Çocuk edebiyatının revaçta kavramı 'çocuğa görelik'
Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında didaktik yaklaşım hâlâ
yaygın. Ne var ki yetişkinin, yani esas alıcı kitlesinin beklenti ve
kaygılarını edebi kaygıların üstünde tutan, estetik değerleri pedagojik (bu da
demektir ideolojik) amaçlara feda eden, kaldırılmış işaret parmağıyla yazılan
çocuk kitapları giderek daha çok eleştirilmekte ve çağdaş yayıncılık dünyamızda
artık ‘demode’ kabul edilmektedir.
Bugün revaçta olan kavram ‘çocuğa görelik’. Oysa teorik
olarak bakıldığında ‘çocuğa görelik’ çocuk edebiyatının varlık nedenidir, zaten.
Çocuğun yetişkin edebiyatıyla karşılanamayacak özel ihtiyaçları olmasaydı çocuk
edebiyatı diye bir şey olmazdı. Yani çocuk kitaplarının ‘çocuğa göre’ olması
gerektiği gerçeği yeni bir keşif değil. Değişen, ‘çocuğa göre’ kavramının içini
nasıl doldurduğumuz. Örneğin geçmişte
dünyanın kötülüklerinin bir çocuk kitabında yeri olmadığı, çocukların bu
gerçeklerle baş edemeyeceği düşünülürdü.
Bugünse dünyanın her türlü kötülüğüne şahit olan çocuklarımızı, bunlar
yokmuş gibi yaparak koruyamadığımızı biliyoruz ve genelde sanatın, özelde de
çocuk edebiyatının gerçeklerle başa çıkmaya yardımcı olan ‘sağaltıcı’ etkisine
güveniyoruz. Empati kurma, sorun çözme,
sorgulama yeteneklerini kışkırtan, çocuğa sorunlarıyla yalnız olmadığını hissettiren,
ya da kendi sorunlarından bambaşka sorunlar da bulunduğunu gösteren ve her iki
tutumla cesaret veren çocuk kitaplarını olumluyoruz. Çağdaş anlayışa göre her çocuk kitabının
belli sorunlar işlemesi de gerekmez. Bugün
bir çocuk kitabının öncelikli olarak okurun evrenine yeni pencereler açmasını, onun
için sığınabilecek bir liman (bazen de alıp götüren bir gemi) olmasını
istiyoruz.
Bir çocuğun bir hikayeye sığınabilmesinin, sayfaların
peşinden, alıp başını gitmesinin sırrı üzerinde de düşünür olduk. Yazarlar artık
çocukların hoşuna giden kitaplar yazmak istiyor. Yayıncılar da böyle eserlerin peşinde.
Didaktik çocuk edebiyatının ‘demode’ ve ‘kötü’ olduğu görüşü yavaş yavaş okullarda,
özellikle de özel okullarda (Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatında iddialı yayınevlerinin
çoğunun, esas olarak kitapçı değil, özel okul satışı yaptığı biliniyor) yaygınlaştığından,
özel okul öğretmenleri iyi niyetle
yaklaşırsak öğrencilerin keyifle okuyacağı, kötü niyetle yaklaşırsak fazla
zahmete girmeden okutabilecekleri kitaplar talep ettiğinden beri yayıncılar da arayışlarını
bu yönde yoğunlaştırdılar.
‘Çocuğa görelik’ kavramının son zamanlarda bu kadar sık
dillendirilmesinin arkasında da bu var galiba. Ne yazık ki bir kavramın sık
dillendirilmesi doğru ele alındığı anlamına gelmiyor. Aksine, altını biraz
kazıdığınızda çoğu kere ‘çocuğa görelik’in altından ‘eğlencelik’ çıkıyor.
Dersi iyi ezberleyeyim derken asıl konuyu gözden kaçıran öğrenciler
gibi davranıyoruz.
Modern ‘çocuğa görelik’ anlayışına göre çocuk ve gençlik
edebiyatında argo, ‘ayıp’ kabul edilen sözcükler, çocuk dili ya da gençlik
jargonu yer alabilir, diye öğrendik ya, artık çocuk kitaplarımızı bolca
bunlarla süslüyoruz. Bir çocuk kitabında boşanma, ölüm ve şiddet de yer
alabilir diye belledik ya, artık kitap kahramanımızın biri mutlaka boşanmış
aile çocuğu, yakın akrabası ölmüş ya da sık sık kavgaya karışıyor.
Tablo gerçekten de düşündürücü. Daha düne kadar çocuk
edebiyatında kaka sözcüğü anılmazken, bu konuya eğilen ilk (gerçekten özgün ve
sanatsal) resimli kitaptan sonra bugün piyasa kaka kitaplarından geçilmiyor.
Evet, dersi geçekten de iyi ezberledik. Peki ya unuttuğumuz
esas konu? Çocuğa görelik. Nasıl yani, anlamadık?
O halde çocuğa göreliğe bir kez daha, farklı bir açıdan yaklaşalım.
