahim ki; anlatmaktan kitap hakkında konuşmaya bile fırsat bulamadım. Ancak bunlar konuşulmak zorunda. Sektöre gerçekten büyük katkıları olan, belli anlamlarda gerçekten "yol açıcı" işlev üstlenen Günışığı Kitaplığı; benim için hatalı sektörel eğilimlerin de en uç noktalarında gezindiği için önemlidir. Bu nedenle eleştiri oklarım ona yöneliyor.

Yayıncılık, özellikle de çocuk/genç yetişkin edebiyatı yayıncılığı benim için piyasa kurallarından korunması gereken, saf-temiz bir alan. Bu saflığı bozan, kapitalist pazarlama çarklarının sektörde yer etmesini sağlayan her girişim beni üzüyor, kahrediyor. "Profesyonelleşmek", "sektörü genişletmek", "daha çok çocuğu, daha çok kitapla buluşturmak" ve benzeri bahaneler ile yayıncılığın ruhuna aykırı atılan her adım çocuk edebiyatını üzücü bir sona hazırlıyor. Ki bu "son"un görüngüleri şimdiden ortada; devlet destekli "dini çocuk-genç yayıncılığı" ve yanı sıra sermaye grupları destekli "sabun köpüğü çocuk-genç edebiyatı". Para ve gücü olanın renk ve yön verdiği yayıncılık sektörü...

Can, TUDEM, Günışığı ve diğerleri; sektörü plaza yayıncılığına, özel okul satışı odaklı tema yayıncılığına götüren eğilimleri kendilerinden başlayarak kırmak zorundalar. Gerçek edebiyatın zorlu yöntemlerine, belki az satan ve zarar eden "saf usullerine" dönmek zorundalar. Gerçek yol açıcılık bu olacaktır. Bırakın dağıtımı, pazarlamayı, satışı; mesleği bu olanlar düşünsün. Dağıtımcılar, kitapçılar, ajanslar bu işler için var. Siz satış-pazarlama işine soyunmayı bırakın, yayıncılık yapın!

"Dayım" gerçekten "Çat Kapı" mı?

Şimdi kitabımıza dönelim biraz.

Kitabın ismi "Çat Kapı Dayım". Daha kitabın giriş bölümünde, kurgu kaynaklı bir zaman karmaşası yaşıyor okur. Kahramanımız Şeyma'nın (13 yaşında bir kız çocuğu), dayısının hikayeye girişi (hikayeye girişi ama "çat kapı" gelemeyişi)  bu zaman karmaşasını yaratıyor.

Öykünün başladığı yağmurlu pazar günü, güzelce betimlenen ev ortamı, ayrıntılı anlatılan ev halleri ve Şeyma'nın düşünsel akışı size dayının o gün geleceği, az sonra içeri gireceği hissini veriyor. Şeyma yazdığı bir öykü üzerine yoğunlaştığı sırada, bize dayısının geçmişteki gelişlerinden birini anlatmaya başlıyor. Başlangıçta yaratılan hava ve bu anlatı karıştığında, bir an beklenen misafir geldi sanıyorsunuz. Ama geçiş öyle düzensiz ki; anlatım bozukluğu var diye düşünüyorsunuz. Ama tekrar, dikkatlice okuduğunuzda anlatım bozukluğu olmadığını görüyorsunuz. Şeyma'nın anlatısında zamanda geriye dönük büyük bir sıçrama var (5 yıl) ve anlatıda geçiş o kadar keskin ki; okuyucu bunun bir "flash-back" olduğunu ancak bir kaç sayfa okuduktan sonra fark edebiliyor. Dayının kesin geliş zamanı ise, çok sonra Şeyma ve kardeşi arasındaki bir diyalog ile kesinleşiyor:

"Abla dayım ne zaman gelecek?"
"Az kaldı deyip karşı duvardaki saate bakıyorum. Biri yirmi geçiyor. Haftaya bugün bu saatlerde kesin gelmiş olur" (sayfa 29)

Kitabın girişinde betimlenen ev-aile ortamı, hatırlama yoluyla kurgulanan "dayı" portresi ve en nihayetinde alıntıladığımız bu konuşma ile "dayı"nın geliş tarihi okura ilan edilmiş oluyor. Ne var ki; kitaba da ismini veren bu "çat kapı" geliş ancak kitabın 77. sayfasında gerçekleşebiliyor. Ki; kitabımız 119 sayfa olduğuna göre ve aslında "dayı"nın geleceğini herkes bildiğine göre ortada pek de "Çat Kapı" bir durum yok!

Şeyma'nın dayısının geliş zamanlaması ile başlayan kurgu kaynaklı zaman sorunları, ilerleyen sayfalarda da kendini gösteriyor. Olay örgüsünün kuruluşu sırasında birkaç kez, sahne tamamen değişiyor ve zaman sıçramalarına maruz kalıyoruz. Başlangıcına tanık olduğumuz olayların merak ettiğimiz sonlarını, bu zaman sıçramalarının ardından "özet" olarak öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi yine kitaba ismini veren "Dayı"nın gidişi ile ilgili. Gelişi zar zor gerçekleşen Şeyma'nın dayısı, siz onunla ilgili gelişmeler, yeni olaylar beklerken,"Denizaltında kayalıklara gizlenen öyküler" başlıklı bölümden sonra birden gidiveriyor.
Okuduğumuz kadarıyla sadece bir akşam yemeği ve gece sohbeti kadar sürdüğünü düşündüğümüz bu kısa ziyaretin, aslında düşündüğümüz kadar kısa olmadığını ancak Şeyma ve yakın arkadaşı Esra'nın konuşmalarından öğreniyoruz.

Bu bilgiyi edindiğimiz noktaya kadar; okulda geçen bir tam ara bölüm ve bir başka ara bölümün başlangıç kısmı "Dayı" sız geçiyor. Kitabın o ana kadar anlattığı hiçbir şey ile direk bağlantı kuramıyorsunuz bu bölümlerde. Geçiş o derece kopuk ki, sadece bahsettiğimiz 15 sayfayı okuyan biri; kitabın ana temasının çok farklı olduğunu söyleyecektir size. Tamamen bağımsız ve salt okula (eğitim yönetimi ve öğretmen faktörü vb.) dair "pedagojik" kaygılar taşıyan bir bölüm okuyorsunuz arada. Karşımıza çıkarılan müdire hanım tiplemesi "mesaj kaygısı"nın uçlaşmış örneği. Rukiye isimli müdiremizin bir kural ihlali sonrası iki öğrenciye, okuldaki diğer öğrencilerin huzurunda verdiği ceza ne demek istediğimizi anlatacak size:

"Bu gördüğünüz arkadaşlar bir ay boyunca sizlerin kölesi olacak. Onlara ne isterseniz yaptırabilirsiniz." (sayfa 102)

Yazarımız; "pedagoji" özürlü, "kötü" eğitimci tiplemesi yaratabilmek adına abartabildiği kadar abartıyor. Çünkü o akış içinde başka çaresi yok. O tiplemeyi yaratmak, tipleme üzerinden "kendisi söz söylemeden" eleştiri yapmak zorunda. Ama abartı o derece fazla ki... Bir ilköğretim okulunda bulunan tüm öğrencilere, 1 ay boyunca kölelik yapma cezası! Üstelik bu kötü eğitimci "prototipi" efendi-köle diyalektiğine de sahip:
"...Efendiliği suistimal etmek yok! Köleler köleliğini bilecek...." (sayfa 102)

Bu prototipin inandırıcılığı, üretilen cezanın çocuklarda yaratacağı korkunç çağrışımlar-etkileşimler vb. bir yana; bu çok önemli "pedagojik" mesaj kitapta ne kadar yer kaplıyor dersiniz? "Hepimizin öyküsü: OKUL" başlığı ile aktarılan 6-7 sayfa kadar bir bölümde. Kitapta başka hiçbir konuya, bölüme vb. bağlanmayan bir ara anlatı bu. Ama neden orada, öyküye katkısı ne, bilen yok!

Aynı şekilde ve aynı bölümde Esra'nın erkek arkadaşı ile "öpüşmesi" olup bitmiş bir olay örgüsü içinde çıtlatılıp geçiliyor bize. Hatta öyle hızlı ve üstü kapalı oluyor ki bu; Esra'nın kızgın ve endişeli halinin sebebini anlayamıyoruz bile. O noktada Şeyma'nın açıklaması imdadımıza yetişiyor:

"Uzun ders molasında, arka bahçedeki, dalları yere kadar eğilen söğüt ağacının altında Esra'yı öpmüştü Cem ve şimdi arkadaşlarının yanında bir kahraman gibi kasılıyordu" (sayfa 98)

Şeyma'dan öğrenerek netleştirdiğimiz "öpüşme" olayı sırasında, Esra ve Cem ikilisinin müdür Rukiye'ye yakalandıklarını anlıyoruz. Bu yakalanma sonrası Esra'nın aile korkusu yaşarken, Cem'in gururla "kasıldığını" öğreniyoruz. İşte kötü eğitimci prototipinin çizildiği 6-7 sayfalık bölümde verilen ikinci "mesaj" bu. Yine kitabın başka hiçbir konusu ile direk bağdaşmayan (sadece Şeyma'nın başka bir ara bölümde, çocukluktan genç kızlığa geçiş üzerine düşünceleri sırasında bahsedip geçeceği bir örnek olması dışında) bir öykücük. Ne kurguya, ne zaman akışına, hiç bir şeye bağlayamıyorsunuz bunları...

Olay bütünlüğü ve zaman akışı kayboluyor. Ta ki; Şeyma ve Esra sohbetleriyle sizi tekrar ana konuya döndürünceye kadar. Ki; nasıl dönüş! Öpüşme olayı, prototip müdür, efendi-köle cezası vb. birden unutuluyor.

