17 Eylül 2012 Pazartesi

Aslı Tohumcu'nun çocuk kitapları üzerine ya da kötülere gerçekten yer yok mu?


 Çocuk edebiyatının revaçta kavramı 'çocuğa görelik' 

Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında didaktik yaklaşım hâlâ yaygın. Ne var ki yetişkinin, yani esas alıcı kitlesinin beklenti ve kaygılarını edebi kaygıların üstünde tutan, estetik değerleri pedagojik (bu da demektir ideolojik) amaçlara feda eden, kaldırılmış işaret parmağıyla yazılan çocuk kitapları giderek daha çok eleştirilmekte ve çağdaş yayıncılık dünyamızda artık ‘demode’ kabul edilmektedir.
Bugün revaçta olan kavram ‘çocuğa görelik’. Oysa teorik olarak bakıldığında ‘çocuğa görelik’ çocuk edebiyatının varlık nedenidir, zaten. Çocuğun yetişkin edebiyatıyla karşılanamayacak özel ihtiyaçları olmasaydı çocuk edebiyatı diye bir şey olmazdı. Yani çocuk kitaplarının ‘çocuğa göre’ olması gerektiği gerçeği yeni bir keşif değil. Değişen, ‘çocuğa göre’ kavramının içini nasıl doldurduğumuz.  Örneğin geçmişte dünyanın kötülüklerinin bir çocuk kitabında yeri olmadığı, çocukların bu gerçeklerle baş edemeyeceği düşünülürdü.  Bugünse dünyanın her türlü kötülüğüne şahit olan çocuklarımızı, bunlar yokmuş gibi yaparak koruyamadığımızı biliyoruz ve genelde sanatın, özelde de çocuk edebiyatının gerçeklerle başa çıkmaya yardımcı olan ‘sağaltıcı’ etkisine güveniyoruz.  Empati kurma, sorun çözme, sorgulama yeteneklerini kışkırtan, çocuğa sorunlarıyla yalnız olmadığını hissettiren, ya da kendi sorunlarından bambaşka sorunlar da bulunduğunu gösteren ve her iki tutumla cesaret veren çocuk kitaplarını olumluyoruz.  Çağdaş anlayışa göre her çocuk kitabının belli sorunlar işlemesi de gerekmez.  Bugün bir çocuk kitabının öncelikli olarak okurun evrenine yeni pencereler açmasını, onun için sığınabilecek bir liman (bazen de alıp götüren bir gemi) olmasını istiyoruz.
Bir çocuğun bir hikayeye sığınabilmesinin, sayfaların peşinden, alıp başını gitmesinin sırrı üzerinde de düşünür olduk. Yazarlar artık çocukların hoşuna giden kitaplar yazmak istiyor. Yayıncılar da böyle eserlerin peşinde. Didaktik çocuk edebiyatının ‘demode’ ve ‘kötü’ olduğu görüşü yavaş yavaş okullarda, özellikle de özel okullarda (Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatında iddialı yayınevlerinin çoğunun, esas olarak kitapçı değil, özel okul satışı yaptığı biliniyor) yaygınlaştığından, özel okul öğretmenleri  iyi niyetle yaklaşırsak öğrencilerin keyifle okuyacağı, kötü niyetle yaklaşırsak fazla zahmete girmeden okutabilecekleri kitaplar talep ettiğinden beri yayıncılar da arayışlarını bu yönde yoğunlaştırdılar.
‘Çocuğa görelik’ kavramının son zamanlarda bu kadar sık dillendirilmesinin arkasında da bu var galiba. Ne yazık ki bir kavramın sık dillendirilmesi doğru ele alındığı anlamına gelmiyor. Aksine, altını biraz kazıdığınızda çoğu kere ‘çocuğa görelik’in altından ‘eğlencelik’ çıkıyor.
Dersi iyi ezberleyeyim derken asıl konuyu gözden kaçıran öğrenciler gibi davranıyoruz.
Modern ‘çocuğa görelik’ anlayışına göre çocuk ve gençlik edebiyatında argo, ‘ayıp’ kabul edilen sözcükler, çocuk dili ya da gençlik jargonu yer alabilir, diye öğrendik ya, artık çocuk kitaplarımızı bolca bunlarla süslüyoruz. Bir çocuk kitabında boşanma, ölüm ve şiddet de yer alabilir diye belledik ya, artık kitap kahramanımızın biri mutlaka boşanmış aile çocuğu, yakın akrabası ölmüş ya da sık sık kavgaya karışıyor.
Tablo gerçekten de düşündürücü. Daha düne kadar çocuk edebiyatında kaka sözcüğü anılmazken, bu konuya eğilen ilk (gerçekten özgün ve sanatsal) resimli kitaptan sonra bugün piyasa kaka kitaplarından geçilmiyor.
Evet, dersi geçekten de iyi ezberledik. Peki ya unuttuğumuz esas konu? Çocuğa görelik. Nasıl yani, anlamadık?
O halde çocuğa göreliğe bir kez daha, farklı bir açıdan yaklaşalım. Çünkü didaktik çocuk kitaplarına ‘demode’ ve ‘eskimiş’ gözüyle bakmakla yetindiğimizde karşısına ancak ‘popüler’ ve ‘moda’ kitaplar koyabiliyoruz. Bir zamanki ‘çocuğa görelik’ kavramı ile bugünkü ‘çocuğa görelik’ kavramının farklılıklarını bilmek de yetmiyor. Derdimiz çocuk yazımızı popüler bir modaya uydurmak değil de, çağdaş, demokratik ve bilimsel ‘çocuğa görelik’ anlayışıyla geliştirmekse her şeyden önce değişimin nedenlerini anlamak gerekiyor.
Bir zamanlar çocuğun en büyük ihtiyacının eğitilmek olduğu kabul edilirdi. Çocuk edebiyatından da doğrudan (ve hakim eğitim anlayışına uygun bir biçimde) çocuğu eğitmesi beklenirdi. Bugün çocuğun temel ihtiyaçlarının arasında hâlâ eğitim var. Ama geçmişten faklı olarak sanat ve edebiyat da, erken çocukluktan itibaren karşılanması gereken bir ihtiyaç sayılıyor. Artık çocuk edebiyatından doğrudan ve öncelikle bu ihtiyacı karşılamasını, bununla bağlantılı olarak da estetik algıyı, dil duygusunu geliştirmesini bekliyoruz. İşin aslı, değişim çocuk edebiyatına bakışta yaşandı. Geçmişte gerçek edebiyat ve gerçek edebiyattan sayılmayan çocuk edebiyatı varken bugün çocuk edebiyatı edebiyat kriterleriyle değerlendiriliyor artık.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her edebiyat kitabı çocuğa göre olmayabilir ama edebi bir çocuk kitabının ‘çocuğa göre’ olması için gerçekten de edebiyat niteliği taşıması gerekir.
Çocukların edebiyata ihtiyaç duyduğunu kabul ettiğimizde, okudukları kitapların özgün bir anlatıma, sağlam bir kurguya, güçlü karakterlere, edebi bir dile ve insanı alıp götüren sahici (sahiciliği burada gerçekçilik anlamında değil, kurgusal dünyayı okura sahiden oradaymışız gibi hissettirmek anlamında kullanıyoruz) bir atmosfere sahip olmaları gerektiğini de kabul etmiş oluyoruz.
Tamam, lafta çoğumuz bu noktada birleşiyoruz. Ya pratikte? Ne yazık ki pratik fena halde aksıyor.
Buradan genç edebiyatçı Aslı Tohumcu’nun yazdığı iki çocuk kitabının eleştirisine geçmek istiyoruz. Bu kitapları seçmemizin arkasında, onları yakın zamanda okuduğumuzda bize yukarda ele aldığımız sorunları yakıcı bir şekilde (yeniden) düşündürtmeleri yatıyor.