Çünkü didaktik çocuk kitaplarına ‘demode’ ve ‘eskimiş’ gözüyle bakmakla
yetindiğimizde karşısına ancak ‘popüler’ ve ‘moda’ kitaplar koyabiliyoruz. Bir
zamanki ‘çocuğa görelik’ kavramı ile bugünkü ‘çocuğa görelik’ kavramının
farklılıklarını bilmek de yetmiyor. Derdimiz çocuk yazımızı popüler bir modaya
uydurmak değil de, çağdaş, demokratik ve bilimsel ‘çocuğa görelik’ anlayışıyla
geliştirmekse her şeyden önce değişimin nedenlerini anlamak gerekiyor.
Bir zamanlar çocuğun en büyük ihtiyacının eğitilmek olduğu kabul
edilirdi. Çocuk edebiyatından da doğrudan (ve hakim eğitim anlayışına uygun bir
biçimde) çocuğu eğitmesi beklenirdi. Bugün çocuğun temel ihtiyaçlarının
arasında hâlâ
eğitim var. Ama geçmişten faklı olarak sanat ve edebiyat da, erken çocukluktan
itibaren karşılanması gereken bir ihtiyaç sayılıyor. Artık çocuk edebiyatından
doğrudan ve öncelikle bu ihtiyacı karşılamasını, bununla bağlantılı olarak da
estetik algıyı, dil duygusunu geliştirmesini bekliyoruz. İşin aslı, değişim
çocuk edebiyatına bakışta yaşandı. Geçmişte gerçek edebiyat ve gerçek
edebiyattan sayılmayan çocuk edebiyatı varken bugün çocuk edebiyatı edebiyat
kriterleriyle değerlendiriliyor artık.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her edebiyat kitabı çocuğa
göre olmayabilir ama edebi bir çocuk kitabının ‘çocuğa göre’ olması için gerçekten
de edebiyat niteliği taşıması gerekir.
Çocukların edebiyata ihtiyaç duyduğunu kabul ettiğimizde,
okudukları kitapların özgün bir anlatıma, sağlam bir kurguya, güçlü
karakterlere, edebi bir dile ve insanı alıp götüren sahici (sahiciliği burada
gerçekçilik anlamında değil, kurgusal dünyayı okura sahiden oradaymışız gibi
hissettirmek anlamında kullanıyoruz) bir atmosfere sahip olmaları gerektiğini
de kabul etmiş oluyoruz.
Tamam, lafta çoğumuz bu noktada birleşiyoruz. Ya pratikte?
Ne yazık ki pratik fena halde aksıyor.
Buradan genç edebiyatçı Aslı Tohumcu’nun yazdığı iki çocuk
kitabının eleştirisine geçmek istiyoruz. Bu kitapları seçmemizin arkasında,
onları yakın zamanda okuduğumuzda bize yukarda ele aldığımız sorunları yakıcı
bir şekilde (yeniden) düşündürtmeleri yatıyor.
Üç, İkii, Birrr, ATEŞ!
Ara başlığa bakıp, hurra saldırıya geçeceğimiz sanılmasın.
Üç, İkii, Birr, ATEŞ, Aslı Tohumcu’nun Can Yayınları’ndan 2011’de çıkan ilk
çocuk kitabının adı. Konuyu ana kahraman Ateş’in ağzından öğrenelim: “Benim
adım Ateş ve bu deftere yazdıklarım da benim süpersonik ve bombastik
maceralarım. Hayatımın 10 yılını
sizlerle cömertçe paylaşayım da sizler de engin bilgimden faydalanın, diye
düşündüm. Fena mı?” (s.9) Kitabın başında yer alan bu cümle bize öykünün, Ateş’in anılarıyla devam ettiğini
düşündürtüyor. Ne var ki bir nevi günlükle karşılaşıyoruz.
İlk bölümde, odasını toplamadığını annesinden saklamak için
kapıyı kilitleyen, anne kapıyı zorlarken de panikle ortalığı iyice dağıtan Ateş
birden hayal/oyun dünyasına geçiş yapıyor ve uzaylı rolüne bürünüyor. Rafı
deviren, kaçmak için perdeleri indirip uç uca ekleyen, pencereden sarkan hep bu
uzaylı. Kapı ebeveynler tarafından kırılarak açıldığında da Ateş uzaylı hikâyesinde
ısrar ediyor. Hinlik yapmadığını, o uzaylıya gerçekten inandığını şu
sözlerinden anlıyoruz: “Annem kapıyı
açamasın diye dolabı deviren de, odayı savaş alanına çeviren de, pencereden
aşağı sarkan da o uzaylı. Bu facia yaşanırken ben onun uzay gemisinde esirdim.
Elimden korkusuzca beklemekten başka ne gelebilirdi? Şu büyükler gerçekten bir acayip. Uzay gemisinde tutsak edildiğim için
beni avutacakları yerde, uzaylının yaptıklarının cezasını bana çektiriyorlar.”
(s. 16, vurgular bize ait)
Küçük çocukların (ki buna 10 ve daha büyük yaştakiler de
dahil) kendilerini bir oyuna ya da hayale gerçekmiş gibi kaptırmaları bilinen
bir olgu. Hatta belli bir yaşın altındaki çocuklar oyun ve hayali gerçekten
ayırt edemeyebilirler. Hayali
arkadaşların da ortaya çıktığı bu yaş aralığı 2-5’tir. Daha büyük, hele de 10
yaşındaki bir çocuğun hayalle gerçeği ayırt edememesi ise ciddiye alınması
gereken bir sorun olarak değerlendirilir.
