4 Mayıs 2013 Cumartesi

GEVREKÇİİİ ya da “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı”


 “…Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…/Bir de camların buğusuna yazı yazma imkânı…”(Yılmaz Erdoğan) 
Hacer Kılcıoğlu’nun son kitabı Gevrekçiii’yi (Günışığı Kitaplığı, Ocak 2013) okurken aklımız bu dizilere gitti. Bunda Gevrekçiii’nin işlediği temaların payı büyük, kuşkusuz. Yoksul, tokyo terlik ve simit tablasıyla dolaşan bir çocuk. Bir yandan okuyor, bir yandan çalışıyor. Babası eski kot taşlama fabrikası işçisi ve silikoziz adlı ağır meslek hastalığı yüzünden yatağa düşmüş durumda. İki katlı sıvasız, bahçeli bir binada (yani gecekonduda) oturuyorlar.
Aslında benzerlik bununla, yani konunun başlı başına “acıklı” olmasıyla sınırlı. Belki de Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarıyla bundan öte bir benzerlik kurmak da gereksiz. Çünkü aklımıza gelen doğrudan onlar değil. Aklımıza gelen Yılmaz Erdoğan’ın “… Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…” dizeleri. Demek arada bir bağ var ama bu bağ daha dolaylı.
Şöyle ki, Kemalettin Tuğcu’nun eserlerinde bir kuşak kendini bulabiliyor. O kitaplar köyden kente göçün yoğun olarak yaşandığı, toplumda köklü değişikliklerin meydana geldiği bir döneme ayna tutuyor. Realist ya da toplumcu bir ayna değil bu. Yer yer kaderci, yer yer ahlakçı, yer yer milliyetçi öğeler barındıran, ama bir o kadar da samimi duyguları yansıtan bir ayna. 70’lerde genç olanların o zamanki duygusal dünyalarından mutlaka yansımalar bulacakları bir ayna.
Evet, belki çok bilinçli değil ama içimizden bunları düşündük Hacer Kılcıoğlu’nun Gevrekçiii’sini okurken. Ve kendimizi şanslı saydık. Yılmaz Erdoğan’la aynı kuşaktan çocuklar olarak “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı…” diyebildiğimiz için.
Oysa tersi olması gerekirdi. Keşke, Gevrekçiii ‘yi okuduğumuzda, bizim kuşağımız Kemalettin Tuğcu’yla büyürken, şimdiki çocuklar ne şanslı diyebilseydik.
Ama uzatmayalım ve kitabımızın konusuna geri dönelim:
5'inci sınıfa giden Mahmut yağmurlu bir günde simit satmaktan dönerken Frank adında, belli bir süredir iş nedeniyle Türkiye’de bulunan Fransız bir belgeselciyle karşılaşıyor. Yağmurun dinmesini bekleyen çocukla adam önce bakışıyor sonra da sohbet etmeye başlıyor. Öylece başlayan “yağmur arkadaşlığı” Mahmut’un acıkan Frank’ı mahallenin pidecisine götürmesi, oradan kaçarcasına uzaklaşması, peşinden koşan Frank tarafından geri getirilmesi, ortak yenen pideler ve içilen gazozlarla pekişir. Sonucunda, Türkiye’de Çocuk Olmak adlı bir belgesel çeken Frank Mahmut’a filmde yer almayı teklif eder. Mahmut buna çok sevinir. Frank aileden izin almak için Mahmut’un evine misafir olur. Burada hasta yatağındaki baba ve gecekondu gerçekliğiyle karşılaşır. Yardımcı olmak, daha doğrusu doktor bir arkadaşına danışmak için babanın hastalık dosyasını alır.
Ailenin Mahmut’un belgeselde yer almasına izin vermesiyle çocuk için heyecanlı günler başlar. Mahallenin diğer çocuklarını da belgesel çekimleri için organize eden Mahmut, fiilen Frank’ın asistanlığını üstlenir. Simit satması gereken saatlerini bu işe ayırdığı için Frank Mahmut’tan düzenli olarak tablasında kalan simitleri satın alır. Ecnebi bir adam tarafından önemsenmek Mahmut’a kendini önemli hissettirir. Mahmut Frank ne zaman başka çocuklara biraz fazla ilgi gösterse için için kıskanır. Neyse ki Frank bunu genelde gecikmeden anlar ve Mahmut ile parkta özel zamanlar geçirmeye özen gösterir. Bu ikili sohbetler Mahmut ve Frank’ın iyice yakınlaşmasını sağlar. Mahmut Frank’a sevdiği kız Hilal’den ve kızın başkasıyla (öğretmenin oğlu) çıktığından bahseder. Karşılığında Frank Mahmut’a bir Türk kızına vurulduğunu, ama Fransa’da bir nişanlısı olduğunu, çok değer verdiği nişanlısına durumu kırmadan açıklamak için bir çözüm bulması gerektiğini anlatır.