Üç, İkii, Birrr, ATEŞ!

Ara başlığa bakıp, hurra saldırıya geçeceğimiz sanılmasın. Üç, İkii, Birr, ATEŞ, Aslı Tohumcu’nun Can Yayınları’ndan 2011’de çıkan ilk çocuk kitabının adı. Konuyu ana kahraman Ateş’in ağzından öğrenelim: “Benim adım Ateş ve bu deftere yazdıklarım da benim süpersonik ve bombastik maceralarım. Hayatımın 10 yılını sizlerle cömertçe paylaşayım da sizler de engin bilgimden faydalanın, diye düşündüm. Fena mı?” (s.9) Kitabın başında yer alan bu cümle bize öykünün,  Ateş’in anılarıyla devam ettiğini düşündürtüyor. Ne var ki bir nevi günlükle karşılaşıyoruz.
İlk bölümde, odasını toplamadığını annesinden saklamak için kapıyı kilitleyen, anne kapıyı zorlarken de panikle ortalığı iyice dağıtan Ateş birden hayal/oyun dünyasına geçiş yapıyor ve uzaylı rolüne bürünüyor. Rafı deviren, kaçmak için perdeleri indirip uç uca ekleyen, pencereden sarkan hep bu uzaylı. Kapı ebeveynler tarafından kırılarak açıldığında da Ateş uzaylı hikâyesinde ısrar ediyor. Hinlik yapmadığını, o uzaylıya gerçekten inandığını şu sözlerinden anlıyoruz:  “Annem kapıyı açamasın diye dolabı deviren de, odayı savaş alanına çeviren de, pencereden aşağı sarkan da o uzaylı. Bu facia yaşanırken ben onun uzay gemisinde esirdim. Elimden korkusuzca beklemekten başka ne gelebilirdi? Şu büyükler gerçekten bir acayip. Uzay gemisinde tutsak edildiğim için beni avutacakları yerde, uzaylının yaptıklarının cezasını bana çektiriyorlar.” (s. 16, vurgular bize ait)
Küçük çocukların (ki buna 10 ve daha büyük yaştakiler de dahil) kendilerini bir oyuna ya da hayale gerçekmiş gibi kaptırmaları bilinen bir olgu. Hatta belli bir yaşın altındaki çocuklar oyun ve hayali gerçekten ayırt edemeyebilirler. Hayali arkadaşların da ortaya çıktığı bu yaş aralığı 2-5’tir. Daha büyük, hele de 10 yaşındaki bir çocuğun hayalle gerçeği ayırt edememesi ise ciddiye alınması gereken bir sorun olarak değerlendirilir.
Ama ne Ateş sorunlu bir çocuk, ne de edebiyat psikolojik gerçeklere her zaman uygun olmak zorunda. Yazının başında da değindiğimiz gibi bir kitabın sahicilik duygusu vermesi ve özgün bir fikre ya da anlatıma dayanması çok daha önemli.
Zaten Aslı Tohumcu da, başta okuru hayali uzaylı çocuğun maceralarını okuyacağız beklentisine soktuktan sonra, (uluslararası çocuk edebiyatında çok işlenmiş olan) bu ‘hayal ile gerçeği ayırt edememe’ fikrini ortada bırakıyor ve Ateş kitap boyunca bir daha uzaylıdan bahsetmiyor. Ateş’in dolayısıyla da kitabın esas gündemleri kardeş kıskançlığı, hep az gelen harçlık, ödev sıkıntısı, dırdırcı büyük hala ve büyüklü küçüklü haylazlıklar olarak sıralanabilir. Yani kitap, modern çocuk edebiyatının sık sık eğildiği sıradan çocuğun gündelik yaşamını konu ediyor.
Ateş sıradan ama şanslı bir çocuk. Öyle ya, o, Türkiye’de yalnızca sayılı birkaç özel okulda karşılaşabildiğimiz 12 kişilik bir sınıfta okuyor. Ayrıca , ancak bir aydından bekleyebileceğimiz modernlikte bir eğitim anlayışına ve engin bir hoşgörüye sahip bir annesi var.
Ateş’i diğer sıradan çocuklardan ayıran yalnızca bu değil. Aynı zamanda sıradan çocukları epey aşan ama onların mutlaka çok beğeneceği bir ‘çok bilmişlik’le ve ‘hazır cevaplılıkla’ donatılmış. Babası kardeş yüzünden masrafların arttığından ve tutumlu davranması gerektiğinden bahsedince cevabı yapıştırıyor: “Çocuk yaparken bana mı sordunuz arkadaş!” (s.18) Annesinin eğitim anlayışı hakkında birbirinden eğlenceli görüşler ileri sürüyor : Yatma saatlerinin yayın akışına göre düzenlenebileceğinden haberi yok bir defa. Bir de her Allahın günü yeşillik yemek yerine hamburger yerse, bir çocuğun daha mutlu olacağını kabul etmek istemiyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bize devamsızlık diye bir hak verdiğini inkâr ediyor. O-hooo, saymakla bitmez.” (s.19