Ama ne Ateş sorunlu bir çocuk, ne de edebiyat psikolojik
gerçeklere her zaman uygun olmak zorunda. Yazının başında da değindiğimiz gibi
bir kitabın sahicilik duygusu vermesi ve özgün bir fikre ya da anlatıma
dayanması çok daha önemli.
Zaten Aslı Tohumcu da, başta okuru hayali uzaylı çocuğun
maceralarını okuyacağız beklentisine soktuktan sonra, (uluslararası çocuk
edebiyatında çok işlenmiş olan) bu ‘hayal ile gerçeği ayırt edememe’ fikrini ortada
bırakıyor ve Ateş kitap boyunca bir daha uzaylıdan bahsetmiyor. Ateş’in
dolayısıyla da kitabın esas gündemleri kardeş kıskançlığı, hep az gelen
harçlık, ödev sıkıntısı, dırdırcı büyük hala ve büyüklü küçüklü haylazlıklar
olarak sıralanabilir. Yani kitap, modern çocuk edebiyatının sık sık eğildiği sıradan
çocuğun gündelik yaşamını konu ediyor.
Ateş sıradan ama şanslı bir çocuk. Öyle ya, o, Türkiye’de
yalnızca sayılı birkaç özel okulda karşılaşabildiğimiz 12 kişilik bir sınıfta
okuyor. Ayrıca , ancak bir aydından bekleyebileceğimiz modernlikte bir eğitim
anlayışına ve engin bir hoşgörüye sahip bir annesi var.
Ateş’i diğer sıradan çocuklardan ayıran yalnızca bu değil.
Aynı zamanda sıradan çocukları epey aşan ama onların mutlaka çok beğeneceği bir
‘çok bilmişlik’le ve ‘hazır cevaplılıkla’ donatılmış. Babası kardeş yüzünden
masrafların arttığından ve tutumlu davranması gerektiğinden bahsedince cevabı
yapıştırıyor: “Çocuk yaparken bana mı sordunuz arkadaş!” (s.18) Annesinin
eğitim anlayışı hakkında birbirinden eğlenceli görüşler ileri sürüyor : Yatma
saatlerinin yayın akışına göre düzenlenebileceğinden haberi yok bir defa. Bir
de her Allahın günü yeşillik yemek yerine hamburger yerse, bir çocuğun daha
mutlu olacağını kabul etmek istemiyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bize
devamsızlık diye bir hak verdiğini inkâr ediyor. O-hooo, saymakla bitmez.”
(s.19
Okula gelen müfettişin sorduğu sorulara da en güzel, ya da
yazarın deyimiyle ‘bombastik’ yanıtları Ateş veriyor. Her biri küçük yaştaki
okuru zevkten dört köşe edebilecek nitelikte. İlk soru : “Güneş hangi yönden
doğar?” Ateş’in yanıtı: “Kendisinin bildiğinden eminim. Her gün doğduğuna
göre!” İkinci soru bir matematik daha doğrusu havuz problemi. Yanıt: “Madem
havuzu dolduracağız, üçüncü musluğu açmayız, olur biter.” Üçüncü soru,
Dardanakan Savaşı’nın nedenleriyle ilgili. Yanıt: “Savaşa karşı olduğumdan bu soruya
cevap vermeyi doğru bulmuyorum.” Dördüncü soru (ve bundan sonrası –evet,
beşinci soru da var- gerçekten bayıyor) İç Anadolu’nun iklim tipini ve
özelliklerini yazınız, şeklinde. Yanıt: “Bu sorunun yanıtını, www.gezdoyadoya.com adlı sitede
bulabilirsiniz….” (s.46-47)
Okuyan da (özellikle de yetişkinse) Aslı Tohumcu bir
zamanlar epey popüler olan , Ahmet Gülüm’ün derlediği Dikkat Yazılı Var! kitabını önüne çekmiş sanabilir. Ama buradaki
vurgu yazarın kahramanına mal ettiği yanıtların pek de özgün olmamasına değil,
aşırı abartılı ve bu yüzden de yapay olmasına.
Bir çocuğun altı soruluk yazılıda bir soruya buna benzer bir yanıt
vermesi bir kitaba espri katabilir, kahramanın muzipliğini vurgulayabilir,
kurguya renk ve tat getirebilir. Çocuk okur, kendisi gibi zaman zaman
çocukluklar yapan kahramanla daha kolay özdeşleşebilir. Altı soruya altı
‘bombastik’ yanıt işi değiştiriyor ama. Çocuk okur böyle yapaylıklara belki
yetişkin okur gibi adını koyamaz, ama sezinlemekten de geri durmaz. Üstelik
Ateş’in abartılı halleri bununla bitmiyor.