"Dostların zamansız kırgınlığı" ara başlığı ile verilen bölümde öncelikle Şeyma'nın dayısının gidişini haber alıyoruz. Oysa biz "Dayı"yı, daha geldiği gün, Şeyma ile sohbet vaziyetinde bırakmıştık!

Dayının gidişi ilan edildikten sonra, o ana dek Şeyma'nın dayısı ile herhangi bir karşılaşması, konuşması vb. olmayan Esra'nın şöyle mırıldandığını duyuyoruz:

"Senin dayın palavracının teki" (sayfa 105)

Okur Esra'nın, Şeyma'nın dayısına olan bu hasmane tutumunu anlayamıyor elbette. Bunun nedeni yok çünkü. Ya da varsa bile 105 sayfa boyunca bu bizden saklanıyor. Anlatılmıyor. Yani dayının gittiğini öğrendiğimiz gibi, birden bire Esra'nın dayı hakkındaki olumsuz görüşünü de öğreniyoruz. Niye diye düşünürken, yazar Şeyma ile Esra'yı "küstürerek" yanıt vermiş oluyor bize. Yani ara bölüm başlığı anlam kazanmış oluyor birden.
Kitap boyunca, nerdeyse Şeyma'nın dayısından çok bahsedilen bir erkek arkadaşı olan Esra ile Şeyma arasındaki dostluk ilişkisinin; "erkek arkadaş" temelinde bir sınavdan geçişini izliyoruz hızlıca. 7-8 sayfada özetlenen ve nihai "barış" ile çözümlenen bu sınav, bir başka "öğretici" mesajı yazarın bizlere. 

Bu "kör, parmağım gözüne" mesajdan sonra sayfa 112'de dayımız (belki de kitap isminin hakkını ilk defa verecek şekilde) tekrar arzı endam ediyor. Hem de kalıcı olarak. Yanında bir köpekle gelen Şeyma'nın dayısının (bir öncekinde papağan, ondan öncekinde de maymun vardı yanında) denizciliği bırakmış olduğunu öğreniyoruz. Her şeyden çok önemsediği, babasıyla (Şeyma'nın dedesi) arasının bozulmasına neden olan denizcilik aşkını birden bire bu köpek için terk etmiştir dayı.

Yazara göre bu o kadar olası ve doğaldır ki; üzerinde yeterince durup açıklamak-olay kurgusu örmek ihtiyacı bile hissetmez. Kısa bir bildirim ve açıklama yeterlidir bir insanın bir anda tüm yaşamını değiştirmesi için. Üstelik Şeyma ve ailesi de, bu bildirim ve kısa açıklamayla yetinirler benden farklı olarak. Oysa ki; aynı Şeyma kitap başlangıcında başka başka detaylar üzerine uzun uzun düşünmekten, yaşının hayli üzerinde yorumlar yapmaktan çekinmez hiç!

Bölüm başlığı ne işe yarar?

"Bölüm başlığı ne işe yarar?" başlığını gördüğünüzde, yazımızın bu bölümünün "bölüm başlıkları ve ne işe yaradıkları üzerine" olduğunu hemen anladınız tabi. Evet genellikle böyledir bu durum. İstisnaları elbette olmakla birlikte (soyut ara başlıklar, deneme yazıları, metafor başlıklar vb. vb. gibi) genelde bir ara bölüm başlığı, o bölüme referans verir. Ama elimizdeki kitap bu konuda da bizi yanıltıyor.

"Editörlük faciası" dememizi anlamlı kılacak temel bir kaç hatadan biri bu. Sayfa 42 ve ara bölüm başlığı şöyle: "İki kardeşe bir oda dar"

Bu başlığı okuyan ve kahramanımız Şeyma'nın bir kardeşi olduğunu bilen okur; bu bölümde haklı olarak "paylaşılamayan bir oda" bekleyecek. İki kardeşin küçük bir odada didişmesi, alan ve hakimiyet kavgasına girişmesini belki... Ama ne yazık ki bu beklenti boşuna. 10-11 sayfalık ara bölümde neler neler oluyor ama başlıkta sözü edilen "oda" sıkıntısından eser yok. Hatta iki kardeşin ortak odasının bahsi bile geçmiyor. 

Hikayeye hızlıca giren ve aynı hızla (yine bir zaman kopması sonrası gittiğini öğrendiğimiz) giden yavru köpeğin çiş eğitimi, Şeyma'nın babası hakkında yaratılmaya çalışılan olumsuz izlenim, anne için çizilen olumlu tipleme, anlayışlı ve yardımsever komşu teyze, komşu teyzenin aynı zamanda bizimkilerin en yakın arkadaşı konumundaki 3 çocuğu vb. vb. bu 10 sayfada anlatılıyor ama oda konusu hakkında bir kelime edilmiyor.
Ne var yani diyebilirsiniz. Hatalı konulmuş bir başlık! Öyle mi acaba?

Sayfa 112 de birden bire şu açıklamayı yapıyor Şeyma bize:

"Dayımın gidişinin hemen ardından, sessiz sedasız sandık odasına taşınmıştım. Bilgisayarı da almıştım yanıma. Kardeşimin onu kullanmak için benden izin almak zorunda olması, tuhaf bir keyif veriyordu bana. "

Okur için bu paragraf şaşırtıcı. Çünkü bu açıklamayı gerektirecek bir olay yok kitapta o ana dek. Olay örgüsü gereği zamanda yeni bir sıçrama (4 ay kadar) olmuş ve Şeyma birden bire "oda" değişimini anlatıyor. Bilgisayar kullanımında kardeşiyle yaşanan bir "hakimiyet" meselesine referans veriyor. Ama neden? Acaba az önce bahsettiğimiz "İki kardeşe bir oda dar" ara başlığı taşıyan bölümde anlatılması gereken bir ara bağlantı atlandı mı? Daha da kötüsü; başlık böyle olduğuna göre bu bağlantı aslında vardı ama "editörlük" çalışması sırasında atıldı ve fakat başlık böyle mi bırakıldı? Hiç öğrenemeyeceğiz büyük olasılıkla!

Benzeri bir bölüm başlığı-içerik farklılığı sorunu "Kahramanımız kendi öyküsüne dönüyor" başlığında da karşımıza çıkıyor. Bu başlıktan ve öykücüğün gelişinden (sevimli bir yavru köpek kitabımıza "Canlanan öykünün sevimli kahramanı" ara başlığı ile girmişti), yavru köpeğin bir "kurgu" içinde kitaptan çıkmasını bekliyorsunuz. Ama bu gerçekleşmiyor. Başlık, bölümü açıklamıyor. Başlığın bahsettiği, yavru köpeğin "kendi öyküsüne dönüş"ü ancak bir bölüm sonra bize sadece bildiriliyor. Olmuş bitmiş bir olay olarak öğreniyoruz bunu. Oysa bize pat diye, kısacık bildirilen bu olayın başlığı var! Hem de bir bölüm öncesinde... Acaba yazar mı unuttu, editör mü "düzeltti"?

Steril Prototip Kahraman

Yukarıda bahsettiğimiz olası "oda" sorunları bir yana, kitapta çizilen kardeşlik ilişkisi tipi (Şeyma ve kardeşi arasında) aslında gerçek olamayacak derecede düzenli-doğru-steril... Sercan (Şeyma'nın kardeşi) çok soru sormak dışında Şeyma'yı üzen bir kardeş değil. Şeyma'nın da kitapta Sercan'a dair en büyük serzenişi şu:

"Kardeşin varsa, bazı işlerini yarıda bırakmaya da hazır olmalısın anlamına gelir bu." (sayfa 26)

Bu anlayışlı ablanın kardeşine dönük endişeleri de derinlikli:

"Sercan okumayı sevmiyor. Okuma zahmetine gireceği yazılardan da hoşlanmıyor. Varsa yoksa bilgisayar oyunları ve televizyon." (sayfa 25)

Bu okuma sevgisi o derece derin ve pedagojik bir bilince denk düşüyor ki Şeyma'da; okuyucu hayran kalıyor.

"Kardeşimin kitaplardan korktuğunu düşünüyorum. (...) onun da kitapları sevmesini istiyorum. Paylaşacak daha çok konu bulabilirdik o zaman.
(...) O zamanlar okumamayı bir hastalıkmış gibi görüyordum ve onu tedavi edecek ilacın yine kitap olduğunu düşünüyordum. Ama yanılmışım." (sayfa 26)

Şeyma 13'ünde bir çocuk. Ama bu düşünce sistematiği ve ifade yeteneğine sahip. Ki; kitabın değişik bölümlerinde benzeri derinlikte, hatta daha karmaşık ifadeleri var Şeyma'nın. Mesela hemen kitabın başında yer alan "öykü" denemesinin son bölümü:

"Çocuklukla gençliğin arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştık. Ayna karşısında saatlerce saçlarını tarayan, kaşlarını aldırıp makyaj yapan kızlara dudak bükerek baksak da, onlara özenir, çocuk olmaktan hiç mi hiç geri kalmazdık.
Yoksa biz hep bir şeyleri mi özlüyoruz?" (sayfa 13)

Başka bir alıntı:

"Şeyma sen zaten bir öykünün içindesin, yaşadığın ve sevdiğin kişilerle paylaşmaktan mutluluk duyduğun bir öykünün" (sayfa 48)

Bu kitapta yazarın gerçeklik algısını, Şeyma tiplemesindeki inandırıcılığını bir düzleme oturtmakta zorluk çekiyorum. Sayın Fadime Uslu'nun şimdiki halinden (yetişkin halinden), çocukluğuna bir projeksiyon görüyorum burada. Sorun da burada başlıyor.

