Kitedit olarak ilk eleştiri yazımızı Köprü Kitaplar dizisine ayırmayı
kararlaştırdığımızda zoru seçtiğimizin farkındaydık.
Keşke gerçekten de öyle olsa. Keşke Semih Gümüş’ün editörlüğü, Günışığı Kitaplığı’nın yayıncılığı, seçilen yazarların kendi alanlarındaki ustalığı ve kazanılan Memet Fuat Yayıncılık Ödülü gençleri edebiyata yakınlaştırmanın anahtarı olsa. Keşke gençlerin edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve tempo göz önüne alınarak seçilen kitaplardan oluşan bu dizi vaadini kolayından yerine getirebilse.
Getiremiyor ama! Köprü Kitaplar dizisi ne gençleri edebiyata yakınlaştırıyor, ne de gençlerin edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve tempo bakımından isabetli kitaplardan oluşuyor.
İşte, Kitedit olarak zoru seçtik derken, tam da bunu, yani blog hayatımızın en başında, daha ilk edebiyat yazımızda eleştiri oklarımızı, neredeyse herkesin büyük bir yayıncılık başarısı ya da önemli bir ihtiyacın karşılanması olarak alkışladığı bir diziye çevirmeyi kast ettik.
Eh, köprüyü
geçinceye dek ayıya dayı demek Kitedit’in işi değil.
Hele de, bir ucunda kitapların öteki ucunda okurların durduğu söylenen bu köprü
gençleri edebiyatla buluşturmaktan onca uzakken.
Uzak
olduğunu nereden mi çıkarıyoruz? Pat diye ortaya attığımız iddiamızı, tek tek
kitaplara eğilerek temellendirmemiz gerektiği açık. Ancak buna geçmeden önce
diziyi bir bütün olarak ele alalım.Dizinin temel özelliklerinden biri, kitapların bir kısmının verimini esas olarak yetişkin edebiyatı alanında sürdüren/sürdürmüş olan çağdaş Türkiyeli yazarların eserleri arasından seçilmiş, bazılarınınsa özellikle bu dizi için yazılmış olmalarıdır.
Karmaşa da burada başlıyor. Kültürel varlığımızın bir parçası olan çağdaş Türkiye edebiyatı içerisinden genç okurun merakını uyandıracak kitaplar seçmek, bu yolla çocuk ve gençlerimizi Fakir Baykurt, Necati Tosuner, Ömer Seyfettin, Oktay Akbal gibi usta yazarlarla tanıştırmak, ilgilerini genel olarak çağdaş Türkiye edebiyatına çekmek bir şeydir. Çağdaş Türkiye edebiyatında Turgay Fişekçi gibi şiirleriyle, Necati Güngör, Osman Şahin ve Behçet Çelik gibi öyküleriyle, Müge İplikçi gibi özellikle kadınların konum ve ilişkilerini ele aldığı kitaplarla tanınan yazarları, gençleri edebiyata yakınlaştırmak için bu diziye çocuk ya da gençlik romanı yazmaya davet etmek başka bir şeydir.
İlki somut
ve anlaşılır bir amaca hizmet eder. Belki edebiyat okuru olmak için illa (hele
de genç yaşta) çağdaş Türkiye edebiyatından eserler okumak gerekmez, tıpkı
klasikler okumak gerekmediği gibi. Ama çağdaş Türkiye edebiyatının temel eser
ve yazarlarının bilinmesi/okunması kültürel varlığımızın gelecek kuşaklarla buluşması
açısından önem taşıyor, tıpkı Türkiye ya da dünya klasiklerinin okunmasının
evrensel kültürel mirasın korunması açısından önem taşıdığı gibi. Yani klasik
ve çağdaş, yerel ve evrensel yazın karşı karşıya konulamaz.
Ne yazık ki Köprü Kitaplar dizisinin yayıncıları, önce genç kâşifleri, edebiyatın
sonsuz yollarında unutulmaz keşif gezilerine davet ediyor, ardındansa özellikle, okumak zorunda kaldığı “klasik” yapıtlardan bunalıp, her
türlü kitaptan soğuduğunu sanan çocukları, gençleri ve her yaştan okuru, hedeflediğini
açıklıyor ve onları çağdaş edebiyatımızın
unutulmaz tatlarıyla buluşturmayı vaat ediyor. Sanki klasik yapıtlar unutulmaz tatlar barındırmıyormuş gibi.
Sanki klasikler arasında, gençlerin
edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve
tempoya sahip yapıtlar bulunamazmış gibi.
Kısacası Köprü Kitaplar dizisi, bir yandan seçtiği
bir bölüm kitapla doğru bir amaca (genç okuru çağdaş Türkiye edebiyatında iz
bırakmış eser ve yazarlarla buluşturmak) hizmet etmeye çalışırken, öte yandan
çağdaş Türkiye edebiyatından yapıtları klasik yapıtların karşısına koyarak
yanlış bir algıyı derinleştiriyor. Çünkü gençlerin klasik yapıtlar okumaması
gerektiği, klasiklerin gençleri bunalttığı ve okumaktan, edebiyattan soğuttuğu algısı
yanlıştır! İster eğitimciyi, ister anne babayı, ister yayıncıyı temsil edelim,
toplum olarak genç kuşağın klasiklerle (yalnızca edebiyat alanında da değil,
resimden müziğe tüm sanat dallarında) buluşmasını istememiz tümüyle meşru bir
kaygıdır. Belirleyici olan bu işin nasılıdır. Ne var ki, bu işin nasılı
yazımızın çerçevesini aşacağı için, şimdilik yalnızca, zorlama ve dayatma
yerine seçme ve deneme özgürlüğüne (ve bu özgürlüğü olanaklı kılan özendirici seçeneklerin
herkesçe rahat ulaşılabilir olmasına) vurgu yapmakla yetinelim.