Öğretmen sınıftan bir alfabe hazırlamaları ve her harf için
bir cümle ve resim çizmelerini isteyince
Ateş hevesle işe girişiyor. A için kendi adı ve resmi, B için ‘baş belası bebek’ cümlesi ve kardeşinin
resmi, C harfi için cimri tamamlaması ve Cevat dayısının resmi, i harfi için
ispiyoncu yakıştırması ve Leman halasının resmi, K harfi için kabus sözcüğü ve
okul müdürü Bay Kılçık’ın resmi, o harfi için obur sözcüğü ve tombul Fidan
teyzesinin resmi … (evet, gerçekten de böyle sürüp gidiyor)
İşin ilginci şu çok bilmiş, hazır cevap, yeri geldiğinde
lafı gediğine sokan Ateş ödevini şaka ya da muziplik olsun diye değil,
öğretmeninin gözüne girmek için o şekliyle yapıyor. Alfabede ‘kabus’ ile özdeşleştirdiği okul müdürünün bundan
mutlu olacağını sanıyor. “Böylesine faydalı bir eserde yer almaktan mutluluk
duyacağından eminim. Belki beni odasına çağırıp teşekkür eder. Etmezse ayıp
eder doğrusu.” (s.24) Tepkiyle karşılaşınca da şaşırıyor: “Şu büyükleri anlamak
mümkün değil. İlk defa bir ödevimi vaktinde ve güzelcecik yapıp bitiriyorum.
Karşılığında ne ödül alsam beğenirsiniz: Azar ve şikayet! “
Kabul, çocuklar okul müdürüne kabus, dırdırcı halaya da
ispiyoncu deme cesareti gösteren tiplere bayılır. Herhalde Aslı Tohumcu’nun da
hedeflediği bu. Ama ortada ne yetişkin ne çocuk okurun dikkatinden kaçmayacak
bir çelişki var. Ateş aslında cesaret gösterisi yapmıyor. Ateş aslında iyi bir
şey yaptığını sanıyor. İyi bir şey
yapayım derken işleri berbat etmek, tepkiyle karşılaşınca da bunu büyük bir
haksızlık olarak algılamak çocuklara özgü bir durumdur ve çocuk edebiyatında
bolca işlene gelmiştir. Alışılmadık olan bir sayfa önce öğretmeni için: “Pes,
gerçekten pes doğrusu! Sen adam gibi öğretemiyorsan dersleri bizim suçumuz ne?
Zaten kendisinin bize verecek cevabı hep vardır. Ama bilmem neden, okul
müdürümüz Bay Kılçık’ın karşısında hep sus pus olur. Gücü ona yetiyor
anlaşılan,” diyen bir çocuğun , bir sayfa sonra bu ödevlerden biriyle
uğraşırken: “Ögretmenimin benimle ne
kadar gurur duyacağını düşünüp sevindim. Çünkü ben öğretmenimi çok severim, o
da beni beğenin isterim.” demesi.
Alışılmadık olan Ateş’in, bir yandan alfabesi için öğürtü resmi
çizebilecek kadar müthiş yaratıcı bir insanken (en azından o kendini öyle
tanımlıyor), öğretmeninin bu ödevden hoşlanacağını sanacak kadar da saf salak
bir çocuk olması.
Bu çelişkili özelliklerine bakarak, Ateş için başta
yaptığımız ‘sıradan çocuk’ tanımlamasının
gerçekten de revize etmemiz gerekiyor. Ne var ki yazarın çocukların hoşuna
gidecek bir prototip yaratma peşinde olduğu görüşümüz giderek kuvvetleniyor.
Çocukların hoşuna gidecek bir prototip yaratma amacı tek
başına yanlış değil. En azından tek başına kalmadığı sürece. Hepimizin bildiği Pıtırcık da bu
prototiplerden biri. Ama olaylara çocuk bakış açısıyla yaklaşan Pıtırcık ve
arkadaşları ne kadar sahici ve samimiyse, bir yandan durmadan yaşından büyük sözler,
düşünceler üreten, öte yandan da inanılmaz derecede saf olan Ateş de o kadar yapay hatta yer yer bayağı
kaçıyor. Pıtırcık’ın alt metni sıkı bir toplum eleştiri içerirken Üç, İkiii,
Birr, ATEŞ herhangi bir derinlik taşımıyor.
Ateş’in iki de bir süpersonik ve bombastik türü laflar
patlatması da durumu kurtarmıyor. Evet çocuk ağzı ya da gençlik jargonunun
çocuk kitaplarında yer almasının hiçbir sakıncası yok. Ama böyle düşünüyoruz
diye, kahramanlarımızı yerli yersiz böyle konuşturmamız gerekmiyor. Sonuçta her
kurgu kitap stilize bir sanat dili kullanır. Edebiyatçılar bir bakkalı
konuştururken köşedeki Hasan Bakkal’dan elbette esinlenebilirler ama
kitaplarında, birebir Hasan Bakkal’ı konuşturmazlar. Hasan Bakkal edebi
konuşmuyor çünkü. Bir bakkalı okura hem Hasal Bakkal’ı duyuyormuş kadar doğal,
hem de bir edebiyat metni okuyormuş kadar sanatsal konuşturmak yazarın işidir
ve belli bir formülü yoktur.
Aynı şey çocuk kitaplarındaki kahramanlar için de geçerlidir
ve ne yazık ki, Ateş’in ne doğal ne de sanatsal bir etki bırakmadığını eklemek
zorundayız. Kitapta karşımıza çıkan Vuf
Vuf Pet Shop, Arayan Bulur Bakkal, Umduğunu Değil Bulduğunu Ye Manav, Mürekkep
Yala Kırtasiye, Gel Beraber Berber, Kel Başa Şimşir Tarak Kuaför gibi ‘yaratıcı
buluşlar’ ya da cimri dayı Cevat Ellibollar ve şişman yenge Fidan gibi ‘anlamlı’
isimlendirmeler de metnin bütünü içinde bir yere oturmuyor. Sonuçta ne absürt ya da fantastik bir çocuk
romanı söz konusu ne de bu yer ve kişiler kurguda isimlerini haklı çıkaracak
bir rol oynuyor. Zaten çoğu metinde bir bilemediniz iki kere geçiyor.