Neden Şeyma konuşuyor o halde kitapta? Şeyma konuşacaksa bu ifade tarzı ve algı derinliği ne derece gerçekçi? Eğer edebi kaygılarla bu ifade tarzı kullanılacaksa, neden "yazar" kendi sesiyle anlatmadı hikayesini bize?

Şeyma tiplemesindeki bu sterillik tüm ilişkilerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor:

"Kendimi onun yerine koyuyorum: Ödevlerden sıkılmışım. Bilgisayar oyununun başından az önce kalkmışım. Ev de çok sıkıcı. İçeride ağır bir hava var. (...) Ben dokuz yaşında bir çocuğum. Ablam da beni yargılamaya hazır." (sayfa 26)

13 yaşında bir kız çocuğu olmasına rağmen, 9 yaşındaki kardeşine empati ile yaklaşıp derinlikli bir anlayış geliştirebilecek kadar düşünceli;

* "(...) Birden, gemiden daha uzun bir yılanbalığının yüzeyi yara yara, iskele tarafından hızla süzüldüğünü gördüm. (...) Meğer, bu yılanbalığı sahil koruma ekipleriyle anlaşmalı çalışıyormuş." (sayfa 94-95)

Dayısının tüm "palavra"larına içtenlikle inanacak kadar "saf";

"Babamı yanımdayken özlüyorum, bu daha da can sıkıcı. Aramıza kocaman kalın bir duvar ören gazetesinin arkasında, bacaklarını sürekli sallayarak onun neyi özlediğini doğrusu çok merak ediyorum." (sayfa 21)

Babası ile ilişkisindeki "gerilimi" duru şekilde tanımlayacak ve hatta babasına dönük bir çözümlemenin ilk satırlarını üretecek derece güçlü bir "tahlil"ci;

* "Esra değişiyordu. Ben değişiyordum. İlgilerimiz, birbirimizden beklentilerimiz değişiyordu. Artık çocukluğun saf uçarılıkları geride kalıyordu, hissediyordum." (sayfa 108)

Ergenlik sorunlarını ve değişimlerini derinlemesine anlayacak ve yorumlayacak kadar "yetişkin"

* "(...) Bak Şeymocum, kızma darılma, yazdıkların öykü değil bence.(...) Boncuk'muş, gelmişmiş, yok yemek yemişmiş, geç bunları. Kimi ilgilendirir kayıp bir köpeğe ne yaptığınız. Madem öykü yazacaksın, ben sana anlatayım da, benim anlattıklarımı yaz." (sayfa 92)

Diyebilen dayısına darılmayacak, hatta bu söylediklerini haklı bulacak kadar olgun...

Öte yandan; kafede bir erkek çocuğuyla oturmaya bile tahammülü olmayan ergen bir genç kız (sayfa 61), dayısının çok basit bir kandırmacasına hemen inanıp kendini kaptıracak kadar çocuk (sayfa 78)...

Kısacası 13 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek sterillikte bir prototip! Nereye koyarsan uyum sağlıyor. Adeta ideal çocuk!

Çocuk kitaplarında "çocuk sesi" ile yazmak, çocuktan bakmak elbette güzel. Ama başarabildiğinizde!
Gerçekliğe uymayan, sizin "yetişkin" halinizden süzülüp gelen fikirlerinizi temsil eden "çocuk" kahramanlar belki kulağa hoş geliyor olabilir. Hatta okuyucunun rahatlıkla "özdeşleşebileceği" tiplemeler üretmiş olabilirsiniz. Ama "inandırıcılık" sorunu tüm gövdesiyle kitabınızdan size el sallar!

Başka Başka Kurgu Boşlukları - Zaman karmaşaları

Pek çok alıntı ile uzun anlatılara giriştim. Bunları çoğaltmak, hatta tüm kitabı cümle cümle alıntılayıp üzerine konuşmak mümkün. Ama uzatmayayım. Sadece bazı önemli bulduklarımı alt alta sıralayayım:

* Yavru köpeğin önemli bir figür olarak, aileyi bir tartışmanın içine itecek ve babayı "olumsuzlayacak" bir kahraman olarak hikayeye girişi; ardından birden bire anlamadığınız şekilde hikayeden çıkarılışı. Sözde amaç; baba ile Şeyma arasındaki gerilimi betimlemek ve buradan kitabın sonuna referans vermek. Ama kitabın toplam karmaşasında bir çocuğun bunu anlaması neredeyse imkansız...

* Sercan ile en yakın arkadaşının "kazı" hikayesi. Yazar bir kaç kez, kitabın değişik safhalarında bu gizemli kazı çabasından bahsediyor. Şeyma'yı ve onun sayesinde okuru meraklandırıyor. Ama ne oluyor tahmin edin. Hiç bir şey! Konu hiç bir yere bağlanmadan kalıyor. Sizde merakınızla kalıyorsunuz!

* Şeyma'nın kitabın başında tüm gün başka başka işlerle uğraşıp, bize başka başka düşünceler aktardıktan sonra (tam 64 sayfa); gece birden bire annesine "Dayım nasıl denizci oldu" sorusunu yöneltişi. (sayfa 64)
O ana kadar kitapta bu  soru ile ilgili en ufak ima bile yokken, birden bu konunun "çok önemli" hale gelişi ilginç. Öyle ki; anne ilk defa Şeyma'nın yanında sigara içecek kadar düşüncelere dalar, gerilir. Şeyma 13 yaşına gelene dek bu tür "hassas" bir konuşma yapılmamıştır hiç! Dahası Şeyma bu konuda daha önce hiç soru sormadığı gibi, anne-babası da hiç bahsetmemişlerdir dayının denizci oluş hikayesinden vb. vb...

Şeyma durup dururken bu soruyu niye sordu? Gece uykusunu kaçıracak kadar niye önemsedi bu konuyu? Anne bu soruyu neden bir "derin düşünce ritüelinin" başlangıcına çevirdi? vb. vb... Sorular çoğaltılabilir. Ama yazarın yanıtı çok basit: Şeyma'nın dedesi oğlunun terzi olmasını istiyor. Ama oğlu, yani Şeyma'nın dayısı askerde gördüğü denize aşık olup, denizciliğe başlıyor. Babası ile arası bozuluyor. Yıllarca Şeyma'nın haberi olmayan, ondan saklanan gerilimli ve hüzünlü hikaye bu... Dahası uzun uzun dramatize edilen bu tablo, kitabın ilerleyen bölümlerinde Şeyma ve baba arasındaki ilişkiye de yansıtılıyor bir şekilde. Ey "mesaj kaygısı", nelere kadirsin!

* Esra erkek arkadaşı ile buluşmaya giderken Şeyma'yı da götürmek istiyor. Çünkü erkek arkadaşının yanında bir çocuk daha var. Şeyma gitmek istemiyor. Ama Esra ikna ediyor onu. Sayfa 57'de burada bitiyor bu detay. Bir sonraki sayfada bu konuyla ilgili tek satır yok. Zaman ve mekan değişiyor. Okuyucu affallıyor. Sayfa mı eksik diye tekrar tekrar kontrol ediyor. Hayır sayfa eksik değil. Konuya ancak 4 sayfa sonra, yine bir anı anlatısı şeklinde dönüyoruz!
....

Uzattım yine galiba. Burada keseyim en iyisi.

Öykücü kimliği anlattığı kısa kısa öykücüklerle, kurduğu duru ve anlaşılır cümlelerle kendini gösteren Fadime Uslu; bu alandaki başarısını bu öykücükleri birleştirip "bütün" oluşturmakta gösteremiyor. Kurgu boşlukları, bölümler arası geçiş sıkıntıları ve zaman sorunlarının yanı sıra; sayın Uslu'nun kitabını oluşturan "öykücükler" birbirini tamamlayan bir yapboza dönüşemiyor.

Kitapta işlenmeye çalışıldığını (bir yetişkin olarak) hissettiğim ana temalar dizgesi elbette var. Bunların başında Şeyma ve babası arasındaki "iletişimsizlik" geliyor. Edebiyatta "baba-kız sorunları" ekolüne referans verebilecek bir bakış oluşturma kaygısını, yetişkin okur ve metni satır satır inceleyen bir meraklı olarak ben hissedebiliyorum. Ama kitabın hitap ettiği okur tarafından (Günışığı Kitaplığı web sitesi bu kitabı "8-12 yaş" olarak sınıflandırmış) bu kaygının anlaşılamayacağından da eminim.

Bunun başlıca nedenlerinden biri; Şeyma'nın her yönüyle tanımlanmış-steril bir kimlikle kitaba damgasını vurmuş olmasının yanında, babasının aslında hakkında bir iki şey dışında hiçbir şey bilmediğimiz silik bir "tip" oluşudur. "Dayı"dan pek hoşlanmayan, çok gazete okuyan, hayvanlarla da arası iyi olmayan, sessiz ve çocuklarına vakit ayırmayan biri "baba". Bize anlatılan sadece bu. Dahası bu bile dağınık, bölük pörçük veriliyor bize.

Yine kitabın mesajları arasında sayabileceğim "kuşak çatışmasına hazırlıklı ol", "hayallerinin peşinden koş", "sevdiklerinle zaman geçir, paylaş ve onlara değer verdiğini göster", "kitap oku" ve benzeri gibi genel doğrular, öykücükler yoluyla yer yer abartıya kaçacak şekilde aşılanmaya çalışılıyor okura.

Sonuç olarak; kurgu, zaman örgüsü, anlatıcı dili/gerçekliği, abartılı mesaj verme kaygısı vb. pek çok faktör nedeniyle bu kitap beni hayal kırıklığına uğratmış durumda. Umarım yayıncı ve yazarın işbirliği bundan daha anlamlı üretimlerle devam eder.