Okula gelen müfettişin sorduğu sorulara da en güzel, ya da yazarın deyimiyle ‘bombastik’ yanıtları Ateş veriyor. Her biri küçük yaştaki okuru zevkten dört köşe edebilecek nitelikte. İlk soru : “Güneş hangi yönden doğar?” Ateş’in yanıtı: “Kendisinin bildiğinden eminim. Her gün doğduğuna göre!” İkinci soru bir matematik daha doğrusu havuz problemi. Yanıt: “Madem havuzu dolduracağız, üçüncü musluğu açmayız, olur biter.” Üçüncü soru, Dardanakan Savaşı’nın nedenleriyle ilgili. Yanıt: “Savaşa karşı olduğumdan bu soruya cevap vermeyi doğru bulmuyorum.” Dördüncü soru (ve bundan sonrası –evet, beşinci soru da var- gerçekten bayıyor) İç Anadolu’nun iklim tipini ve özelliklerini yazınız, şeklinde. Yanıt: “Bu sorunun yanıtını, www.gezdoyadoya.com adlı sitede bulabilirsiniz….” (s.46-47)
Okuyan da (özellikle de yetişkinse) Aslı Tohumcu bir zamanlar epey popüler olan , Ahmet Gülüm’ün derlediği Dikkat Yazılı Var! kitabını önüne çekmiş sanabilir. Ama buradaki vurgu yazarın kahramanına mal ettiği yanıtların pek de özgün olmamasına değil, aşırı abartılı ve bu yüzden de yapay olmasına.  Bir çocuğun altı soruluk yazılıda bir soruya buna benzer bir yanıt vermesi bir kitaba espri katabilir, kahramanın muzipliğini vurgulayabilir, kurguya renk ve tat getirebilir. Çocuk okur, kendisi gibi zaman zaman çocukluklar yapan kahramanla daha kolay özdeşleşebilir. Altı soruya altı ‘bombastik’ yanıt işi değiştiriyor ama. Çocuk okur böyle yapaylıklara belki yetişkin okur gibi adını koyamaz, ama sezinlemekten de geri durmaz. Üstelik Ateş’in abartılı halleri bununla bitmiyor.
Öğretmen sınıftan bir alfabe hazırlamaları ve her harf için bir cümle ve resim çizmelerini isteyince  Ateş hevesle işe girişiyor. A için kendi adı ve resmi,  B için ‘baş belası bebek’ cümlesi ve kardeşinin resmi, C harfi için cimri tamamlaması ve Cevat dayısının resmi, i harfi için ispiyoncu yakıştırması ve Leman halasının resmi, K harfi için kabus sözcüğü ve okul müdürü Bay Kılçık’ın resmi, o harfi için obur sözcüğü ve tombul Fidan teyzesinin resmi … (evet, gerçekten de böyle sürüp gidiyor)
İşin ilginci şu çok bilmiş, hazır cevap, yeri geldiğinde lafı gediğine sokan Ateş ödevini şaka ya da muziplik olsun diye değil, öğretmeninin gözüne girmek için o şekliyle yapıyor. Alfabede ‘kabus’  ile özdeşleştirdiği okul müdürünün bundan mutlu olacağını sanıyor. “Böylesine faydalı bir eserde yer almaktan mutluluk duyacağından eminim. Belki beni odasına çağırıp teşekkür eder. Etmezse ayıp eder doğrusu.” (s.24) Tepkiyle karşılaşınca da şaşırıyor: “Şu büyükleri anlamak mümkün değil. İlk defa bir ödevimi vaktinde ve güzelcecik yapıp bitiriyorum. Karşılığında ne ödül alsam beğenirsiniz: Azar ve şikayet! “
Kabul, çocuklar okul müdürüne kabus, dırdırcı halaya da ispiyoncu deme cesareti gösteren tiplere bayılır. Herhalde Aslı Tohumcu’nun da hedeflediği bu. Ama ortada ne yetişkin ne çocuk okurun dikkatinden kaçmayacak bir çelişki var. Ateş aslında cesaret gösterisi yapmıyor. Ateş aslında iyi bir şey yaptığını sanıyor.  İyi bir şey yapayım derken işleri berbat etmek, tepkiyle karşılaşınca da bunu büyük bir haksızlık olarak algılamak çocuklara özgü bir durumdur ve çocuk edebiyatında bolca işlene gelmiştir. Alışılmadık olan bir sayfa önce öğretmeni için: “Pes, gerçekten pes doğrusu! Sen adam gibi öğretemiyorsan dersleri bizim suçumuz ne? Zaten kendisinin bize verecek cevabı hep vardır. Ama bilmem neden, okul müdürümüz Bay Kılçık’ın karşısında hep sus pus olur. Gücü ona yetiyor anlaşılan,” diyen bir çocuğun , bir sayfa sonra bu ödevlerden biriyle uğraşırken:  “Ögretmenimin benimle ne kadar gurur duyacağını düşünüp sevindim. Çünkü ben öğretmenimi çok severim, o da beni beğenin isterim.” demesi.  Alışılmadık olan Ateş’in, bir yandan alfabesi için öğürtü resmi çizebilecek kadar müthiş yaratıcı bir insanken (en azından o kendini öyle tanımlıyor), öğretmeninin bu ödevden hoşlanacağını sanacak kadar da saf salak bir çocuk olması.
Bu çelişkili özelliklerine bakarak, Ateş için başta yaptığımız ‘sıradan çocuk’  tanımlamasının gerçekten de revize etmemiz gerekiyor. Ne var ki yazarın çocukların hoşuna gidecek bir prototip yaratma peşinde olduğu görüşümüz giderek kuvvetleniyor.  