Öyleyse yazar bunlara neden başvuruyor? Galiba yine
çocukların hoşuna gitmek, beğeniyi garantilemek istiyor. (Çocukların bu tür
benzetmelerden ve söz oyunlarından hoşlandıklarını kim bilmez ki?) Roald
Dahl’ın George’un Harika İlacı
kitabına atıfta bulunarak kahramanı Ateş’e Leman halasını küçültmük için çeşit
çeşit temizlik ve kozmetik malzemesinden ilaç hazırlatması da bu yüzden herhalde.
Ama Aslı Tohumcu’nun bir amacı daha var, bu olay daha doğrusu annenin bu olaya
verdiği tepki üzerinden kitapların neye yaradığını okura iletmek istiyor:
“’Kitaplarda okuduğumuz her şeyi yapmamız gerekmez Ateş. Bazen gerçek hayatta
yapamayacağımız şeyleri yaptığımızı hayal etmek için okuruz kitapları,’ dedi
annem. “ (s.33)
Sahi, yazar neden böyle bir uyarı yapmaya ihtiyaç duyuyor? Çünkü Roald Dahl’ın Georg’un Harika İlacı kitabı absürt çocuk edebiyatına örnek gösterilebilecek kadar absürtken, Üç, İkii, Birr, ATEŞ! gerçekçi gibi görünen bir hikaye anlatıyor. Ve bu farkı (bazen bunu onlardan beklemesek de) çocuk okur da pekâlâ anlıyor. Acaba gerçekçi bir çocuk kitabı, küçük okurun hikâyede geçen olay ya da davranışları birebir taklit etmesine yol açabilir mi? Galiba ve koskoca kitapta didaktik bir içerik taşıyan tek bölüm yukarda alıntıladığımız cümle olduğuna göre yazarın esas kaygısı bu.
Sahi, yazar neden böyle bir uyarı yapmaya ihtiyaç duyuyor? Çünkü Roald Dahl’ın Georg’un Harika İlacı kitabı absürt çocuk edebiyatına örnek gösterilebilecek kadar absürtken, Üç, İkii, Birr, ATEŞ! gerçekçi gibi görünen bir hikaye anlatıyor. Ve bu farkı (bazen bunu onlardan beklemesek de) çocuk okur da pekâlâ anlıyor. Acaba gerçekçi bir çocuk kitabı, küçük okurun hikâyede geçen olay ya da davranışları birebir taklit etmesine yol açabilir mi? Galiba ve koskoca kitapta didaktik bir içerik taşıyan tek bölüm yukarda alıntıladığımız cümle olduğuna göre yazarın esas kaygısı bu.
Yersiz bir kaygı olduğunu belirtelim. Gerçekçi çocuk
kitaplarının da böyle bir etkisi yok. İşin ilginci bunu çocuk okur da biliyor. Yani
Ateş’in, Georg’un Harika İlacı
kitabından esinlenerek halasını küçültmeye çalışması hiç gerçekçi olmadığı gibi,
okurda da sahici, samimi bir izlenim bırakmıyor. Absürt bir çocuk kitabında
olması gerektiği gibi işleyen harika, özgün bir fikir, bu yüzdendir ki bu kitapta basit ve yersiz hale gelebiliyor.
Eksiklikleri saydık. Peki kitabın hiç mi güçlü yanı yok?
Kurgu? Dil? Sürükleyiclik? Ne yazık ki üç sorunun yanıtı da birbirinden pek
farklı değil. Bir çocuğun başına gelen gündelik olayların yan yana ya da arka
arkaya sıralanması kurgu sayılmayacağına göre kurgu yok denecek kadar zayıf.
Dil ve anlatım az çok akıcı sayılabilirse de güçlü tanımlamasını hak edecek
kadar özgün, etkileyici değil. Sürükleyiciliğin anlatım ve kurguya sıkı sıkıya bağlı
olduğunu kabul eder ve hedef kitleye, yani çocuk okura uzatılan havuçları bir
yana bırakırsak, bu noktada da iç açıcı şeyler söyleyemiyoruz.
Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap / Kötülere Yer Yok üzerine
O halde çocuk ve gençlik edebiyatı üzerinde yazılar ve çocuk
kitapları tanıtımları da yazan Aslı Tohumcu’nun biraz daha büyük bir yaş grubu
için kaleme aldığı ikinci çocuk kitabına yani Kötülere Yer Yok’a geçelim. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011)
Üst başlığından da (Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap)
anlaşıldığı üzere kitap Bolbadim Günlükleri Dizisi olarak planlanan çocuk romanlarının
ilki. Yatılı okulda geçen fantastik bir hikayesi var ve biri erkek (Fırat) biri
kız (Sürreyya) iki öğrencinin gözünden anlatılıyor.