Sonra da yüzümüzü
tekrar Köprü Kitaplar’a dönelim ve dikkatimizi bu kez, dizide yer alan ikinci
gruptaki kitaplara, yani bizzat bu dizi için kaleme alınmış romanlara yöneltelim.
Sahi, 20 yıldır yalnızca çocuk ve gençlik edebiyatı yapmakla övünen bir
yayınevi neden çocukla edebiyat
arasında, gençle edebiyat arasında köprüler kurmak, yeni yetişeni bu engin
denizde keşfe çıkarmak ideali için o güne kadar çocuk ve gençlik
edebiyatıyla pek bir ilişkisi bulunmayan, bu alana giren kitapları
eleştirilerine genelde konu etmeyen Semih
Gümüş’le bu hayalin büyüsünde, verimini esas olarak yetişkin alanında
sürdüren yazarların kitaplarından bir seçki oluşturmak için Köprü Kitaplar’da buluşsun?
Çocuk ve gençlik edebiyatında uzman olduğunu ileri süren bir yayınevi neden edebiyata emek veren, hayat veren ustalar,
peş peşe bu dizi için yeni kitaplar yazmak üzere kolları sıvadılar; bir
heyecan, bir heves sardı hepimizi desin?
Ya da
tersinden soralım, bunu neden demesin? Çünkü yine yanlış bir algı yaratılıyor. Sözü
edilen yazarlar çocuk ve gençlik edebiyatına emek veren, hayat veren ustalar
olsalardı diziye alınan şu ya da bu kitabın edebi değer taşıyıp taşımadığı ya
da hedeflediği okur kitlesinin ihtiyaçlarına/arayışlarına denk düşüp düşmediği
üzerinde durmakla yetinebilirdik.
Öyle değil
ama! Köprü Kitapları dizisini
yayınlayanlar zaman zaman bu dizinin gençleri çağdaş Türkiye edebiyatına
yakınlaştırmayı hedeflediğini ifade etmekle birlikte, amaçlarını bununla
sınırlandırmıyorlar. Birçok yazı ve açıklamalarında bu dizinin hedefi, gençle
edebiyat arasında köprüler kurmak, çocuk ve gençleri edebiyata yakınlaştırmak olarak
tanımlanıyor. Sanki çocuk ve gençlik edebiyatı edebiyat değilmiş gibi, sanki 20
yıldır onlara kitap yazan çocuk ve gençlik kitapları yazarlarının eserleri
böyle bir köprü işlevi görmüyormuş gibi.
Yoksa çocuk
ve gençlik edebiyatı yok mu? Yoksa çocuk ve gençlik edebiyatı, hedef kitlesini
edebiyata yakınlaştırmak/edebiyatla buluşturmakta yetersiz mi? Yoksa çağdaş
Türkiye edebiyatının yetişkinler için yazan yazarları bu alana el atması ve
çocuk ve gençlik edebiyatını kurtarması mı gerekiyor?
Günışığı
Kitaplığı editörlüğünün bu soruların hiçbirine evet diye yanıt vereceğini
sanmıyoruz. Aksine, onlar tersini iddia edecek ve bugüne kadar Zeynep
Cemali’den Behiç Ak’a çocuk edebiyatının bir çok ustasıyla çalıştıklarını,
onların eserlerinin çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturmakta çok başarılı
olduğunu söyleyeceklerdir.
Akıllarına, “bu,
bir yetişkin kitabı yazarının çocuk ve gençlik kitapları yazamayacağı, bu
alanda başarılı olamayacağı ve onun kitaplarını basmayacağımız anlamına
gelmiyor ama,” diye eklemek de gelebilir. Ki asıl söylemeleri gereken de budur.
Tabii ki isteyen her yetişkin kitabı yazarı çocuk ve gençlik edebiyatı da
yazabilir, çok başarılı eserler verebilir ve bu eserlerin yayınlanması özelde
çocuk ve gençlik edebiyatına genelde de ülke edebiyatına değerli bir katkı
anlamına gelebilir. Günışığı Kitaplığı’nın Necati Tosuner’in, Necati Güngör’ün,
Nihat Ziyalan’ın, Müge İplikçi’nin çocuk ve gençler için yazdığı kitaplara
programında yer vermesinde bu açıdan eleştirilecek herhangi bir yan yok.