Çocukların hoşuna gidecek bir prototip yaratma amacı tek başına yanlış değil. En azından tek başına kalmadığı sürece.  Hepimizin bildiği Pıtırcık da bu prototiplerden biri. Ama olaylara çocuk bakış açısıyla yaklaşan Pıtırcık ve arkadaşları ne kadar sahici ve samimiyse, bir yandan durmadan yaşından büyük sözler, düşünceler üreten, öte yandan da inanılmaz derecede saf olan  Ateş de o kadar yapay hatta yer yer bayağı kaçıyor. Pıtırcık’ın alt metni sıkı bir toplum eleştiri içerirken Üç, İkiii, Birr, ATEŞ herhangi bir derinlik taşımıyor.
Ateş’in iki de bir süpersonik ve bombastik türü laflar patlatması da durumu kurtarmıyor. Evet çocuk ağzı ya da gençlik jargonunun çocuk kitaplarında yer almasının hiçbir sakıncası yok. Ama böyle düşünüyoruz diye, kahramanlarımızı yerli yersiz böyle konuşturmamız gerekmiyor. Sonuçta her kurgu kitap stilize bir sanat dili kullanır. Edebiyatçılar bir bakkalı konuştururken köşedeki Hasan Bakkal’dan elbette esinlenebilirler ama kitaplarında, birebir Hasan Bakkal’ı konuşturmazlar. Hasan Bakkal edebi konuşmuyor çünkü. Bir bakkalı okura hem Hasal Bakkal’ı duyuyormuş kadar doğal, hem de bir edebiyat metni okuyormuş kadar sanatsal konuşturmak yazarın işidir ve belli bir formülü yoktur.
Aynı şey çocuk kitaplarındaki kahramanlar için de geçerlidir ve ne yazık ki, Ateş’in ne doğal ne de sanatsal  bir etki bırakmadığını eklemek zorundayız.  Kitapta karşımıza çıkan Vuf Vuf Pet Shop, Arayan Bulur Bakkal, Umduğunu Değil Bulduğunu Ye Manav, Mürekkep Yala Kırtasiye, Gel Beraber Berber, Kel Başa Şimşir Tarak Kuaför gibi ‘yaratıcı buluşlar’ ya da cimri dayı Cevat Ellibollar ve şişman yenge Fidan gibi ‘anlamlı’ isimlendirmeler de metnin bütünü içinde bir yere oturmuyor.  Sonuçta ne absürt ya da fantastik bir çocuk romanı söz konusu ne de bu yer ve kişiler kurguda isimlerini haklı çıkaracak bir rol oynuyor. Zaten çoğu metinde bir bilemediniz iki kere geçiyor. 
Öyleyse yazar bunlara neden başvuruyor? Galiba yine çocukların hoşuna gitmek, beğeniyi garantilemek istiyor. (Çocukların bu tür benzetmelerden ve söz oyunlarından hoşlandıklarını kim bilmez ki?) Roald Dahl’ın George’un Harika İlacı kitabına atıfta bulunarak kahramanı Ateş’e Leman halasını küçültmük için çeşit çeşit temizlik ve kozmetik malzemesinden ilaç hazırlatması da bu yüzden herhalde. Ama Aslı Tohumcu’nun bir amacı daha var, bu olay daha doğrusu annenin bu olaya verdiği tepki üzerinden kitapların neye yaradığını okura iletmek istiyor: “’Kitaplarda okuduğumuz her şeyi yapmamız gerekmez Ateş. Bazen gerçek hayatta yapamayacağımız şeyleri yaptığımızı hayal etmek için okuruz kitapları,’ dedi annem. “  (s.33)
Sahi, yazar neden böyle bir uyarı yapmaya ihtiyaç duyuyor?  Çünkü Roald Dahl’ın Georg’un Harika İlacı kitabı absürt çocuk edebiyatına örnek gösterilebilecek kadar absürtken, Üç, İkii, Birr, ATEŞ! gerçekçi gibi görünen bir hikaye anlatıyor. Ve bu farkı (bazen bunu onlardan beklemesek de) çocuk okur da pekâlâ anlıyor. Acaba gerçekçi bir çocuk kitabı, küçük okurun hikâyede geçen olay ya da davranışları birebir taklit etmesine yol açabilir mi? Galiba ve koskoca kitapta didaktik bir içerik taşıyan tek bölüm yukarda alıntıladığımız cümle olduğuna göre yazarın esas kaygısı bu.
Yersiz bir kaygı olduğunu belirtelim. Gerçekçi çocuk kitaplarının da böyle bir etkisi yok. İşin ilginci bunu çocuk okur da biliyor. Yani Ateş’in, Georg’un Harika İlacı kitabından esinlenerek halasını küçültmeye çalışması hiç gerçekçi olmadığı gibi, okurda da sahici, samimi bir izlenim bırakmıyor. Absürt bir çocuk kitabında olması gerektiği gibi işleyen harika, özgün bir fikir, bu yüzdendir ki  bu kitapta basit ve yersiz hale gelebiliyor.
Eksiklikleri saydık. Peki kitabın hiç mi güçlü yanı yok? Kurgu? Dil? Sürükleyiclik? Ne yazık ki üç sorunun yanıtı da birbirinden pek farklı değil. Bir çocuğun başına gelen gündelik olayların yan yana ya da arka arkaya sıralanması kurgu sayılmayacağına göre kurgu yok denecek kadar zayıf. Dil ve anlatım az çok akıcı sayılabilirse de güçlü tanımlamasını hak edecek kadar özgün, etkileyici değil. Sürükleyiciliğin anlatım ve kurguya sıkı sıkıya bağlı olduğunu kabul eder ve hedef kitleye, yani çocuk okura uzatılan havuçları bir yana bırakırsak, bu noktada da iç açıcı şeyler söyleyemiyoruz.

Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap / Kötülere Yer Yok üzerine

O halde çocuk ve gençlik edebiyatı üzerinde yazılar ve çocuk kitapları tanıtımları da yazan Aslı Tohumcu’nun biraz daha büyük bir yaş grubu için kaleme aldığı ikinci çocuk kitabına yani Kötülere Yer Yok’a geçelim. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011)
Üst başlığından da (Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap) anlaşıldığı üzere kitap Bolbadim Günlükleri Dizisi olarak planlanan çocuk romanlarının ilki. Yatılı okulda geçen fantastik bir hikayesi var ve biri erkek (Fırat) biri kız (Sürreyya) iki öğrencinin gözünden anlatılıyor.
Konuyu kısaca özetleyeceksek: Okulun müdür yardımcısı Şitapal Hanım aslında tüm dünyaya kötülük saçan Nhandular örgütünün önemli bir elemanı. Aynı örgütün üyesi Kara Doktor’un okulun gizli bir yerinde tüm dünyayı felakete sürükleyecek bir virüs üzerinde çalışabilmesini, bu virüse karşı geliştirdiği ilacı okulun bazı öğrencileri üzerinde deneyebilmesini sağlayan da bu korkunç kadın. Sihirli güçlerinden biri (belki de teki) istediği zaman ortalığa tarantula türü örümcekler salması. Kara Doktor ve Şitapal Hanım’ın aynı zamanda kimliği açıklanmayan,  öğrencilerden saklanan solgun bir çocuğu iyileştirmek gibi bir dertleri var. Tam anlaşılmamakla birlikte o çocuk da Kara Doktor’un icadı kötü virüsten mustarip. Zaten Kara Doktor’un panzehiri denemek için giderek daha çok deneğe ihtiyaç duyması ve okuldan öğrencilerin bir bir kaybolması da bu yüzden. Fırat ve Süreyya arkadaşlarının kaybolmasına önce anlam veremiyorlar, derken Süreyya da kaçırılıyor ve Fırat tesadüfen okulun hademesinin aslında Nhandular’a karşı savaşan bir örgütün ajanı olduğunu öğreniyor. Sonrası malum. Fırat ve yaşlı hademe güçlerini birleştiriyor ve çocuklar kurtarılıyor.
Kendi içinde yaklaşır ve fantastik çocuk edebiyatı çerçevesi içinde değerlendirirsek hikâye,  okuru yerinden hoplatacak kadar özgün ve zekice fikirlere dayanmasa da, ilk bakışta az çok sağlam gözüküyor.
Ne yazık ki daha ikinci bakışta bu değerlendirmemizden vazgeçmek zorunda kalıyor ve kurgunun her taraftan döküldüğünü fark etmeye başlıyoruz. Fazla uzatmamak için yalnızca birkaç noktaya değinelim:
·         Kış tatilinde (not: yazımızda yanlışlıkla yaz tatili diye geçen bu sözcüğü bir okurun uyarısı üzerine düzelttik.) okulda topu topu 50 öğrenci kalıyor, buna rağmen çocuklar arkadaşlarının teker teker ortadan kaybolmalarını çok geç  fark ediyor. Onları merak etmeye başlamaları daha da uzun zaman alıyor.
·         Okulun (iyi) doktoru, Şitapal Hanım’ın örümcekleri tarafından ısırıldıkları için fenalaşan öğrencilerin neden hastalandıklarını bir türlü bulamıyor. O ve revirin hemşiresi bulaşıcı bir salgından şüpheleniyorlar. Buna rağmen  yetkili yerlere başvurmamaları kötü hava şartları nedeniyle kapalı olan telefon hatlarıyla açıklanabilir. Hadi öğrencilerin kullanılmasına izin verilmeyen  cep telefonlarına onların da sahip olmadıklarına inanalım. Peki, Fırat’dan gizemli hastalığın aslında Tarantula adlı son derece zehirli bir örümceğin ısırığından kaynaklandığını duyduğunda doktordan paniklemesi  ve panzehir bulmak için kara rağmen yakındaki kasabaya ulaşmayı denemesi beklenmez mi?  Belki de beklenmez. Çünkü  “Doktor Boğaç bu bilgiyle rahatlar gibi olduysa da şaşırmıştı.” (s.85)  yalnızca.