Uğur Y.


22 Ekim 2012 Pazartesi

“Diline biber sürerim”den kırmızı biber perisi “Paprika”ya



Son birkaç yılda yayınlanan Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerine baktığımızda belli eğilimler dikkati çekiyor. Hâlâ, bugün durduğu ve gördüğü yerden kendi çocukluk anılarını yazan, çocuk ya da genç kahramanlarını dışardan, yetişkin bir gözle anlatan yazarlarımız sayıca üstünlüğü koruyor. Ancak  hikâyesini/romanını çocuğun gözünden kurgulamaya, olaylara onun bakışıyla ve sesiyle yaklaşmaya çalışan yazarların çoğaldığı da bir gerçek.

Gençlik dili ve jargonunun çağdaş çocuk edebiyatımızda giderek daha fazla yer bulması bunun en bariz ifadesi. Ne yazık ki üslup alanında yaşanan bu umut verici gelişme, henüz içerikte köklü bir değişimin yansıması değil.  Olmadığı gibi, eskimiş, teoride aşılmış gibi görünen yaklaşımları örten bir işlev dahi görebiliyor.  

Kitedit olarak aklımızı giderek daha fazla kurcalayan bu sorunu geçen gün yaşadığımız bir ‘okuma deneyimi’ üzerinden biraz açalım:

Bir kitapçıda son dönem çıkan çocuk ve gençlik kitaplarını tararken Handan Durgut’un Paprika adlı eseri rastlantı sonucu elimize geçti. Albenili kapağı, sevimli çizimleri daha ilk bakışta içimizi ısıttı. Can Çocuk gibi bilinen, tanınmış bir yayınevinden çıkması güven aşıladı. Baskısı özenliydi, satır araları ve punto çocuk okuru düşünülerek seçilmişti.  Henüz bir ay önce, yani Eylül 2012’de çıkmıştı. Arka kapağında yer alan 'Bu kitap Davranış Bilimleri Enstitüsü'nün Çocuk ve Genç Danışmanlık Merkezi tarafından çocuk ruh sağlığı ve gelişimi açısından uygun bulunmuştur' ibaresi karşısında irkilsek de (Can Çocuk'un çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığı adına hiçbir yere oturtamadığımız bu uygulaması başka bir eleştiri yazısının konusudur), kendimizi kitabı hemen açıp, hızla birkaç paragrafını okumaktan alıkoyamadık. Küçük kahramanın samimi iç sesinin peşinden giderken de üçüncü sayfaya çabucak ulaştık:

“Kalemtıraş tıkır tıkır sınıfın arkasına doğru gidiyordu, gol olmak üzereydi ki… Serdar eğilip eliyle yakalayıverdi. Al bir oyunbozan daha! / Bana değil de Hasan’a uzattı kalemtıraşı. Hain! Et kamyonu! Nar kafa, n’olacak! Elimdeki kalem torbasını Hasan’ın kafasına atmak isterdim.” (s.11)

Buraya gelmiştik ki satış görevlisinin bakışına yakalandık. Yok, bu böyle olmayacaktı. Her şeyiyle umut vaat eden bu kitabı sonuna kadar okumanın tek yolu onu satın almaktı. Öyle yaptık.

Eve gelmemizle koltuğa geçip okumaya başlamamız bir oldu. Sonuç  bir: Hayalkırıklığı. Sonuç iki: Kitedit’in yeni eleştiri yazısının konusu netleşti.

Evet, ne zamandır çağdaş çocuk edebiyatımızda örtülü ama bir o kadar da güçlü bir şekilde varlığını sürdüren bir yaklaşımı ele alacaktık: Çocuk edebiyatını eğitsel, pedagojik amaçlarla araçlaştırmak.

İşte,  bize önce, en olumlu anlamıyla çağdaş bir çocuk kitabıyla karşı karşıya olduğumuz düşündüren Paprika hiç beklenmedik şekilde konumuza denk düştü. İlk izlenim ile okunduktan sonra ortaya çıkan gerçek ne yazık ki birbirine zıttı.  Hem de iki açıdan. Öykü yalnızca edebiyatı eğitsel amaçlarla araçlaştırmakla kalmıyordu, pedagojik yaklaşımı da irite edici ölçüde çağdışıydı.

‘Kötü söz’ ya da yalan söyleyen çocuğun ‘diline biber sürerim’ yaklaşımıyla eğitildiği dönemler geride kaldı, zannederiz. Hâlâ bu ve benzeri yöntemlere başvuranlara da tepkiyle yaklaşırız  Neden mi? Çünkü dile sürülen acı biberin tek bir işlevi var. Can yakar. Can yaktığı için de korkutur. Çağdaş eğitim anlayışında ise istenmeyen davranışları can yakarak/korkutarak, yani kaba baskıcı yöntemlerle engellemenin yeri yoktur.

Peki, ya biber karşımıza Paprika adında, kırmızı kukuletalı, sevimli mi sevimli bir cin olarak çıktığında?

Aslına bakılırsa Paprika adlı kitapta olan tam da bu. Taylan adında epey haylaz bir çocuk var ve ne zaman ağzından ‘kötü’ sözler çıksa, ne zaman yalan söylese ya da istenmeyen davranışlarda bulunsa karşısına gözlerinin yaşarmasına, dilinin yanmasına yol açan bu yaratık çıkıyor:

“’Aptal şey n’olacak. Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri zekâlı ve ağlaksınız. Sümüklü salyangoz!’ diye bağırdım, bir de dilimi çıkardım. İşte tam da o anda nasıl bir acıyla dilimi geri soktum ağzıma. Cayır cayır bir tat hissettim ağzımda. Sonra “bir şey” gördüm… Kırmızıbiber gibi bir şey, yemin ederim.”  (s.18-19)

“’Cırcırımın sonundayım. Tuvalette de rahat yok, üff be!’/Kapı açılmadan önce, tam da madalyamı takmıştım ki kırmızı kaftanlıyı gördüm gene burnumun önünde. Ağzımda nasıl acı bir tat… Daha da acısı, annemin çığlığıydı!/Banyosu “savaş alanı”na dönmüştü.” (s.25)

“Peri, çağırdığımda gelmiyordu; ama en ummadığım zamanda karşıma çıkıveriyordu. Birkaç kez başıma geldi bu./Örneğin annemle semt pazarına gittiğimde bir kadın görmüştüm. O kadar şişmandı ki gözlerimi alamadım ondan. Annem satıcıyla pazarlık ediyordu, ‘Anne şu kadına baaak, amma da şişko ha!’ diye bağırdım, bir yandan da parmağımla işaret ediyordum.(...) İşte tam o anda ağzımda gene bir acılık hissettim ve dilimlenmiş turuncu kabakların arasında kırmızı kaftanlıyla göz göze geldim.” (s.28)

“Nerden aklıma geldi bilmiyorum,  ‘Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt’ deyince herkesi güldürdüm. Büyük çocuklar bile güldüler. Hoşuma gitti tabii… Biri de gülerek sırtıma vurdu. Vay anasını, amma da komik bir çocukmuşum… Kendimi tutamadım, ağzımdan kaçtı: ‘Burası amma da fena kokuyor,’ deyiverdim. Doğruyu söylemek gerekirse koku falan duymadım ama ağzım fena halde yanıyordu; gözümün önünde de kırmızı-yeşil belam uçuşup duruyordu.” (s.30)

Alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Paprika cininin işlevi, pek şirin görünümüne karşın, dile sürülen klasik acı biberden çok da farklı değil. Can yakıp, korkutarak istenmeyen davranışların bastırılmasına yarıyor. Zaten başta bu işe pek akıl erdiremeyen öykü kahramanı Taylan da sırrı kısa sürede çözüyor:

“Perimin ortaya çıkmamasını sağlayacağım. Galiba “haylaz”lık ettiğimde çıkıyor karşıma. Bunu kontrol etmem gerek. Demek ki bir süre uslu durmam gerek. Gizli saklı bir şey de yapmamalıyım çünkü kilitli kapı, açık hava ya da dört duvar arası, dolabın içi, karanlık falan ona vız geliyor.” (s. 33)

Yukardaki paragraftan Taylan’ın dersini aldığını görüyoruz. Öğrendiği şey cinsiyetçiliğin (Bütün kızlar aynısınız. Hepiniz geri zekâlı ve ağlaksınız), başkalarını fiziksel özelliklerinden dolayı aşağılamanın (amma da şişko ha!) ya da etnik ayrımcılığın (Çingene çıt çıt, arkası pırt pırt) yanlış, daha da önemlisi neden yanlış olduğu değil. Öğrendiği şey, “bir süre” uslu durması gerektiği. Ki bu “diline acı biber sürerim ha!” diye korkutulan çocukların çıkardıkları dersle örtüşüyor neredeyse. Neredeyse diyoruz, çünkü “acı biber” ile korkutulan çocuklar, onu ‘eğiten’ yetişkin (anne, baba ya da öğretmen) ortalıkta olmadığında pekâlâ yaramazlık yapabileceğini bilir. Halbuki Taylan daha mistik, neredeyse ‘tanrısal’ özellikler taşıyan (her şeyi gören, bilen, asla kaçılması mümkün olmayan) bir tehditle karşı karşıya.