Eleştirdiğimiz
şey, hedefi gençle edebiyat arasında
köprüler kurmak olan bir diziye, verimini esas olarak çocuk ve gençlik
edebiyatı alanında sürdüren tek bir çağdaş yazarın yer almamasıdır. Eleştirdiğimiz
şey, bu dizide, çağdaş Türkiye edebiyatında derin izler bırakırken çocuk ve
gençlik edebiyatına hep özel bir önem veren Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi daha
birçok ismin bulunmamasıdır. Eleştirdiğimiz şey, bu tercihlerle çocuk ve
gençlik edebiyatını yücelten ya da Günışığı Kitaplığı Yayın Yönetmeni Müren
Beykan’ın deyimiyle “yüreklendiren” bir algının değil, onu zayıf ve yetersiz
gösteren bir algının yaratılmasıdır.Elbette tanınmış yetişkin edebiyatı yazarlarının çocuk ve gençlik kitaplarından oluşan bir diziye omuz vermesi, bu diziye özel kitap yazmasının da olumlu sayılabilen bir mesajı var. Çocuk ve gençlik edebiyatını küçümseyen kesimlere bir edebiyatçı olarak karşı durmak, çocuk ve gençlik edebiyatını ciddiye aldığını göstermek olarak okunabilen bir mesajdır bu. Ama bu mesaj esas olarak yetişkinlere dönüktür ve çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturmakla gerçekte bir ilgisi yoktur.
Kaldı ki,
hem bu mesajın yerini bulması, hem de sözü edilen kitapların çocuk ve gençlerle
gerçekten buluşabilmesi için bu aynı eserlerin bazı nitelikler taşımaları
gerekiyor. Edebi olarak zayıf, kurgu bakımından birçok yönden aksayan, üslubu
ya da konuları işleyiş biçimi hedeflenen okur kitlesine uygun olmayan bir
kitapla karşılaşan bir çocuk ya da genç ne yapar? Sıkılıp kitabı kenara koyar.
Peki ya bu kitap ona, genelde karşılaştığı çocuk ve gençlik kitaplarından
farklı olarak, onu edebiyata yakınlaştıran bir köprü olarak empoze ediliyorsa?
Kötü ihtimalle bir bütün olarak edebiyatla, iyi ihtimalle öyle bir edebiyatla buluşmak istemediğini düşünür, herhalde.
Ya
yetişkinler? Köprü Kitaplar dizisini
coşkuyla alkışlayan öğretmenler, ebeveynler, medya? Onlar “sıradan” çocuk ve
gençlik kitabı yazarlarından zaten beklemedikleri başarıyı (çocuk ve gençleri
edebiyatla buluşturmak), edebiyata hayat
veren kalemlerin, usta yazarların
hiç gösteremediğini fark ettiklerinde (tabii fark edebilirlerse) nasıl bir
sonuç çıkarır? Çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturma çabasının boşuna olduğu,
genç kuşağın umutsuz vaka olduğu sonucunu, tabii.
Yoksa
aralarında, Memet Fuat Yayıncılık Ödülü etiketinin süslediği kitapların kapaklarını
açma, onları eleştirel bir gözle okuma, çocuk ve gençleri edebiyata
yakınlaştırmak için gereken nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını anlamaya
çalışma, ondan da önemlisi genel olarak
edebi değerlerine bakma çabasına girenler de var mı?
Varsa bile
bugüne dek seslerini duymadık. Olumlu olumsuz yorumlarını okumadık.
Karşılaştığımız hep yüzeysel övgüler, gerçek bir değerlendirme içermeyen
tanıtım yazıları oldu.
Kitedit olarak işe Köprü Kitaplar dizisiyle başlama istememizin nedenlerinden biri de
bu tuhaflık. Çünkü biz bu kitapların bir kısmını zamanında okuduk ve özellikle Köprü Kitaplar dizisi için yazılan çocuk ve gençlik romanlarının (en
azından büyük çoğunluğunun) ne bu dizinin iddiasıyla örtüştüğünü, ne de çocuk
ve gençlik edebiyatı içerisinde başarılı örnekler olarak
değerlendirilebileceğini düşündük.
Bunu
dillendirebilecek bir platformumuz yoktu o günlerde. Ama böyle bir platformun
yaratılması gerektiği düşüncesiyle birlikte Köprü
Kitaplar dizisini öncelikli olarak ele alma fikri de şekillendi. Tabii
ciddi bir eleştiri yazısı için diziyi oluşturan tüm kitaplara ulaşmak, hepsini
(bazılarını tekrar, bazılarını ilk defa) okumak gerekti. Bu hesapladığımızdan
daha uzun bir zaman aldı ve ilk eleştiri yazımızın gecikmesine yol açtı.
Ama şimdi
hazır olduğumuza göre Köprü Kitaplar
dizisi için yazılan romanların birkaçına daha yakından eğilerek, savlarımızı
somut örneklerle temellendirebiliriz.