·        Sonunda Süreyya da kaçırılıyor ve hiç bilmediği bir yerde, elleriyle yatağa bağlanmış bir şekilde Kara Doktor’un gizli laboratuvarında uyanıyor. Ama o da beklenen tepkiyi vermiyor. Bağırıp çağırmıyor, korku belirtisinde bulunmuyor. İçinde bulunduğu korkunç durumu adamakıllı sorgulamıyor. “Gözünü açtığında başı çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Elini başına götürmek istediğinde ellerini kıpırdatamadığını fark etti. Tavana dikilmiş gözlerini bileklerine çevirince, kollarının kalın kayışlarla bir yatağa sabitlenmiş olduğunu şaşkınlıkla farkına vardı. Kendisini buraya getiren olayları anımsamaya çalıştı.” (s.52) “Gözünü tekrar aynı yerde açtığında, bunun kötü bir rüya olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamıştı. Sakinleşmek ve kafasındaki bulanıklıktan kurtulmak niyetiyle bir süre sessiz ve kıpırtısız bekledi. Açlıktan karnı gurulduyordu.” (71)
·         Süreyya’nın korkudan kanı donacağı ya da kayışlardan kurtulmak için çılgın gibi debeleneceği yerde açlıktan karnı guruldamasını ilaç altında olmasına bağlayabiliriz tabii. Ama Süreyya ve onun gibi gizli laboratuvarda tutulan diğer öğrencilerin ilaçtan ya da virüsten etkilenme biçimleri de epey çelişkili. Örneğin sayfa 108’de “Yeni gelenlerin yatakta yatan arkadaşlarını görmeleriyle, laboratuvar birden hüzünlü bir bayram yerine dönmüştü. Ilgın’la Onur’un tüm itirazlarına rağmen çocuklar kızların başına toplanmışlardı. Birbirlerini karşılıklı soru yağmuruna tutarlarken, Kara Doktor’un tehlike kokan sesi gürültüyü bıçak gibi kesti.” denirken, sayfa 110’da aynı laboratuvara Fırat giriyor ve bambaşka bir manzarayla karşılaşıyor. Az önce birbirine soru yağmuruna tutan çocukların yüzleri giderek solgunlaşmakta, Süreyya ise ateş içinde yanmakta ve tir tir titremektedir.  
·         Laboratuvara sızan Fırat burada yakalanıyor ama hemen serbest bırakılıyor. Kimin tarafından yakalandığı ve neden serbest bırakıldığı kitabın sonuna kadar anlaşılamıyor. (Kim bilir, belki de bu bilgi dizinin henüz yazılmamış bir sonraki kitabına saklanıyor?)
·         Kitapta, Fırat’a kaçırılan öğrencileri kurtarmaya yardım eden yaşlı hademe Sadık Amca aslında iyileri temsil eden Othuslar örgütünün bir üyesi. Şitapan Hanım’ı gözetlemek için bir gece ağaca tırmanırken yere düşmüş, ayağını kırmış ve bayılmıştır. Kar fırtınası vardır o sırada. Ancak ertesi sabah Fırat tarafında bulununca ölü falan değil , canlıdır. Bütün gece üstüne tipi yağmış, saatlerce kara gömülü bir şekilde yatmış ama yüzündeki soğuk ısırıkları bir yana bundan fazla etkilenmemiştir.
·         Fırat’ın, Sadık Amca’ya uydu telefonunu getirmesi üzerine, adam Othuslar’la bağlantı kuruyor ve durumu anlatarak onlardan yardıma gelmelerini istiyor. Verilen yanıt kısa ve öz yani hayırdır. Kısacası Othuslar, korkunç Kara Doktor’un okula geldiğini, çok sayıda öğrencinin onun elinde bulunduğunu , her gün yenilerinin kaçırıldığını, hepsinin hayati tehlikede olduğunu bilmelerine rağmen yardıma gelmeyi gerekli görmüyor.  Neden mi? Yanıtı yok kitapta.