Durum böyle olunca, öykü kahramanı Taylan’ın Paprika cininden kurtulmak istemesi son derece doğal. Ne var ki Taylan’ın bir de dedesi var. Herkes Taylan’ın paprika cini hakkında anlattıklarıyla dalga geçerken, o torununa inanıyor:

“Dedem görmeden inanmıştı; ama başka kimseyi inandıramadım. Ayrıca perimden korkuyordum!” (s.22)

Dede paprika cinine inanmakla da kalmıyor, onu olumluyor:

“Eve döner dönmez dedeme koşup, ‘Gördüm, gene gördüm onu dede! Vallahi de billahi de gördüm,’ diye heyecanla anlattım şişman kadını, annemin çimdik bakışını, ağzımdaki acı tadı… Dedem ne mi yaptı?/’Sahi, ‘Amma da şişko ha’ mı dedin? Bir de işaret mi ettin? Hangi parmağınla? Şununla mı? Senin peri nerdeydi peki? Ağzında ne zaman acılık hissetin?’/Dedem bir dedektif gibi soruyor, ben de cevap veriyordum. Sonunda dedem saçmaladı, dedi ki: ‘Bu iyi bir peri, yaz bunu bir kenara.’ (s.29)

Şimdi (başta bizim yaptığımız gibi), Taylan’ın öykünün ilerleyen bölümlerinde dedesinin periye neden ‘iyi’ gözle baktığını öğreneceğini, yani 'dedem saçmalıyor' görüşünü revize edeceğini bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Öykünün son paragrafına kadar buna açıklık getiren herhangi bir gelişme yaşanmıyor.

Yaşanan gelişme Taylan’ın ceza perisinden kurtulmak için ‘bir süreliğine’ uslu durmasıyla sınırlı. Taylan'ın tutumu kendi içinde ne kadar tutarlıysa, dedenin buna verdiği tepki de o ölçüde ilginç doğrusu:

“Perisizim, evet ve canım çok sıkılıyor. Uslu olmak çok sıkıcı. Dedem de hainlik edip duruyor: ‘Amma da korkakmışsın ha!’/Bazen de dalga geçiyor: ‘Var mı senin periden bir haber?’/Kimsenin duymayacağı zamanlarda da, ‘Peri kaçıran,’ diye fısıldıyor kulağıma… Ben bilirim ona yapacağımı!” (s.35-36)

Ama öykünün nasıl devam ettiğine bakalım. Dedesine hırslanan Taylan, sinsice plan yapıp dedesinin baktığı çiçekleri gizlice bol bol sulamaya başlıyor. Sonunda bitkiler ölüyor, anne buna çok üzülüyor ve dedeye kızıyor. Dede, işin içinde torunu olduğunu anlıyor, ne var ki herhangi bir açıklama yapmak yerine, küsüp evi terk ediyor.

Okur olarak bu noktaya geldiğimizde, kafamızda  edebiyatı pedagojik amaçlarla araçlaştıran bir kitapla karşı karşıya olduğumuz yargısı artık iyice netleşmiş durumda. Ama pedagojik yaklaşımın kendisine hâlâ şaşırmadan edemiyoruz. Taylan’ın dedesiyle empati kurmasını, onu karşı yanlış davrandığını bir biçimde anlamasını istiyoruz, nedense.  Kabul, Taylan gerçekten de üzülüyor. Ama dedesine değil.  Kendisine!

“Tamam, başardım da… Emeğimin karşılığında ne kazandım? Koca bir hiç! Daha doğrusu acı mı acı bir hiç! Üstelik dedemi kaybettim. / Dedem bana küstü. Bal gibi biliyordu “arasöz” bendim. Ben, peri kaçıran! Ama bu yaptığımla gene perili olmuştum. Evet, kaçırdığım peri geri geldi.”  (s.39)

Haksızlık yapmayalım. Taylan, dedesine haksızca davrandığı, onu kırdığı için belki bilinçli bir şekilde pişmanlık duymuyor, ama en azından huzursuz oluyor. Yalnızca dilini yakan Paprika cini değil, bilinçaltı da onu rahatsız ediyor:

“Gece, rüyamda korkunçlar girdi./Bir bataklığın ortasında yolumu kaybetmişim. Etrafta suyun, çamurun içinde ağaçlar var. Hepsi de dedeme benziyor, dedem gibi konuşuyor.” (s. 48)

Peki, Taylan kâbuslarını, dedesini üzmüş olmasına değil de, bir akşam önce çok fazla yemek yemesine bağlamasını neyle açıklayacağız? Bize mantıklı gelen tek açıklama yazarın dolaysız ders vermekten kaçınması.

Çelişki gibi mi görünüyor? Evet, koskoca bir çelişki. Gerçek şu ki, hikâye boyunca, Handan Durgut’un ders vermek değil, çocuk dünyasına çocuk gözüyle yaklaşmak niyetiyle hareket ettiği ve dolaysız ders vermekten özellikle kaçınmaya çalıştığı hissinden kurtulamadık. Bu niyet ve çaba kitabın diline, öykü kahramanının iç dünyasını sergileyen sahnelere az çok başarıyla yansımış. Ne var ki iş içeriğe gelince, yazar, belki biraz kaba ama buraya cuk oturduğu için yine de kullanmadan edemediğimiz bir deyimle çuvallamış.

Doğrusu, kitabın içeriğinden yansıyan tam bir bilinç karmaşası. Yazar bir yandan sosyal eleştirel mesaj kaygısı (cinsel, fiziksel, etnik ayrımcılığın hepsine değiniyor) güdüyor , öte yandan dolaysız ders vermekten kaçınıyor.  Gerçek bir hikaye kurgulamadığı için olacak birini diğeriyle bağdaştırayım derken de karşımıza  ‘diline biber sürerim!’ yaklaşımından özde hiç de farklı olmayan bir paprika cini ucubesiyle çıkıyor.

Koskoca kitapta “Ha, bir de Çingene masalı anlattı dedem. Düzelteyim, Roman masalı! Çingenelere Roman deniyormuş. Dinlerken her şeyi unuttum; geçti öfkem kızgınlığım. Dilimdeki acılık yok oldu. Ağzımda kiraz tadı, kulağımda neşeli bir müzik, burnumda çiçek kokusu bir Çingene gibi dans ederek düşerken yollara dalıverdim uykuya…” (s.32) paragrafı dışında, çocuk okuru dolaylı ya da dolaysız olarak, kitapta şu ya da bu düzeyde konu edilen farklı ayrımcılık çeşitleri üzerinde düşündüren başkaca bir satıra rastlayamıyoruz.  

Güçlü bir hikayesi, derin karakterleri, dil/anlatım yoluyla sahici bir atmosfer kurma becerisi olan yazarlar genellikle böyle satırlara gerek duymazlar. Hikayeleri mesajsız oldukları, ya da mesaj kaygısı taşımadıklarından değil. Mesaj hikayeye içkindir. Böyle olunca da hikayenin ders verdiğinden değil, hikayenin bütünlüğü içinde yerli yerine oturan/harekete geçen bir düşünce silsilesinden bahsedilebilir.

Ama konumuza dönelim. Paprika öyküsünün sonuna doğru Taylan’a üstü örtülü bir şeyler anlatmaya çalışan, o ana kadar tek derdi çocuğun ağzını yakmakmış gibi görünen paprika cininin kendisi oluyor:

“Paprika da bana, ‘İyi düşün,’ dedi, sahiden ben miyim dedeni kaçıran?’/’Ya kim? Senin yüzünden gitti işte. Sen yokken biz dedemle arkadaştık. Mektup da bir işe yaramadı, üfff!’/Öyle kuvvetli bir soluk verdim ki sıkıntıyla Paprika sanki anlamış gibi bilmiş bilmiş yumurtladı:  ‘Gelecek ve o geldiğinde ben gitmiş olacağım.’/Hah, ben de inandım!” (s.71)

Doğrusu, öykü boyunca Taylan, ona davranışlarını sorgulatan gelişmelerle ya da üzdüğü, kırdığı, kötü davrandığı karakterlerle empati kurmasına olanak sağlayan olaylarla karşılaşmadığı için periye inanmaması hiç şaşırtıcı değil. Aynı şekilde çocuk okurun da perinin ne demek istediğini anlamasını bekleyemeyiz.

Zaten yazar da vermek istediği tüm o sosyal eleştirel mesajların, onları bir yere bağlamazsa boşa gideceğinden endişelenmiş olacak ki, kitabın sonunda asıl bombayı patlatıyor:

“Onun dışında, Paprika’nın dediği oldu. Dedem geldi ve Paprika gitti. Onu özlüyor muyum diye sorarsanız, hayır derim.  Çünkü görmesem de hissediyorum onu, bazen taaa içimde, karnımda, biraz yukarıda kalbimin oralarda… Bazen de burnumun içinde bir sızıyla ve gözyaşımda hissediyorum onu ve sanırım hep hissedeceğim de./Nasıl mı?/Dedem anlattı: ‘Vicdandır o,’ dedi, ‘senin vicdanındır. Perili değil ama vicdanlı bir çocuksun sen. Ve bana inan, bu iyi bir şeydir.’ /Dedeme inanıyorum. (s.74, kitabın son satırları)

Dikkatinizi çekiyoruz. Yazar bilinç değil vicdan diyor. Yani, kahraman (ve çocuk okur) bu hikayeden herhangi bir gerçeği , doğruyu, değeri deneyimleyerek, sorgulayarak, bilgi yoluyla öğrenmiyor.  Ona açıklamalarda bulunarak  yol da gösterilmiyor. Hande Durgut ‘didaktik’ çocuk kitaplarının bu en çok eleştirilen yanlarından kaçınmaya çalışırken, öyle bir açmaza düşüyor ki, çok daha vahim bir noktaya savruluyor. Önce çocuk okura, yanlış/yaramazlık yaparsan acı biberi yersin mesajı veriyor. Ardından ise tam anlamıyla ahlakçı bir yaklaşımla, ‘dışsal’ acı biber tehditi/baskısı ve korkusuna ‘vicdan’ adı vererek, onu çocuğun ta içine yerleştiriyor. Eh, vicdan öğrenilen bir değer değil sonuçta. Bilinçten farklı olarak insan ona ya sahiptir ya da değildir. Ona ya inanır ya da inanmaz. Taylan da, bu kez ‘dedem saçmalıyor’ yerine, ‘dedeme inanıyorum’ diyor. Vicdanlı bir çocuktan da bu beklenir!