Konuyu kısaca özetleyeceksek: Okulun müdür yardımcısı
Şitapal Hanım aslında tüm dünyaya kötülük saçan Nhandular örgütünün önemli bir
elemanı. Aynı örgütün üyesi Kara Doktor’un okulun gizli bir yerinde tüm dünyayı
felakete sürükleyecek bir virüs üzerinde çalışabilmesini, bu virüse karşı
geliştirdiği ilacı okulun bazı öğrencileri üzerinde deneyebilmesini sağlayan da
bu korkunç kadın. Sihirli güçlerinden biri (belki de teki) istediği zaman ortalığa
tarantula türü örümcekler salması. Kara Doktor ve Şitapal Hanım’ın aynı zamanda
kimliği açıklanmayan, öğrencilerden
saklanan solgun bir çocuğu iyileştirmek gibi bir dertleri var. Tam
anlaşılmamakla birlikte o çocuk da Kara Doktor’un icadı kötü virüsten mustarip.
Zaten Kara Doktor’un panzehiri denemek için giderek daha çok deneğe ihtiyaç
duyması ve okuldan öğrencilerin bir bir kaybolması da bu yüzden. Fırat ve
Süreyya arkadaşlarının kaybolmasına önce anlam veremiyorlar, derken Süreyya da
kaçırılıyor ve Fırat tesadüfen okulun hademesinin aslında Nhandular’a karşı
savaşan bir örgütün ajanı olduğunu öğreniyor. Sonrası malum. Fırat ve yaşlı
hademe güçlerini birleştiriyor ve çocuklar kurtarılıyor.
Kendi içinde yaklaşır ve fantastik çocuk edebiyatı çerçevesi
içinde değerlendirirsek hikâye, okuru yerinden hoplatacak kadar özgün ve
zekice fikirlere dayanmasa da, ilk bakışta az çok sağlam gözüküyor.
Ne yazık ki daha ikinci bakışta bu değerlendirmemizden
vazgeçmek zorunda kalıyor ve kurgunun her taraftan döküldüğünü fark etmeye
başlıyoruz. Fazla uzatmamak için yalnızca birkaç noktaya değinelim:
· Kış tatilinde (not: yazımızda yanlışlıkla yaz tatili diye geçen bu sözcüğü bir okurun uyarısı üzerine düzelttik.) okulda topu topu 50 öğrenci
kalıyor, buna rağmen çocuklar arkadaşlarının teker teker ortadan kaybolmalarını
çok geç fark ediyor. Onları merak etmeye
başlamaları daha da uzun zaman alıyor.
·
Okulun (iyi) doktoru, Şitapal Hanım’ın
örümcekleri tarafından ısırıldıkları için fenalaşan öğrencilerin neden
hastalandıklarını bir türlü bulamıyor. O ve revirin hemşiresi bulaşıcı bir salgından
şüpheleniyorlar. Buna rağmen yetkili
yerlere başvurmamaları kötü hava şartları nedeniyle kapalı olan telefon
hatlarıyla açıklanabilir. Hadi öğrencilerin kullanılmasına izin verilmeyen cep telefonlarına onların da sahip
olmadıklarına inanalım. Peki, Fırat’dan gizemli hastalığın aslında Tarantula
adlı son derece zehirli bir örümceğin ısırığından kaynaklandığını duyduğunda
doktordan paniklemesi ve panzehir bulmak
için kara rağmen yakındaki kasabaya ulaşmayı denemesi beklenmez mi? Belki de beklenmez. Çünkü “Doktor Boğaç bu bilgiyle rahatlar gibi
olduysa da şaşırmıştı.” (s.85) yalnızca.
· Sonunda
Süreyya da kaçırılıyor ve hiç bilmediği bir yerde, elleriyle yatağa bağlanmış bir
şekilde Kara Doktor’un gizli laboratuvarında uyanıyor. Ama o da beklenen
tepkiyi vermiyor. Bağırıp çağırmıyor, korku belirtisinde bulunmuyor. İçinde
bulunduğu korkunç durumu adamakıllı sorgulamıyor. “Gözünü açtığında başı
çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Elini başına götürmek istediğinde ellerini
kıpırdatamadığını fark etti. Tavana dikilmiş gözlerini bileklerine çevirince,
kollarının kalın kayışlarla bir yatağa sabitlenmiş olduğunu şaşkınlıkla farkına
vardı. Kendisini buraya getiren olayları anımsamaya çalıştı.” (s.52) “Gözünü
tekrar aynı yerde açtığında, bunun kötü bir rüya olmadığını, gerçeğin ta
kendisi olduğunu anlamıştı. Sakinleşmek ve kafasındaki bulanıklıktan kurtulmak
niyetiyle bir süre sessiz ve kıpırtısız bekledi. Açlıktan karnı gurulduyordu.”