Zaten Othuslar’ın neden iyi, Nhandular’ın neden kötü olduğunun yanıtı da yok kitapta. Othuslar devlet için mi çalışıyor? Bilinmiyor. Nhandular dünyayı bir virüsle neden felakete sürüklemek istiyor? Bilinmiyor.
Bunun yerine Süreyya’nın Othuslar’ın en önemli (ve düşman tarafından ölü diye bilinen) liderlerinden birinin kızı olduğu bilgisine erişiyoruz, tıpkı Fırat’ın Nhandular’ın en önemli elemanlarından birinin oğlu olduğunu sonunda öğrendiğimiz gibi.
Bu hiç de özgün olmayan ve kitapta da fazla derinleştirilmeyen fikre, Şitapal Hanım’ın sihir gücüyle ortaya çıkarttığı örümcekleri, ölümcül virüsü, Süreyya’nın kimliğine dair gerçekleri saklayan kabartmalı kitabı ve kötülükte sınır tanımayan Kara Doktor’u da ekliyor ve topunun fantastik bir çocuk kitabından beklediğimiz atmosferi oluşturmakta oldukça yavan kaçtığını belirtmeden edemiyoruz.
Ana kahramanların da çok yüzeysel işlendiği (Fırat ağırbaşlı ve temkinliyken, Süreyya  atak ve özgüveni gelişmiş bir çocuk. Kitap ana karakterleri daha iyi tanımamıza, onların düşünsel ve duygusal dünyasına daha fazla nüfus etmemize fırsat tanımıyor) roman, araya sıkıştırılmış onca heyecan öğesine (ölülere ait eller, gömülen cesetler, iyileştirilmeye çalışılan soluk garip çocuklar, kar fırtınası vesaire) rağmen sürükleyici olmayı başaramıyor. Bunun birinci nedeni yukarda yarısını bile sayamadığımız mantık hatalarına dayanan zayıf kurgusuysa, ikinci nedeni de okurun kendini özdeşleştirebileceği çocuk kahramanlara olayların çözümünde aslında yalnızca yan roller biçilmesi, başrolüyse hiç de akla yatkın olmayan rastlantıların üstlenmesi.
Evet, Aslı Tohumcu’nun kitabında kötülere yer yok. Ama, tıpkı yetişkin yazınında kafa boşaltmak için okunan, arkada iz bırakmayan, beyaz dizi kıvamındaki kitaplara yer olduğu gibi çocuk ve gençlik yazınında da popüler, eğlencelik kitaplara yer var. Olmalı da zaten. Olmaması gereken çocukların beğenisine oynayan bu kitapların ‘çocuğa göre’, ‘çağdaş’ gibi etiketlerle çocuk ve gençlik edebiyatının güçlü örnekleri olarak tanıtılmaları, öyle kabul edilmeleri.