Din propagandası yapan ve/veya gerici bir yazarla karşı karşıya olsaydık bu sona fazla şaşırmazdık. Ama söz konusu çağdaş, son derece iyi niyetlerle hareket ettiğinden emin olduğumuz bir yazar. Peki, bu durumda, üzülmekten başka ne yapacağız? Yazarın ağzına acı biber sürecek halimiz yok. Elbette, bilinç diyeceğiz, bu noktaya vurgu yapacağız. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının köklü değişimler, gelişmeler kaydetmesinin yolu gerçekten de ortalıkta uçuşan bir dizi kavramı yerli yerine oturtan derinlikli, tutarlı ve sağlam bir demokratik bilincin oluşmasından geçiyor. Gelinen yerde Türkiye çocuk edebiyatının tarihini bilmek, eski ustaları okumuş olmak, çağdaş yerli ve yabancı yazarları takip etmek de yetmiyor. Çocuk ve gençlik edebiyatıyla ve onu dolaylı dolaysız etkileyen başlıca alanlarla ilgili araştırmaların, çalışmaların, gelişmelerin dikkatle izlenmesi, çocuk edebiyatıyla ilgili herkesin kolayca kullandığı bazı kavramların tartışılarak içinin doldurulması, üretilen eserlere eleştirel gözle yaklaşılması, moda akımlara kapılmadan demokratik değerlerin özümsenmesi ve çocuk edebiyatına emek veren insanların düşünsel paylaşımlarının artması/artırılması en az bunun kadar önem taşıyor.  

Not: Yazıdaki vurgular bize ait. 

20 Ekim 2012 Cumartesi

İtina ile kitap konusu siparişi alınır


Bize e-posta ile ulaşan bir yazıyı, önemli bulduğumuz için sizlerle paylaşıyoruz:

Evet, biraz da ben bulaşayım mecraya dedim ve geldim. Bulaşanlardan benim neyim eksik de demedim, emin olabilirsiniz. Haa, baştan söyleyeyim, yazım yanlışı da olabilir, ifade düşüklüğü de. Bu yazı öyle aktığı gibi olacak, değil bir tümce bir sözcük bile geriye dönüp kontrol edilmeyecek. Bak şimdi, şimdiden akış edilgene döndü ya neyse…
Tesadüfen buldum burayı. İyi ki de bulmuşum, ilk kez birileri yüksek sesle konuşuyor. Aslı Tohumcu’nun kitabıyla ilgili eleştiriyi okuyunca yazmaya karar verdim. Ne de olsa ben de bir mustaribim.

Sözü uzatmayayım, konuya geçeyim. Bir özel okulda, ama öyle böyle değil, adı çok büyük bir özel okulda çalışıyorum. Takdir edersiniz ki ne okulun adını ne de kendi adımı vermek isterim. Emin olun yayın sektöründe çalışan birinden çok daha fazla kitap okumuşumdur, hangisini çocuklara okutacağımıza karar vermişimdir. Hâlâ da vermekteyim. Yani çocuk, ilkgenç ve genç edebiyatının en iyi müşterilerinden biri de biziz. Bizi tavlamak için neler neler yapmıyor yayınevleri, bir bilseniz. Elbette biliyorsunuzdur.

Bütün bu okumaların, karar vermelerin geçtiği yıllar içinde gözlediklerimi yazacağım size. Beğenin, beğenmeyin; bir Ömer Seyfettin, bir Kemalettin Tuğcu, bir Aziz Nesin, bir Yaşar Kemal, bir Orhan Kemal, bir Sabahattin Ali ve sayamadığım birçok yazı emekçisi, acaba kalemi ellerine aldıklarında, daktilonun önüne oturduklarında kimleri, nasıl tavlayacaklarını; hangi damardan vuracaklarını, satış grafiklerini, baskı adetlerini düşündüler mi? Yanıtı siz de biliyorsunuz.  Yalnızca yazmak istediklerini yazdılar, namuslu ve özgürdüler.
Meslek gereği de olsa kitaba, yazara, okumalara, konuyla ilgili araştırmalara bulaştınız mı başınıza neler gelmiyor, tahmin edemezsiniz. Yok yok, tahmin edersiniz. Hatta benden bile iyi bilebilirsiniz. Örneğin yayınevleri “Şu bizim yeni yazarımız, şu yeni bir kitap çıkardı, okur musunuz? Çocukların çok hoşuna gidecek, emin olabilirsiniz.”, “Okuduktan sonra eleştirilerinizi paylaşır mısınız?” deyiveriyor. Bir de bakmışsınız editör oluvermişsiniz.

Ben hiç hayır demedim, okudum. Yanıma bir kalem-kâğıt koyarak sayfa sayfa yazdım da. Sonra da onları elektronik ortama geçirdim. Önceleri şunu diyordum: “Allah Allah, bu ne?”
 Yazım hatalarını filan hiç saymıyorum, resimlerin korkunçluğunu da saymıyorum, okuduklarım beni sinirlendirmekten çok üzmeye başladı. Evet, başlığa geliyorum. Siparişle yazıyorlar. Hepsi değil tabii, ama yazanlar da az değil. Temalara uygun, ünitelere uygun, Fen Bilgisi konularına uygun, matematiğe uygun, Sosyal Bilgiler konularına uygun öykü yazıyorlar resmen. Hatta hızlarını alamıyorlar, roman yazıyorlar. Daha küçük sınıflarda Hayat Bilgisini öykülerle kavratmaya çalışıyorlar. Kimler mi? Yanıtı zaten biliyorsunuz. Şimdi, tam burada,  dördüncü paragrafa kısaca bakabilirsiniz.

Dürüst olalım, bu edebiyat mı? Paragrafı sürdürmeyelim, düşünelim.

Edebiyat öyle bir alan ki… Özellikle benim kuşağım için “kutsal”.  Yazı yazan insan; oturup da baskı, telif, okul okul dolaşıp pazarlama, söyleşiden sonra kitap satma faslı filan düşünmez. Çünkü kitap denen varlık domates satmaya benzemez. Ruhumuza dokunur çünkü. Kitabın bir derdi vardır, insanı ve toplumu koyar önümüze, çelişkilerimizi anlatır, eşik atlatır, ayna tutar. Ayna kimin elindedir, yazarın.

Bunun siparişi olur mu? Oluyormuş, yıllar içinde gördüm ve o yazarlardan da, siparişle yazdıkları o “metinlerden de” çok soğudum.
Özel okul çocuğuna, özel okul edebiyatı! Yapmacık, yapay, derinliksiz, her sözcüğünden yağ fışkıran, hiçbir dil lezzeti olmayan, o çocukların dilini yakalamak için kıvranan bir yazar! Ucube bir metin!

Unuttukları şey ise çocuğun her yerde çocuk, gencin her yerde genç olduğu.

Peki, bu siparişleri kim veriyor? Yayınevi sahipleri mi? Olabilir. Derslerin öğretmenleri mi? Bu da olabilir. Çocuk edebiyatında sözü geçen (Kendilerinden bazılarını çok yakından tanıyorum, o konuya ayrıca değinmek de istiyorum.) bazı isimler mi? Bu da olabilir. Oluyor zaten. Yazar arkadaşlarım, almayın o siparişleri, dinlemeyin onların sözlerini. Kendi kendinize de bunu düşünüp öyle yazıyorsanız, yazmayın. Siz yalnızca ayna tutun, yeter.

Kitapları toplu halde alıyoruz ya bu nedenle birçok yayınevi sahibi ve çalışanıyla da yüz yüze tanıştım, sohbet ettik, sorunlarını dinledim, bize kitap satmak için gözümün içine bakmalarının keyfini de çıkardım. Eee, kolay değil tabii, listedeki o yayınevine ait bir tek kitap, iki yüz kitap demek.

O tek seçimin ardından gelen iki yüz kitaba karar verirken ben hâlâ kendi kendime gidip kitapçılardan aldığım, parasını kasaya ödediğim kitaplara yüz veriyorum, haberiniz olsun. 