(71)
·
Süreyya’nın korkudan kanı donacağı ya da kayışlardan
kurtulmak için çılgın gibi debeleneceği yerde açlıktan karnı guruldamasını ilaç
altında olmasına bağlayabiliriz tabii. Ama Süreyya ve onun gibi gizli
laboratuvarda tutulan diğer öğrencilerin ilaçtan ya da virüsten etkilenme
biçimleri de epey çelişkili. Örneğin sayfa 108’de “Yeni gelenlerin yatakta
yatan arkadaşlarını görmeleriyle, laboratuvar birden hüzünlü bir bayram yerine
dönmüştü. Ilgın’la Onur’un tüm itirazlarına rağmen çocuklar kızların başına
toplanmışlardı. Birbirlerini karşılıklı soru yağmuruna tutarlarken, Kara Doktor’un
tehlike kokan sesi gürültüyü bıçak gibi kesti.” denirken, sayfa 110’da aynı
laboratuvara Fırat giriyor ve bambaşka bir manzarayla karşılaşıyor. Az önce
birbirine soru yağmuruna tutan çocukların yüzleri giderek solgunlaşmakta,
Süreyya ise ateş içinde yanmakta ve tir tir titremektedir.
·
Laboratuvara sızan Fırat burada yakalanıyor ama hemen
serbest bırakılıyor. Kimin tarafından yakalandığı ve neden serbest bırakıldığı
kitabın sonuna kadar anlaşılamıyor. (Kim bilir, belki de bu bilgi dizinin henüz
yazılmamış bir sonraki kitabına saklanıyor?)
·
Kitapta, Fırat’a kaçırılan öğrencileri
kurtarmaya yardım eden yaşlı hademe Sadık Amca aslında iyileri temsil eden
Othuslar örgütünün bir üyesi. Şitapan Hanım’ı gözetlemek için bir gece ağaca
tırmanırken yere düşmüş, ayağını kırmış ve bayılmıştır. Kar fırtınası vardır o
sırada. Ancak ertesi sabah Fırat tarafında bulununca ölü falan değil , canlıdır.
Bütün gece üstüne tipi yağmış, saatlerce kara gömülü bir şekilde yatmış ama
yüzündeki soğuk ısırıkları bir yana bundan fazla etkilenmemiştir.
·
Fırat’ın, Sadık Amca’ya uydu telefonunu getirmesi
üzerine, adam Othuslar’la bağlantı kuruyor ve durumu anlatarak onlardan yardıma
gelmelerini istiyor. Verilen yanıt kısa ve öz yani hayırdır. Kısacası Othuslar,
korkunç Kara Doktor’un okula geldiğini, çok sayıda öğrencinin onun elinde bulunduğunu
, her gün yenilerinin kaçırıldığını, hepsinin hayati tehlikede olduğunu
bilmelerine rağmen yardıma gelmeyi gerekli görmüyor. Neden mi? Yanıtı yok kitapta.
Zaten Othuslar’ın neden iyi, Nhandular’ın
neden kötü olduğunun yanıtı da yok kitapta. Othuslar devlet için mi çalışıyor?
Bilinmiyor. Nhandular dünyayı bir virüsle neden felakete sürüklemek istiyor?
Bilinmiyor.
Bunun yerine Süreyya’nın Othuslar’ın en
önemli (ve düşman tarafından ölü diye bilinen) liderlerinden birinin kızı
olduğu bilgisine erişiyoruz, tıpkı Fırat’ın Nhandular’ın en önemli
elemanlarından birinin oğlu olduğunu sonunda öğrendiğimiz gibi.
Bu hiç de özgün olmayan ve kitapta da fazla
derinleştirilmeyen fikre, Şitapal Hanım’ın sihir gücüyle ortaya çıkarttığı örümcekleri,
ölümcül virüsü, Süreyya’nın kimliğine dair gerçekleri saklayan kabartmalı
kitabı ve kötülükte sınır tanımayan Kara Doktor’u da ekliyor ve topunun fantastik
bir çocuk kitabından beklediğimiz atmosferi oluşturmakta oldukça yavan
kaçtığını belirtmeden edemiyoruz.
Ana kahramanların da çok yüzeysel işlendiği
(Fırat ağırbaşlı ve temkinliyken, Süreyya atak ve özgüveni gelişmiş bir çocuk. Kitap ana
karakterleri daha iyi tanımamıza, onların düşünsel ve duygusal dünyasına daha
fazla nüfus etmemize fırsat tanımıyor) roman, araya sıkıştırılmış onca heyecan
öğesine (ölülere ait eller, gömülen cesetler, iyileştirilmeye çalışılan soluk
garip çocuklar, kar fırtınası vesaire) rağmen sürükleyici olmayı başaramıyor. Bunun
birinci nedeni yukarda yarısını bile sayamadığımız mantık hatalarına dayanan
zayıf kurgusuysa, ikinci nedeni de okurun kendini özdeşleştirebileceği çocuk
kahramanlara olayların çözümünde aslında yalnızca yan roller biçilmesi, başrolüyse
hiç de akla yatkın olmayan rastlantıların üstlenmesi.
Evet, Aslı Tohumcu’nun kitabında kötülere yer
yok. Ama, tıpkı yetişkin yazınında kafa boşaltmak için okunan, arkada iz
bırakmayan, beyaz dizi kıvamındaki kitaplara yer olduğu gibi çocuk ve gençlik yazınında
da popüler, eğlencelik kitaplara yer var. Olmalı da zaten. Olmaması gereken çocukların
beğenisine oynayan bu kitapların ‘çocuğa göre’, ‘çağdaş’ gibi etiketlerle çocuk
ve gençlik edebiyatının güçlü örnekleri olarak tanıtılmaları, öyle kabul
edilmeleri.
Çocuğa Göre?