Yeşil Tatil üzerine
Çağdaş
şairlerimizden Turgay Fişekçi’nin Köprü
Kitaplar için yazdığı Yeşil Tatil
adlı gençlik romanıyla başlayalım. Roman şehirli genç Kerem’in köyden kente
yeni gelmiş yaşıtı Hasan’la arkadaşlık kurmasıyla başlıyor. Kerem’in Hasan ve
ailesiyle birlikte onun köyüne bir geziye çıkmasıyla sürüyor ve gezmenin tadına
varan Kerem’in gezi günlüğüyle devam ediyor. Ortada başkaca bir kurgu, ya da
olay zinciri yok. Koca romanda tek heyecan öğesi iki gencin ormanda
rastladıkları ayının yanından ‘merhaba’ diyerek geçmeleri. Kerem ve Hasan
karakterleri, biri kent biri köy kökenli olmaları dışında, boyutlanmıyor, renk
ve içerik kazanmıyor. Kerem için söylenebilecek tek şey doğa, bilim ve genel
kültür hakkında soru sormaya aşırı meraklı olduğu. Roman Kerem’in sorularıyla ilerliyor
da denebilir: “Kerem, sonunda Hasan’ın köyününün nasıl bir yer olduğunu
gerçekten merak edip sordu.” (s.21), “Peki, çağla neden badem ağacında
yetişiyor, kendi ağacı yok mu?” (s.23), “Baksana, çınarlar ne kadar büyükmüş,
değil mi?” (s.32), “Peki, uzakta Bursa göründüğüne göre, buralarda da şeftali
ağaçları olması gerekmez mi?”, “Bu
bitkiler nedir?” (s. 33), “İsmail Amca, neden burada bu kadar çok dere var?”(s.40),
“Kuvayımilliye ne demek?” (s.45), “Kerem dikkatle bakınca, toprağın kaldırılıp
tersyüz edilmesiyle çıkan belli belirsiz buharı fark etti. ‘Burada ne
yapacaksınız, İsmail Amca?” (s. 64).
Her soru
doğal olarak bir açıklama getiriyor. Çoğu açıklamayı ise, bildiklerini
gençlerle paylaşmaya çok hevesli olan emekli öğretmen İsmail Amca yapıyor.
İsmail Amca uzun paragraflar boyu topraktan kopmanın insanlara yaramadığını,
yapay gübrenin zararlarını, rüzgâr türbinlerinden elektrik üretmenin
önemini, büyük işletmelerin insanı ve toprağı nasıl sömürdüklerini, kömürden,
petrolden elde edilen elektriğin çevreyi nasıl sürekli kirlettiğini anlatıp,
daha sayısız faydalı bilgi veriyor. Bu diyaloglar esas kurguya yedirilmediği,
diğer bir anlatımla esas kurgu diye bir şey olmadığı için okur bir noktadan
sonra iki genç kahraman sırf emekli öğretmen İsmail Amca’nın içindekileri
dökmesi için yaratıldı fikrine kapılıyor.
Zaten iki
gencin konuşmaları da canlı kanlı kahramanların düşünce ve duygu dünyasına
nüfus ediyoruz duygusunu değil,
başöğretmenin gözüne girmeye çalışan iki örnek öğrenciyle karşı karşıya
olduğumuz izlenimi uyandırıyor: “‘Bizimkiler hiç sormaz,’ dedi Hasan, ‘ama
bilirler derslerimi düzenli çalıştığımı… Ben de bugüne dek onları üzecek bir
şey yapmadım.’” (s.18), “’Çok teşekkür ederim, okuyacağım,’ diyerek kitabı
çantasına koydu Kerem. Aslında o şiiri bulup yeniden yeniden okumak istiyordu;
ama bilgisizliğinden utanmıştı, şiiri aramayı sonraya bıraktı.” (s.46), “Hasan,
dolaştıkça, ‘Bak bu armut, bu elma, bu şeftali,’ diye sıralıyordu. (s.48),
“’İyi ki o günlerde yaşamamışsınız, belki okula da gidemezdin,’ dedi Kerem.”
(s.50), “Şaşırdım gerçekten. Hem elektriğin nasıl üretildiğini ilk kez gördüm,
hem de böylesine teknik bir olayla bir köyde karşılaşmak ilginç geldi.” (s.51)
Kerem’e
teknik bir olayla köyde karşılamak ilginç geldiyse, bize asıl ilginç gelen
delikanlı yaşta iki çocuğun böyle konuşması. Sonuçta gençliğin sürekli
yetişkinlerce faydalı görünen bilgiler, olgular hakkında konuşması görülmüş şey
değil. Ne günümüzde ne geçmişte, ne köyde ne kentte…
Kurgu ve
kahramanlar bakımından son derece zayıf olan roman köy gezisinin bitmesiyle pat
diye sona eriyor. Oraya kitabın hacmini artırmak için eklenmiş gibi duran son
20 sayfaysa Kerem’in daha sonra çıktığı gezilerin notlarından oluşuyor. Bu gezi
notlarının kitabın ilk kısımdaki hikaye ile edebi bir bağlantısı yok. Yazar
burada kurgudan neredeyse tümden vazgeçip, vermek istediği bilgileri doğrudan
Kerem’in notları üzerinden okura sunuyor.
Bize de
Semih Gümüş’e sormak düşüyor: Hani,
merakla okunan kitapların ayrıca öğretici olmasına gerek yoktu? Hani, çağdaş Türk edebiyatının usta yazarlarının
yazdıklarından oluşan bir dizi kitap seçerken, elbette ilgi çekici kitaplar aramıştınız?
Hani iyi yazılmış her edebiyat kitabı
yeterince cömertti?
Öyleyse genç
okurda merak uyandırmaktan bu kadar uzak, bu kadar didaktik bir kitabı neden bu
diziye aldınız? Neden bu kitap okura yeterince cömert davranamıyor, yani onun
üzerinde ne dil, ne konu, ne de kurgu açısından (sıkıntı bir yana) iz bırakamıyor?
Yeterince iyi yazılmadığı için olmasın sakın?
Evet, açık
açık söylemekte fayda var. Yeşil Tatil
gençleri edebiyatla buluşturmak için yeterince iyi yazılmış bir roman değil.
Hatta sıkıcı ve didaktik yapısıyla gençleri edebiyattan soğutma potansiyeli taşıyor.