DOLAYSIZ 

11 Ekim 2012 Perşembe

Eleştiride Seçkincilik


Yakın zamanda İngiliz edebiyat dünyasının önemli isimlerinden Sir Peter Stothard, edebiyat blogları ve internette kitap eleştirisi üzerine bir açıklama yaptı. Önce Notos'un Facebook sayfalarına taşıdığı bu açıklama, Milliyet Sanat internet sayfası, Sabit Fikir web sitesi ve benzeri pek çok online mecrada yer buldu.
Notosoloji Facebook sayfasından yaptığımız şu alıntı açıklamanın özünü oluşturuyor:
"Gerekçesiz yargılarla ve kanaatlerle dolu yığınla yorum eleştirmenleri boğduğunda, edebiyatın da değeri düşecektir. İnternet üzerinde oldukça az sayıda özenli ve mantıklı kanaat var. Eskisi gibi gerekçeli eleştiri artık basılı medyada yer bulamıyor. Kitap ve gazete editörleri, artık her şey online olduğundan kitap eleştirisine bu türden sayfalar ayırmak istemiyor. Gerekçesiz kanaatleri, eleştirinin önüne koymak, edebiyata da zarar verecektir." (Çeviri Notosoloji)
Sabit Fikir'in daha geniş yer verdiği açıklamalarında:
"Edebi eleştirinin iyiyi ve istikrarlıyı belirleyebilmesi ve bunun neden iyi olduğunu açıklayabilmesi gerekir.  Hiçbir eleştirmenden son Ian Ranking kitabının neden iyi olup olmadığını açıklamasını bekleyemezsiniz- onu bilen insanlar bu tip bir açıklamaya ihtiyaç duymazlar. Eğer edebiyatı ve edebi dili devam ettirmek istiyorsak, yeniliklere karşı dikkatli olmalıyız. Ayrıca, Howard Jacobson'ın dediği gibi; bu biraz tatsız olabilir, okumaktan hoşlanmayabiliriz, ancak edebiyatın geleceği açısından inanılmaz büyük bir önem teşkil ettiği de açıktır” diye devam ediyor Sir Stothard. (Çeviri Sabit Fikir)
Uzun yıllar The Times editörlüğünü yapmış olan Sir Stothard, 2000'li yılların başından bu yana yine The Times'ın çıkardığı bir kitap eki olan "The Times Literary Supplement"in editörlüğünü sürdürmektedir. Antik Roma ve Yunan tarihi üzerine özel ilgisi bulunan Sir Stothard İngiliz edebiyatı ve kitap yayıncılığı alanında oldukça etkin bir isim.
Sir Stothard'ın yukarıda alıntıladığımız açıklamaları neden yaptığı ve hedefinde ne olduğu bizim için çok önemli değil aslında. Onu sadece ismen, literatür bilgisi üzerinden tanıdığımız/takip ettiğimiz için toplam düşünce sistematiği üzerine zaten yorum yapamayız. Dahası İngiliz edebiyat eleştirisi alanına (klasik basılı veya internet üzerinden yoğunlaşan yeni) uzak olduğumuz oranda söyleyeceklerimizin ayakları hep havada kalacaktır. Ki; bizzat o topraklardan pek çok (tanınan ya da tanınmayan) ismin Sir Stothard'ın bu fikirlerine dönük eleştiriler kaleme aldıklarını, onu bu konuda haksız bulduklarını ifade ettiklerini de biliyoruz. (Meraklısına not: Google üzerinden yapacağınız kısa bir araştırma Stothard'ın bu konuda ne derece yalnız kaldığını size gösterecektir. Pek çok blog yazarı ona bayrak açmış durumda. Ona en yakın duran isimler bile sadece "kısmen haklılık payı bulduklarını" açıklamaktan öteye gidemiyorlar. Haklı buldukları kısım ise gazete ve dergilerde daha fazla edebiyat eleştirisine yer verilmesi gerekliliği konusudur.) Kısacası; tartışmanın kaynağındaki gerici tutuma zaten, o dilde yazan ve o topraklarda bulunan edebiyat severler tepki veriyorlar.
Ama kısaca anladığımızı aktarmak gerekirse; Sir Stothard bize edebiyat eleştirisi işinin herkese açık olmadığını söylüyor. Kitap eleştirisini sadece belli bazı isimler yapabilir ona göre.  İnternetteki kalabalık "yorum-eleştiri" bombardımanı, "gerçek eleştiriyi" boğuyor, engelliyor.  Seçilmiş kişilerin önemli fikirleri, "basit insanların" laf kalabalığı arasında kaynayıp gidiyor. Oysa Stothard'a göre;  iyi ve istikrarlı olan edebiyatı gerçek bir eleştirmen belirler ve bunu ancak o açıklayabilir. Kalabalıkların basit yorumları, gerçek eleştirmenlerin daha az ciddiye alınmasına, daha az belirleyici olmasına sebep olur.
Sir Stothard interneti kapattıramayacağına ya da internet üzerinden yorum/eleştiri yasağı getiremeyeceğine göre (aslında, Sabit Fikir'deki haberin devamından öğrendiğimiz kadarı ile birinin çıkıp "koruyuculuk" rolünü üstlenmesi gerektiğini de söylüyor) bu açıklama ile amaçladığı tek şey var: Sesini duyurabildiği okura, edebiyat severe "seçilmiş kişilerin dışındaki sesleri umursama, tek ve gerçek eleştiri benim ve benim gibilerin yaptığıdır" diyebilmek. İşgal ettiği konumu ve isminin ağırlığını kullanarak sınırları belirlemeye, kimin ne yapıp yapamayacağına dair ahkam kesmeye çalışıyor. Buram buram seçkincilik... Buram buram gericilik...
Benim derdim ise; bu gerici/tutucu argümanları "anlamlı" bir tartışmaymış gibi bizim gündemimize almaya çalışan Notos, Sabit Fikir gibi mecralar ile. Evet, lafı hiç dolandırmadan meramımı da aktarmış oldum böylece.
Edebiyat eleştirisini seçkin bir azınlığın hakkıymış ve diğerlerinin bu azınlığın üretimlerine biat etmeleri zorunluymuş gibi davranan İngiliz Sir Stothard; bizim topraklarımızda da içten içe yeşeren bu gericiliğin "sesi" mi yapılmaya çalışılıyor?
Sadece internet sitelerinde değil, edebiyat çevrelerinde de yer yer tartışmaların odağında olan konu benim açımdan açıkça "eski ile yeni"nin, "gerici ile ilerici"nin çatıştığı bir alan.
Üretim araç ve biçimlerinin geliştiği/değiştiği; teknolojinin durmaksızın toplum yaşamını etkilediği/yönlendirdiği; toplumsal formasyonun gün be gün farklılaştığı günümüzde her şey gibi edebiyat üretimi de, algısı da, üreticisi de, okuyucusu da değişiyor. Bu değişim sürerken "edebiyat eleştirisi" alanının "değişmemesini" istemek "gericilik" değilse, ne ile açıklanabilir?
Bir işe uzun yıllarını veren, hatta yıllarını değil tüm hayatını vakfeden edebiyatçıların bu "tutuculuğunu" bir noktaya kadar anlayabiliyorum.
Gerçekten de bir çok "eski tüfek" (örneğin Semih Gümüş gibi değerli edebiyatçılar); özellikle edebiyatçı/gazeteci/yazar olmanın soruşturmalarla/davalarla uğraşmak, aç kalmak, işsiz kalmak anlamına geldiği '60'lar, '70'ler, '80'ler ve hatta '90'lar boyunca çizgilerini korudular. Tüm yaşamlarını edebiyata adadılar. Edebiyatın gelişimi, bilinçli bir okur kitlesinin oluşumu ve literatürün belli bir yapısallığa kavuşması adına önemli işler yaptılar.
'90'ların sonları, 2000'li yıllar ise; bu "eski tüfeklerin" (ve onların yanında yöresinde ilerleyerek sofrada yer tutan bazı yeni isimlerin) görece rahata eriştikleri, saygı gördükleri, tv-radyo programları yapmaya başladıkları ve para kazanmaya başladıkları dönem oldu. Otorite oluşlarının kabulü ve eriştikleri rahat konum elbette uzun yıllar çektikleri sıkıntının bir ürünüdür. Sonuna kadar hak ettikleri bir refah dönemidir. Ne otorite oluşlarını, ne de alın terleri ile oluşturdukları mevzileri olumsuz eleştirmem. Ama iş bu mevzileri tek ve tartışılmaz gibi lanse etmeye; edebiyatın (ve onun özel bir alanı olarak edebiyat eleştirisinin) sadece seçkin bir kesimin anlayacağı/üretebileceği bir alan olduğu yanılgısını yaymaya geldiğinde de sessiz kalamam.
Ne edebiyat üretimi hakkı, ne de üretilmiş edebiyat ürünleri üzerine söz söyleme hakkı tekelci bir bakış açısıyla sınırlandırılamaz. Toplumsal yaşamın içinde üretken her birey; kendi yaşam koşulları/üretimi/algısı/iç dünyası vb. faktörler etkisinde edebiyat üretmek ya da ona sunulan edebiyat ürünleri hakkında yorum/eleştiri yapmak hakkına sahiptir.
Bu geçmişte de böyle idi. Ki; "eski tüfekler" diye andığımız ve bugün edebiyatın duayenleri olan isimler tam da bu hakları için ömürleri boyu uğraştıklarından, mücadele ettiklerinden bugün bu konumdalar. Büyük şansızlıkları geçmişte; bugünün gençlerinin sahip olduğu teknolojik imkanlara ve görece daha rahat yasal/ekonomik koşullara sahip olmamaktı. Yayıncı sayısının bile onlarla ifade edildiği; çeviri/telif az sayıda eserin yayınlandığı; okur havuzunun sınırlı olduğu ve toplumsal kuşatmanın yoğun olduğu yıllarda edebiyat üretimine girişmek zorlu bir karardı. Bugün ise bir bilgisayar ve internet bağlantısına sahip olmak sizi "yayıncı" haline getirebiliyor.
İnternet yayıncılığının yaygınlaştığı, kendine has biçimler geliştirdiği ve ciddi anlamda etkili olmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Her yeni başlangıç, her doğum sancılıdır. İnternet yayıncılığı bir kaç yılla sınırlı geçmişine rağmen hala başlangıç evresindedir. Bazı alanlarda sıkıntı ve sancıların yaşandığı/yaşanacağı açıktır.