YanıtlaSilÇocuk kim, çocuğa göreliğe kim karar veriyor soruları anlam kazanmadan, 'Çocuk Kitabı' denilen eserler alanında, sadece didaktik olup-olmamak ölçülerinin uzağında, gerçek mesafeler almak olası mı?
Birilerinin, durumdan kendilerine görev çıkarmasını da hep anlamsız bulurum, ama toplumsal yapımızı ölçüp-biçerek, (kitap tanıtımları dışında,) yapılacak yorumların katkılarına olan ihtiyacı da göz ardı edemiyorum.
Bu bakımdan, yukarıdaki yazıyı, anlaşılamayanlara bir ölçüde açıklık getirmesiyle, olumlanacak bir makale olarak nitelendiriyorum.
Aslı Tohumcu'nun Can Yayınları'ndan çıkan kitabı sanırım Roman değil Öykü. Kapakta öyle yazıyor. O yüzden kurgusu yokmuş gibi gelebilir.
YanıtlaSilİsimsiz yazılarla eleştiri yapmak bence etik bir tutum değil. Blog sahibi, adını açık ve net olarak belirtmediği sürece bu eleştirileri ciddiye alan olmayacaktır...
YanıtlaSilBir yazının etik olup olmaması yazının içeriği tarafından belirlenir, altındaki ya da üstündeki imza tarafından değil. Sizin de mutlaka bildiğiniz gibi mahlas, bir dergi ya da platform adı kullanmak edebiyatta ve edebiyat eleştirisinde uzun bir geçmişe ve köklü (dönemine göre farklılık gösterebilen) nedenlere sahiptir. Kitedit olarak neden imza kullanmadığımızı Niçin Kitedit? başlıklı çıkış yazımızda açıklamıştık.
YanıtlaSilGüvenilirliğimizi, kişisel değil sanatsal kaygı ve ilkelerle hareket ettiğimizi süreç içerisinde kamuoyuna kanıtlayacağımıza ve Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı eleştirisi alanında Kitedit'i bunları temsil eden bir imza olarak kabul ettireceğimize inanıyoruz.
İşin daha en başında olduğumuzun farkındayız ve ne gelen sayısız kutlama mesajlarının başımızı döndürmesine, ne de yazıların içeriğine değil imzasız oluşlarına bakarak çabamızı toptan 'etik olmamakla' yargılayan az sayıdaki (bize bu yönlü gelen ikinci eleştiri bu) yaklaşımların yolumuzu şaşırtmasına izin vermeyeceğiz. Hepsini saygıyla karşılıyor, ciddiyetle değerlendiriyor ve yanlarına yazılarımızın içeriğine dönük fikir, yorum, eleştiri ya da yanıtların da eklenmesini umuyoruz. Teşekkür ederiz.
Yorumumda "yazının içeriğinin" etik olup olmamasından değil; sizin "tutumunuzun" etik olup olmamasından söz ediyorum. Bu konuda kavram karışıklığı yaratmamalı; kendinizi net olarak ortaya koymalısınız.
YanıtlaSilBunları "Ekşi Sözlük"'te yazsaydınız belki daha etik olacaktı...Çünkü o sitenin kendi etiği var hiç olmazsa...
Etikliğinizi bilemem ama güvenirliliğiniz galiba tartışılır:) Ben yazarın her iki kitabını da okuttum öğrencilerime. Kötülere Yer Yok adlı kitabı okulun kış tatilinde geçiyor, bayramı yılbaşına bağlayan tatilde. Yani yazınızda söylendiği gibi yaz tatilinde değil. Zaten kimsesiz çocukların bursla okuduğu bir yatılı okul. O yüzden okulda epeyce bir öğrencinin kalması da normal, yazar da bunu böyle açıklıyor. İyi çalışmalar, H. Engin
YanıtlaSilHaklısınız, yaz tatili değil kış tatili olmalı. Bu hataya dikkatimizi çektiğiniz için teşekkür ederiz. Ancak yazıda vurgulanan tatilde okulda neden az ya da çok öğrencinin kalması değil, 50 kişiden oluşan görece küçük bir öğrenci grubu içerisinde kaybolan öğrencilerin geç fark edilmeleri, ya da bu olayın fark edildiği kadarıyla çok az merak ve tepki uyandırması...
YanıtlaSilYazar'ın bir sözü olmalı.. Bir eleştirinin "isimsizlik"i, yapılan eleştiriye cevap vermenin önünde bir engel değil. Mesela "kitEdit"i kimin hazırladığını bilsem -hatta bu iskender pala bile olsa- fikrim değişmez: Burada iyi bir şey yapılıyor; merkez'den bakmama cesareti hep güzeldir.
YanıtlaSilibrahimmet@gmail.com
güzel bir değerlendirme. çok yakın bir zamanda aslı tohumcu'nun kötülere yer yok romanını okudum. yukarıda yaptığınız eleştirilerde yeterince üzerine gitmediniz izlenimi yarattı. kurguda problemler çok, dili de akıcı değil, birkaç yerde çok bariz anlatım bozuklukları var. bu kitaba verdiğim paraya acıdım. çünkü bir öğretmen (din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni) olarak bu kitabı bir öğrencime tavsiye edemem. popüler ve moda nitelemelerinize uygun yazılmış edebi seviyesi vasatın altında bir kitap.
YanıtlaSil