Katuna’da Dokuz Ay
üzerine
Ama dizi
için kaleme alınan başka bir kitaba geçelim. Osman Şahin imzası taşıyan Katuna’da Dokuz Ay romanı yine editörü
Semih Gümüş’ün sözleriyle “Köyün, köylülüğün, özellikle ülkenin doğusunda
kapalı biçimde duran gerçekliği”ni işliyor ve “gerçek bir tanıklık”a dayanıyor.
Tek başına bu özellikler bile bu romanı ilgi çekici yapmaya yetiyor.
Romanın en
büyük zayıflığı, anlatıcı Selma’nın, onun gibi Mardin’e atanan gencecik
öğretmenler olan diğer kahramanların dış görünüşlerini ve en belirgin karakteristik
özelliklerini tarif ettikten sonra bizli anlatıma geçip, kendi dahil beş kızı
tek ağızdan konuşturması. Kitaptaki diyalogların çoğu şunu şunu dedik, şunları şunları sorduk, şöyle şöyle yanıt verdik şeklinde sürüyor. Ortak
konuşan beş genç kız neredeyse hep ortak davranıyor, hatta ortak hissediyor. “Hepimizi tarifsiz bir keder ve sıkıntı
sardı.” (s.25), “Bir an kendimizi aşağılanmış gibi hissettik.” (s.29), “Bunları
gördüğümüz halde kızıp bağıramıyor, sesimizi yükseltemiyorduk. Çünkü
Katunalılar’la aramız açılabilir diye çekiniyorduk.” (s.49), “Okulun açılacağı
pazartesi gününü iple çektik.” (s.87), “Hazırlığımızı yeni bitirmiştik ki,
korktuğumuz başımıza geldi;” (s. 126), “Ne yapacağımızı şaşırdık.” (s.147)
Roman, köy
gerçekliğini, kahramanların karşılaştıkları olaylar ve yaşadıkları üzerinden
okura renkli bir şekilde yansıtırken, kahramanların kendileri “idealist
öğretmenler” kimliğiyle sınırlı kalıyor. Kitap bu öğretmen tipine belli bir
inandırıcılık katmayı başarsa da, okur olarak ne Selma’yla, ne Tülay’la, ne de Emine,
Zübeyde ya da Nebiye’yle gerçek anlamda tanışamıyoruz. “Köyü aydınlatmaya
gelmiş idealist öğretmen”in ötesindeki insanla karşılaşamıyoruz. Bu kızların
ruhlarına nüfus edemiyoruz. Bu da okurun, özellikle de genç okurun kendini
onlarla özdeşleştirmesini ve kitabı yakın geçmişimize ait olayların aktarıldığı
bir anlatı ya da öyküler bütünü olarak değil de, bir roman gibi okumasını
zorlaştırıyor.
Romanın akışı
içerisinde okurun karşısına mağarada yaşayan küçük çocuk Ali, genç kızlardan
birine tutulan delikanlı Cafer, öğretmenlerin kaçmalarına yardım ettikleri genç
aşıklar Livase ve Nihat gibi yan karakterler ve onlarla birlikte gelişen
olaylar çıkıyor. Roman aslında her biri kendi başına öykü potansiyeli taşıyan bu
kahraman ve olayların yan yana getirilmesinden oluşuyor. Halbuki bir roman
kurgusu açısından asıl önemli olan bu olayları ustaca içiçe geçirmek, okurun
merakını sürekli canlı tutacak mantıklı ve sürükleyici bir olaylar zinciri
örmek. Bu açıdan bakıldığında Katuna’da
Dokuz Ay toplumsal gerçekçi olarak değerlendirilebilecek ama zayıf bir
roman.
Yalancı Şahit üzerine
Ne yazık ki,
toplumsal sorunlara duyarlılığı ile
tanınan Müge İplikçi’nin Köprü
Kitaplar dizisi için kaleme aldığı Yalancı
Şahit romanının (böyle tanıtılsa da) toplumsal gerçekçi olduğunu söylemek bu
kadar kolay değil. En azından gerçekçilik kısmı fena halde aksıyor. Osman Şahin
Mardin’de geçen romanında hiç değilse gerçek bir coğrafyadan ve Kürtçe konuşan
insanlardan söz ederken, Müge İplikçi genel olarak taş atan çocukları konu ediyor
ve coğrafi bir ad ya da kültürel bir kimlik vermekten özenle kaçınıyor.
Gerçekte
dünyanın neresinde çocuklar taş atıyorlarsa, bir ulusal sorun, bütün toplumu
etkileyen, koca halkları harekete geçiren bir mücadele ya da savaş varken, Müge
İplikçi’nin yarattığı çocuk kahramanlar taşlarını bir fabrikaya yöneltiyor.
Toplumsal olarak görülen bir olgu değildir çocukların fabrika taşlamaları.
Gidecek, bırakılacak yerleri olmadıkları için grevci anne babalarıyla grev çadırlarında
oturan, işçi eylemine götürülen, anne babalarından etkilenip slogan atan
çocuklar var, fabrika taşlayan çocuklar yok.
Müge İplikçi
romanında yalnızca fabrika taşlayan çocukları değil, taş attıkları için
cezaevine atılan çocukları ve bu çocukların gördüğü zulmü de anlatıyor.