Ancak klasik edebiyat eleştirisinin (dergiler, kitap ekleri ve kitaplar yoluyla ilerleyen) karşısında hem hız, hem içerik, hem de nicelik açısından ciddi avantajlara sahip bir mecradan söz ediyoruz. Ayda bir yayınlanan bir edebiyat dergisi ya da haftada bir çıkan kitap ekine karşılık; her gün internet sayfalarına düşen binlerce kitap yorum/eleştiri/tanıtım yazısı... Takip etmenin bile neredeyse imkansız olduğu bir yayın akışı...
İşte Sir Stothard'ın şikayeti burada yükseliyor. O; tüm birikimine, yıllara dayanan çalışmasına rağmen yılda ancak 20-30 kitabı ciddi anlamda okuyup ele alabiliyorken; internette onun ele aldıkları dahil binlerce hatta on binlerce kitap hakkında yüz binlerce yorum/eleştiri yayınlanıyor. Böylece internet takipçisi bir okur için Stothard gibi klasik eleştirmenlerin seçici algısının yanı sıra, "kalabalığın" "ortak bilinci" ile oluşan bir beğeni algısına da göz atma olasılığı doğuyor. Stothard'ın önemsediği 20-30 kitap ve yazarları, internet kalabalığının önem verdiği başka başka kitap ve yazarlar arasında kaynayıp gidiyor. Ya da daha da kötüsü; Stothard'ın beğenerek önerdiği bir roman, internette yoğun bir kötü eleştiri cereyanına kapılıyor. Sonuç; avamın gürültüsü, Sir Stothard'ın seçkin fikirlerini boğuyor!
Evet durum tam da budur. Klasik eleştiri geleneğinin yanı sıra, internet vasıtası ile oluşan "basit insanların" kitlesel fikir beyanı furyası... Kendisine pek yerinde olarak "Sir" ünvanı verilmiş olan Stothard için bu incitici olmalı. Stothard özene bezene seçtiği bir kitap için, bir kaç ay uğraşıp didinip bir makale yayınlayacak ama birileri internette çıkıp o kitap için "beğenmedim", "sıkıcı", "kurgusunda sıkıntı var" vb. vb. diyecek... İngilizin tahayyülünde bunun yaratacağı tahribat korkunç olmalı.
Ama alışacak. Stothard da, onun gibi düşünen yerli "Sir"lerimiz de alışacaklar. Onların "yoz beğeni" diye küçümsedikleri "kalabalıkların ortak bilinci" alan bulduğu her yerde gelişecek. Tek tek "beğendimler-beğenmedim"ler çoğalacak ve belki bazen gerçekten de haksızca Stothardların önemli laflarının önüne geçecekler. Ama buna razı olmak zorundayız. Bu hem sadece edebiyatın kitleselleşmesi ve gelişimi için elzem değil; toplumsal özgürlük bilincinin ve demokrasi/eşitlik inancının da gelişimi için önemlidir.
"Gerekçesiz kanaat" diye küçümsenen kişisel beğenilerden oluşan bir "yorum bulutunun" basılı edebiyat eleştirisi/tanıtımını engelleyeceği-sınırlayacağı ve dolayısıyla edebiyatın zarar göreceği korkusunu da bir noktaya kadar anlarım. Ama bu korkunun yersizliğini de göstermek isterim. İnternetin hayatımıza bu denli girdiği son yıllarda ne gazete satışlarında, ne de kitap satışlarında önemli düşüşler yaşanıyor. Tersine basılan ve satılan kitap sayısı artıyor. Endüstriyel yayıncılığın da (ki bu da başlı başına ayrı bir tartışma konusudur) gelişimi ile "basılı" edebiyat, "online" alana mağlup olmuyor. Aksine "online" olanı kullanarak kendine yeni gelişim alanları yaratıyor. Eleştiri alanı için de bu böyle.
Ki; bu anlamda bugün ismi pek çokları tarafından bilinen "eski tüfeklerin" bu bilinirliğinin ardında "online" mecraların da küçümsenmeyecek etkisi vardır. Hadi daha açık söyleyelim; geçmişte küçük bir azınlığın bildiği pek çok edebiyatçı-eleştirmen son yıllarda internet sayesinde bilinir olmuştur. Kısacası, aslında bir ironi olarak bazılarının korumak istedikleri mevzileri, aslında korumaya çalıştıkları "düşman" sayesinde tahkim edilmiş durumdadır. Örneğin Sir Stothard; internet olmasa bırakın bu tartışmalara öncü olmayı, Türkiye'de bir kaç on kişi dışında bilinemezdi bile...
Stothard'ın yarattığı bu "paradoks"; tartışmayı Facebook ve bazı bloglar aracılığı ile "tarafsızca" gündeme taşıyan dostlarımızı da sarmış durumda. Evet Notos konuyu "tarafsızca" tartışmaya açmış. Aslında "taraf" olması, Stothard'a "karşı" çıkması gerekirken. Aynı şekilde Sabit Fikir (Türkiye'nin en büyük kitap satış mecralarından yani kitap eleştirisi/tanıtımı ile dolaysız çıkar ilişkisinde olan İdefix'in sitesidir/yayınıdır) gibi bazı başka mecralar da "tarafsızlıklarını" korumuşlar haberi verirken.
Çoğunuz karşı çıkacak belki ama benim kızdığım işte bu "tarafsızlık" tutumudur. Çünkü böyle bir konuda "otorite" olmak iddiasında olan birilerinin (ya da çıkar gözeten taraf olan birilerinin) kalem oynattığı yayınların/mecraların "tarafsızlığı" söz konusu olamaz. Onların bu konudaki tarafsızlığı, aslında utangaç Stothard destekçiliğidir.
Daha açık söyleyeyim "eleştiri seçkinciliği" konusunda Semih Gümüş tarafsız olamaz. Suskun kalabilir, bu konuyu görmezden gelebilir. Ama konuyu kendi yayın mecralarına taşıyıp "tarafsızmış" gibi yapamaz. Çünkü klasik eleştiri alanının etkin bir temsilcisi olarak "tarafsızlığı"; açıkça "konu bu hali ile tartışılsın, gündeme girsin" isteğinin belirtecidir. Oysa demokratik ve katılımcı kimliği ile tanıdığımız Semih Gümüş, bu tartışmaya girecekse açıkça seçkinci tutuma karşı durarak girebilmelidir.
Sayın Gümüş'e son dönem yönelen başka eleştiriler de, ona dönük eleştirime benzeri referanslar veriyor. Yakın zamanda bir kaç ayrı kalemin dile getirdiği (Hüseyin Çukur ve Murat Akgöz'ün eleştirileri buna örnektir)  "Yaratıcı yazarlık üzerine değerlendirmeleri" ve ön ayak olduğu (katılımcı ücretinin kişi başı  800-900 TL. yi bulduğu) "yaratıcı yazarlık eğitimleri furyası" üzerinden yükselen eleştiriler, sayın Gümüş'ün en azında dışarıya verdiği görüntü hakkında bize bazı başka ipuçları sunuyor.
Sadece sayın Semih Gümüş değil (ve hatta o bu konuda belki en anlaşılabilir isimdir) pek çok başka "eleştirmen" - "yazar" vb. edebiyatçı dostumuz da "otorite" oluşlarını, "birikim ve deneyimlerini" tescil etme (ve daha da kötüsü bunu hemen paraya çevirme) telaşı içindeler. Bunun son dönem en yaygın iki biçimi "yaratıcı yazarlık eğitmenliği" (burada yazarlık kısmına senaryo, öykü, şiir vb. eklenebilir) ve "kitabınızı bana getirin düzeltip yayınlanmasını sağlayayım editörlüğü" dür.
Edebiyat alanında üretimler yapıp geçimini buradan sağlayan tüm edebiyat emekçilerini (yazar, çevirmen, çizer, grafiker, matbaa ustası vb. vb.) saygı ile anıyorum burada. Sorunum edebiyattan para kazanmak ile ilgili değil. Sorunum bunun yöntemi ile ilgilidir. Dahası yıllarca bu tür şeylerin aksini savunan (Semih Gümüş başta olmak üzere pek çok eleştirmenimiz "ticari yayıncılığa karşı" ekollerden gelmektedir) isimlerin bugün girdikleri angajman üzücüdür. Bu angajman ister istemez edebiyat alanında korumacı/seçkinci bir tarzı doğurabilir.
Bunu daha detaylı olarak başka zaman tartışmak üzere, sadece bir referans alarak konumuza geri dönelim.
Bugün kitap eleştirisi/tanıtımı işi geçmişteki gibi "parasız" ve "sıkıntılara rağmen yapılan" yapılan bir iş değildir. Gazetelere dergilere ilan/reklam kazandıran, yazarına isim/itibar getiren "seçkinlere has" bir iştir. Sadece isim/itibar getirmekle de kalmaz. Çok kısa yoldan yazar olmanızı sağlayacak ilişkiler ağına dahil olmanızı sağladığı gibi, size ciddi paralar da kazandırabilir.
İş bu minvale geldiğinde; eleştiri/tanıtım işinde anonim/bağımsız (çıkar, reklam, tanıtım ve para ilişkilerinden bağımsız) eleştiri mecralarının rakip olması fikri bazılarını endişeye düşürebiliyor. Nihayetinde rakip gördükleri mecra kuvvetlendikçe ellerinde tuttukları ün, imkan ve para kazanma olasılığı zayıflamakta. Ya da onlar öyle sanmaktalar. Çünkü aslında, istikrarlı-ciddi yazı/eleştiri faaliyeti asla önemini yitirmez. Kendine yeni alanlar da yaratarak ilerler...
Gelişimden ve yeni olandan korkanlar aslında zayıf olanlardır. Ve onlara bu gelişimin engellenemez olduğunu bildirmem gerekiyor. İnternet bu derece hayatımıza nüfuz ettikten, "kişisel yayıncılık" ve "kişisel beğeni" alanında nice imkanlar sunmuşken bu dönüşüm durdurulamaz. İnternet yayıncılığı pek çok yeni biçim ve araçla güçlenerek devam edecek. Mikro düzeyde oluşan üretimler ya da üretimlere dönük eleştiri/yorumlar birbirine eklemlenerek çığ gibi çoğalacak. Gerek yayıncılık, gerek eleştiri/yorum bu mecrada kendine has kurallarla büyüyecek.
Uğur Y.