9 yorum:

  1. Ercüment Sabri17 Eylül 2012 17:57

    Çocuğa Göre?
    Çocuk kim, çocuğa göreliğe kim karar veriyor soruları anlam kazanmadan, 'Çocuk Kitabı' denilen eserler alanında, sadece didaktik olup-olmamak ölçülerinin uzağında, gerçek mesafeler almak olası mı?
    Birilerinin, durumdan kendilerine görev çıkarmasını da hep anlamsız bulurum, ama toplumsal yapımızı ölçüp-biçerek, (kitap tanıtımları dışında,) yapılacak yorumların katkılarına olan ihtiyacı da göz ardı edemiyorum.
    Bu bakımdan, yukarıdaki yazıyı, anlaşılamayanlara bir ölçüde açıklık getirmesiyle, olumlanacak bir makale olarak nitelendiriyorum.

    YanıtlaSil
  2. Aslı Tohumcu'nun Can Yayınları'ndan çıkan kitabı sanırım Roman değil Öykü. Kapakta öyle yazıyor. O yüzden kurgusu yokmuş gibi gelebilir.

    YanıtlaSil
  3. İsimsiz yazılarla eleştiri yapmak bence etik bir tutum değil. Blog sahibi, adını açık ve net olarak belirtmediği sürece bu eleştirileri ciddiye alan olmayacaktır...

    YanıtlaSil
  4. Bir yazının etik olup olmaması yazının içeriği tarafından belirlenir, altındaki ya da üstündeki imza tarafından değil. Sizin de mutlaka bildiğiniz gibi mahlas, bir dergi ya da platform adı kullanmak edebiyatta ve edebiyat eleştirisinde uzun bir geçmişe ve köklü (dönemine göre farklılık gösterebilen) nedenlere sahiptir. Kitedit olarak neden imza kullanmadığımızı Niçin Kitedit? başlıklı çıkış yazımızda açıklamıştık.
    Güvenilirliğimizi, kişisel değil sanatsal kaygı ve ilkelerle hareket ettiğimizi süreç içerisinde kamuoyuna kanıtlayacağımıza ve Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı eleştirisi alanında Kitedit'i bunları temsil eden bir imza olarak kabul ettireceğimize inanıyoruz.
    İşin daha en başında olduğumuzun farkındayız ve ne gelen sayısız kutlama mesajlarının başımızı döndürmesine, ne de yazıların içeriğine değil imzasız oluşlarına bakarak çabamızı toptan 'etik olmamakla' yargılayan az sayıdaki (bize bu yönlü gelen ikinci eleştiri bu) yaklaşımların yolumuzu şaşırtmasına izin vermeyeceğiz. Hepsini saygıyla karşılıyor, ciddiyetle değerlendiriyor ve yanlarına yazılarımızın içeriğine dönük fikir, yorum, eleştiri ya da yanıtların da eklenmesini umuyoruz. Teşekkür ederiz.

    YanıtlaSil
  5. Yorumumda "yazının içeriğinin" etik olup olmamasından değil; sizin "tutumunuzun" etik olup olmamasından söz ediyorum. Bu konuda kavram karışıklığı yaratmamalı; kendinizi net olarak ortaya koymalısınız.
    Bunları "Ekşi Sözlük"'te yazsaydınız belki daha etik olacaktı...Çünkü o sitenin kendi etiği var hiç olmazsa...

    YanıtlaSil
  6. Etikliğinizi bilemem ama güvenirliliğiniz galiba tartışılır:) Ben yazarın her iki kitabını da okuttum öğrencilerime. Kötülere Yer Yok adlı kitabı okulun kış tatilinde geçiyor, bayramı yılbaşına bağlayan tatilde. Yani yazınızda söylendiği gibi yaz tatilinde değil. Zaten kimsesiz çocukların bursla okuduğu bir yatılı okul. O yüzden okulda epeyce bir öğrencinin kalması da normal, yazar da bunu böyle açıklıyor. İyi çalışmalar, H. Engin

    YanıtlaSil
  7. Haklısınız, yaz tatili değil kış tatili olmalı. Bu hataya dikkatimizi çektiğiniz için teşekkür ederiz. Ancak yazıda vurgulanan tatilde okulda neden az ya da çok öğrencinin kalması değil, 50 kişiden oluşan görece küçük bir öğrenci grubu içerisinde kaybolan öğrencilerin geç fark edilmeleri, ya da bu olayın fark edildiği kadarıyla çok az merak ve tepki uyandırması...

    YanıtlaSil
  8. Yazar'ın bir sözü olmalı.. Bir eleştirinin "isimsizlik"i, yapılan eleştiriye cevap vermenin önünde bir engel değil. Mesela "kitEdit"i kimin hazırladığını bilsem -hatta bu iskender pala bile olsa- fikrim değişmez: Burada iyi bir şey yapılıyor; merkez'den bakmama cesareti hep güzeldir.
    ibrahimmet@gmail.com

    YanıtlaSil
  9. güzel bir değerlendirme. çok yakın bir zamanda aslı tohumcu'nun kötülere yer yok romanını okudum. yukarıda yaptığınız eleştirilerde yeterince üzerine gitmediniz izlenimi yarattı. kurguda problemler çok, dili de akıcı değil, birkaç yerde çok bariz anlatım bozuklukları var. bu kitaba verdiğim paraya acıdım. çünkü bir öğretmen (din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni) olarak bu kitabı bir öğrencime tavsiye edemem. popüler ve moda nitelemelerinize uygun yazılmış edebi seviyesi vasatın altında bir kitap.

    YanıtlaSil