Türkiye’de taş attıkları için cezaevine atılan ve burada zulüm gören gerçek çocuklar
var. Bunlar Kürt çocukları. Kürt hareketinin yasal ya da yasa dışı eylemlerine
katılan çocuklar. Bu yüzden cezaevindeler ve bu yüzden zulüm görüyorlar. Müge
İplikçi’nin Yalancı Şahit romanındaki çocukların Kürt olup olmadıklarını
bilmiyoruz. Neden zulüm gördükleri de açık değil. Taş attıkları için mi, bir
fabrikayı taşladıkları için mi? Cezaevi müdürü arazi peşinde kötü bir adam
olduğu için mi? Cezaevi müdürü arazi peşinde kötü bir adam olmasaydı bu
çocuklar zulüm görmeyecekler miydi?
Roman bu
soruların hiçbirine açık bir yanıt vermediği, dahası işlediği ama gerçekçi bir
şekilde aydınlatamadığı sorunların yanına bir de kot taşlama fabrikalarındaki
sömürüyü ve meslek hastalığından ölen işçileri eklediği için okurun kafası
ister istemez karışıyor.
Sahi, Yalancı Şahit’le sorun odaklı edebiyatın benzersiz bir örneğini verdiği söylenen
Müge İplikçi tam olarak hangi konuyu işliyor? Semih Gümüş’ün roman için yazdığı
önsöze bakalım: Yalancı Şahit ise, bu kez ilkgençlik zamanlarının eşiğindeki çocukların
başına gelen, kabul edilmesi olanaksız dramatik bir sorunla ilgili. Taş atan
çocuklar, hayal edemeyecekleri suçlamalarla bir de hapishane duvarlarının
ardına atılınca, gerçeklerin acımasız gücü karşısında nasıl ezilirler, bunu
yazmak için büyük ustalık gerekir. Müge İplikçi, belki ilk anda irkiltebilecek
bu gerçeği, çocuk edebiyatı için gerçek bir kazanım sayılması gereken ustalıklı
dili ve yarattığı büyüleyici dünyayla, hayranlık uyandıracak biçimde
yansıtıyor.
Bu (bize hayli karmaşık gelen) ifadelerden anlayabildiğimiz işlenen sorunun
ilkgençlik zamanlarının eşiğindeki çocukların başına geldiği, kabul edilemez ve
dramatik olduğu. Tabii, çocukların taş attığından ve bir de cezaevine atıldıklarından da bahsediliyor. Galiba, biraz dolambaçlı da ortaya konulsa, asıl konu da bu yakıcı sorun. Taş attıkları için cezaevinde tutulan çocuklar.
Açık ki çocukların
taş atmalarının gerçek nedenlerine hiç eğilmeyen bir roman, o çocukların neden
tutuklandıklarını da, neden uzun süreler cezaevinde tutulduklarını da, neden
zulüm gördüklerini de gerçekçi bir şekilde irdeleyemez. Kısacası, Yalancı Şahit’in fantastik bir kurgu
üzerinde değil de, adı konmayan ama pekâlâ bizim bildiğimiz coğrafyalarda geçen
bir roman olduğunu kabul etsek bile, toplumsal gerçeklere ustalıkla eğildiği söylenemez.
Çekingenlik, muğlaklık ya da duygusallık ustalık değilse tabii.
Evet, Yalancı Şahit duygusal bir roman. Yazar
çocukların cezaevine atılmalarına, orada tutulmalarına ve zulüm görmelerine
yüreğinin el vermediğini açık bir şekilde romanına yansıtıyor. Ancak toplumsal
gerçekçilik ile duygusallık birbirinden çok farklı şeyler. Bir şeye üzülmek ile
o şeye adını koyma cesareti göstermek ve bu yolla bir karşı duruş sergilemek çok
farklı şeyler olduğu gibi.
Ama romanın
toplumsal duyarlılıklarını bir yana bırakıp edebi yönlerine gelelim. Yalancı Şahit bir gençlik romanı olarak
kaleme alındı ve altıncı sınıfı bitirdikten sonra ekonomik nedenlerle okumaya
devam edemeyen Yavuz adlı 12-13 yaşlarındaki bir çocuğu konu ediyor. Köylük
yerde bölgenin sayılı fabrikalarından birinde çalışan yoksul bir işçi ailesinin
çocuğunu, yani.
Şimdi onun
düşünce dünyasına bir göz atalım: “Tuhaf olan şuydu ki, etrafımız bu kadar
taşla çevrilmişken, kalbi taş olanlar biz değildik. Koğuştaki arkadaşlarımın
bana anlattıkları hayatlarında ve sonrasında, duvara çizmemi istedikleri
resimli öykülerinde görebildiğim tek şey vardı: Ne kadar da yufka yürekliydik.
Bu yüreklerden kopan anıları ve bu anılarda eklenen hayallerle herkes anlattı,
ben de çizdim.” (s.44), “İyi kötü günler geçiyordu geçmesine; özgürlüğün
anlamını artık yitirmek üzereydik. Özgürlükten anladığımız tek şey, sokaklarda
avarelik edip, sakız çiğneyip özgürce balon patlatmaktı.” (s.50), “Yeni
gelenleri hemen açık görüşe bırakmıyorlardı; bir tür psikolojik cezaydı! Ancak
altı hafta sonraki görüş gönünde Songül Abla’mı karşımda görünce –aramızda cam
vardı, ama canlı ve oradaydı- sevincimi anlatacak kelime bulamadım.” (s.60), “Ranzamda
hafifçe doğruldum. Zarfında GÖRÜLMÜŞTÜR damgası taşıyan o içli, ama sözcükleri
saklayan mektup, Songül Abla’mın, yan yata yata sayfadan düştü düşecek çılgın
harfleri eşliğinde devam ediyordu.” (s.70), “Belki de masumiyetin resmi
gerçekten de çizilebilirdi…”(s.121)
Örneklerden
(ki çoğaltılabilir) de rahatça görülebileceği gibi burada düşünen aslında 12-13
yaşlarındaki bir çocuk değil. Bir çocuğun özgürlükten anladığı tek şey
sokaklarda avarelik edip, sakız çiğnemek olabilir. Ama bir çocuk bunu böyle
ifade etmez. Bir çocuk yufka yürekli olabilir, ama “ne kadar da yufka
yürekliydik” demez. Masumiyet bir çocuğun düşünce ve duygu dünyasını belki de
en iyi tanımlayan sözcüklerden biridir, ama bir çocuk masumiyet tanımlaması
yapmaz. Lafın kısası, yazar kendi daha doğrusu yetişkin ifade ve düşüncelerini
kahramanına yüklerken, belki yine epey duygusal ama sahici olmayı başaramayan
bir çocuk karakteri yaratıyor.
Kitabın,
cezaevindeki çocukların mahkeme oyunuyla hareket kazanan kurgusu da kimi noktada
boşlukta kalıyor. Örneğin cezaevine sokulan fotoğraf makinesinin Evimevim
karakteri tarafından nasıl dışarı ulaştırıldığı sorusunun yanıtı yok romanda. Cezaevine
gizlice bir şeyin sokulup çıkarılmasının ne denli güç olduğu (hele de o şey cezaevi
yönetimini zorda bırakabilecekse) herkesçe bilinen ve bu roman için de
özellikle önemli bir olguyken, fotoğraf makinesi olayında küçük tutuklu bir
kızın kararlılığına vurgu yapmakla yetinmek okuru ikna edemiyor.
Kuşkusuz, bir
romanda kurgu içerisinde beliren her sorunun yanıtı da olacak diye bir kural
yok. Ama toplam kurgu için kilit
önemdeki bir olayın (cezaevindeki çocuklar için kamuoyu yaratılması bu fotoğraf
makinesi üzerinden gerçekleşiyor) açıkta kalması ya da yüzeysel bir şekilde
geçiştirilmesi romanın sahiciliğinde ciddi gediklere yol açabiliyor.
Toparlayacaksak, yazarın ustalıklı dili ve hayranlık uyandıran kurgusuyla hem gençleri hem
yetişkinleri ağır sorunlarla yüzleşmeye davet ettiği ve toplumsal yaşamın acıtıcı olduğu kadar güncel gerçeklerini gözler önüne
seren bir romandan beklediklerimiz ile Yalancı
Şahit’in genç okura sundukları birbiriyle örtüşmüyor.
Buradan yine
başa dönüp, Köprü Kitaplar için yazılan
çoğu kitabın Köprü Kitaplar dizinin
büyük iddiasıyla örtüşmediği savımızı tekrarlayabiliriz. İlerde bu dizide yer
alan kitaplara eleştiri yazılarımızda yeniden yer vereceğiz. Ancak şimdilik bu
yazının sınırına ulaştığını düşünüyoruz.
Belki bir
noktayı eklemekte fayda var. Eleştirdiğimiz kitapların Köprü Kitaplar dizisinin iddiasıyla uyuşmaması o kitapların
yazarlarının sorumluluğundan çok, dizi editörünün ve onu yayına hazırlayanın
sorumluluğundadır. Daha önce de vurguladığımız gibi çağdaş Türkiye edebiyatına
emek veren yazarların çocuk ya da gençlik romanı yazmalarında yadırganacak
hiçbir şey yoktur. Ama onlara, bu yeni alana adım atarken yol gösterecek, çocuk
ve gençlik edebiyatının incelikleri konusunda ışık tutacak olan editör ve
yayıncıdır (özellikle de aynı editör ve yayıncı söz konusu yazarları bu adımı
atmaya özendirmişse). Yine, edebi olarak
güçlü eserleri öyle olmayan eserlerden ayırt edecek, yapıtların zayıf yönlerini
henüz düzeltilebilecekken fark edecek ve yazara gereken ipuçları verecek olan da
editör ve yayına hazırlayandır. Bunları yapma başarısı gösteremeyen, dahası zayıf
yönleri düzeltilemeyecek denli öne çıkan yapıtları ( tanınan bir yazara ait olduğu
için ya da başka kaygılarla) eleme cesareti gösteremeyen editör ya da
yayıncılar, en az bu yapıtların yazarları kadar, hatta daha fazla eleştirilmeyi
hak ediyorlar.
Tabii
onların da söyleyecekleri sözleri vardır. Yanıtlarını, açıklamalarını merakla
bekliyoruz.
Not: Yazıda kalın verilen vurgular, Günışığı Kitaplığı’nın resmi web sitesinden, basın açıklamalarından, Köprü Kitaplar dizisi hakkında Günışığı Kitaplığı çalışanlarının kaleminden basında çıkan yazılardan ya da kitapların önsözlerinden alınmıştır.
Merhaba,
YanıtlaSilBloğunuza e-posta adresime düşen tanıtım yazınız yoluyla eriştim. Son dönemde benzerlerine pek sık rastlanan (amaçları edebiyat kritiğinden çok reklam-pazarlama ya da ücretsiz kitap edinme olan); bilindik içi-boş bir "blog" ile karşı karşıya olduğumu düşündüm ilk başta. Ancak bloğunuzun amaç yazısı ve bu ilk eleştiri yazınızı hızlıca okuduğumda yanıldığımı kavradım.
Öncelikle çabanız için teşekkür ve ilerisi için başarı dileklerimi iletmek istedim. Dahası, belki (tam olarak yazı kabul şartlarınızı bilmemekle birlikte) ileride kendimce karaladığım bir kaç eleştiri notunu sizinle paylaşmak isteyebilirim.
Her iki yazınızda da (blog giriş yazınız ve "Köprü Kitaplar" yazınız) belirttiğiniz üzere, zorlu bir işe kalkışmış bulunuyorsunuz. Edebiyat eleştirisi (ya da bu genel başlığın altında detaylandırabileceğimiz şiir, roman, hikaye kritiği) ülkemizde, zayıf da olsa bir geleneğe sahip. Büyük ulusal gazetelerimizin pek çoğu kitap ekleriyle beraber, alanında eni konu isim yapmış pek çok edebiyat eleştirmenini bünyelerinde barındırıyorlar. Bunların yanı sıra Semih Gümüş gibi bazı değerli edebiyatçılarımız, Notos gibi yayınladıkları periyodik yayınlarla farklı bir kulvardan da bu alana katkılarını sunuyorlar.
Ancak genel bir başlık olarak sunduğum bu "edebiyat eleştirisi" alanı, büyük ölçüde çocuk-gençlik yayınları alanını kapsamıyor. Dahası, bana göre kapsadığı kadarıyla da ciddi amaç-yöntem arazlarıyla malül.
Son yıllarda "yükselen değer" haline gelen çocuk-genç yayıncılığı ciddi bir "ticari rekabet" alanına dönüşmüş bulunuyor. 2011 İstanbul Kitap Fuarı'nda büyük yayınevlerimizden birinin yöneticisi bu durumu şöyle özetlemişti bana: "2011'in tamamında yetişkinler için yayınladığımız kitapların toplamında zarar ettik. Ancak çocuk-genç kitaplarımız yayınevine ciddi gelir getirdiler. Bu alana daha yoğun ve sistemli yöneleceğiz artık."
İsmini ve çalıştığı yayınevini ne yazık ki söyleyemeyeceğim (iş yerinde sıkıntı yaşamasını ya da gereksiz tartışmalara muhattap olmasını istemem) bu arkadaşımın ifadesi; aslında son yıllarda gözleyegeldiğim bir duruma ışık tutuyordu. Bir yanıyla sevindirici bulduğum (çocuk ve gençlere edebiyat sevgisi aşılamak, onları okumaya sevketmek gibi ulvi amaçlar söz konusuydu) bu gelişme, işin "ticari rekabet" yanını düşündükçe içimi karartan bir soru işaretine dönüşüyordu.
Nitekim; yayınevleri piyasasını az çok takip eden herkes, pek çok yeni genç-çocuk yayınevinin (ya da zaten var olan yayınevlerinin bu alana dönük yeni kurulan seksiyonlarının) sayıca hızlı artışını gözlemleyebilir.
...Ya da ulusal gazetelerin kitap eklerinden (ya da "çocuk" eklerinden); tanıtılan çocuk-genç kitabı sayısındaki artışı ve en önemlisi yayınevlerinin bu kitapları için verdiği koca koca ilanları gözlemleyebilir.
...Dahası; çocuk-genç kiabı "tanıtım yazıları" (lütfen dikkat "eleştiri" değil tanıtım yazısı) ile ilan verme oranları arasındaki paralelliği farketmek bile çok zor değildir.
..Hatta, dikkatli bir okur, gazete köşelerine "tanıtım" yazısı yazan pek çok ismin; zamanla tanıtımını yaptığı kitapların yayınevlerinden kitap yayınlamaya başladıklarını bile farkedebilir.
Yani, daha şimdiden ilan vermeye, kitabını yayınlatmaya, hatır-gönül ilişkilerine vb. "edebiyat dışı" faktörlere dayanan bir ilişki ile zedelenmiş durumdadır "çocuk-genç yayıncılığı eleştirisi" işi. Çünkü "ticari çıkar" ve "kişisel beklentiler" ikilisinin hakim olduğu "tanıtım" - "eleştiri" literatürü güvenirliğini daha baştan yitirmiş demektir.
Bloğunuz umarım bahsettiğim bu olumsuz tabloya isyanın ilk adımlarından biri olur. Çünkü sadece ilan verebilenlerin ya da etkili/yetkili isimlerle tanışıklığı olanların borusunu öttürdüğü, "başarılı" addedildiği bir çocuk-genç yayıncılığı alanı yarardan çok zarar getirecektir.
Zorlu uğraşınızda başarılar...
Mehmet Fuat değil, Memet Fuat.
YanıtlaSilUyarınız için çok teşekkürler, haklısınız Memet Fuat olmalı. Gözümüzden kaçan bu tashih hatasını hemen düzeltiyoruz...
YanıtlaSil