Mahmut Frank’a, yakınlarda başından geçen ilginç bir olaydan da bahseder. Eline, üstünde “Bu parayı sakın kimseye verme, uğurludur” yazan kağıt on lira geçmiş, hep saklama niyetinde olduğu uğur parasını başka bir gün istemeye istemeye birine para üstü olarak vermek zorunda kalmış, bundan çok pişman olmuş, derken aynı para Mahmut’ta simit sattığı bir teyze tarafından geri verilmiş. Bu ilginç rastlantının nasıl gerçekleşmiş olabileceği üzerine Frank ve Mahmut birlikte senaryo üretmeye başlarlar. Frank Mahmut’un ürettiği fikirlere bayılır ve onun yazar olacağını söyler. Mahmut’a hikâyeyi yazması için kırmızı bir defter hediye eder. Frank’ın sözleri ve yazar olma ihtimali Mahmut’u çok gururlandırıp heyecanlandırır. Bir yandan da belgesel çekimleri tam gaz sürmektedir. Günün birinde Frank Mahmut’a İzmir’deki çekimlerin sonuna geldiklerini ve yakından buradan ayrılacağını açıklar. Mahmut gözyaşlarına boğulur. Ama gerek Frank’ın ona verdiği veda hediyesi (yazar adayı için diz üstü bilgisayar) gerek babası için bulduğu yeni iş (aileye ve Mahmut’ta doğalgazlı bir daire, daha iyi bir okul gibi avantajlar sağlayan bir kapıcılık görevi) onu avutur. Yeni çevrede sevdiği ama ona değil öğretmenin oğluna yüz veren Hilal’e çok benzeyen bir kızla da karşılaştıktan sonra Mahmut yine yağmurlu bir günde şundan emin olur: “Yeni okulunu, yeni arkadaşlarını sevecek, bunu ona şu neşeli yağmur söyledi.” Kitap bu cümleyle sona eriyor.
Yer günümüz Türkiye’si, ana kahraman simit satan bir çocuk işçisi, konu… Konuyu ve kurgunun köşe taşlarını (ve fazlasını) yukarıda özetledik. Ama açmakta yarar var. Çünkü romandan bize yansıyan küçük bir çocuk işçisinin zorlu, mücadeleci, belki umutlu belki umutsuz hayatı ya da bu hayattan bağımsız olarak başkahramanının atıldığı bir macera, bu macerayla bağlı olaylar zinciri değil. Mahmut’un zorlu hayatı okura çok sınırlı olarak kahramanın iç sesinden, daha da sınırlı olarak diyaloglar, esas olarak da Frank’ın “duyarlılığı” üzerinden yansıyor. Kitapta yoksulluk, meslek hastalığı, çocuk yaşta çalışmak zorunda olmak gibi kötülükler var, ama kötülüğün sorumlusu ya da kaynağı, yani “kötü” yok. Halbuki iyi çok net. İyi olan Frank. İyiliklerin kaynağı da Frank. Frank Fransız, eğitimli, yufka yürekli, gri vosvosla dolaşan bir idealist. O “kont gibi giyinen” bir Avrupalı. Onunla arkadaş olmak, belgeselinde yer almak bile ağır şartlarda yaşayan/çalışan küçük bir simitçi çocuğu mutlu daha doğrusu gururlu kılmaya yetiyor. Yetişkin, eğitimli, üstelik de ecnebi bir adam tarafından önemseniyor olmanın gururu bu. Bir ölçüde gerçekçi, ama bir o kadar da ‘kompleksli’ bir gurur. İşin üzücü tarafı, kitap bu kompleksi görünür hale getireceğine üstünü örtüyor, derinleştiriyor, olumluyor.
Oysa kitabın arka kapağına ve Günışığı Kitaplığı’nın web sayfasındaki/yayın kataloğundaki tanıtım yazısına göre roman “kültürel farkların ortak dil bulmayı engellemeyeceğini” yansıtıyor. Frank ve Mahmut arasında “güçlü”, “evrensel” bir arkadaşlık kuruluyor.
Ne ki, biz kitabı okuduk ve güçlü bir dostluk hikâyesi, evrensel bir arkadaşlık öyküsüyle, ya da dostluğun ortak diliyle karşılaşmadık.  Hikâyede Frank ve Mahmut’un arkadaşlığı kuşkusuz rol hatta temel rol oynuyor. Ama koca kitapta “hah işte, arkadaşlık bu!” dedirtecek herhangi bir sahne, diyalog, olay yer almadığı gibi, böyle bir sahne, diyalog ya da olaya gerek duyulmadan inceden inceye güçlü bir dostluk bağının oluşmasına da tanık olmuyoruz. (Ya da biz olaya “Fransız kalıyoruz” ve kırık bir Türkçe ile konuşması bir yana, Fransız Frank'ın simitçi Mahmut’la kurduğu, kültürel farkların engelleyemediği ortak dostluk diline yeterince vakıf olamıyoruz.)
Mahmut’un Frank’la arkadaşlığın kaynağında şu sahneler var:
“’Aslında… burdaki çocuklar çeçekti ben ama… / ‘Ama ne?’ / ‘Seni görünce… İşte, dedim… Esas çocuk bu!’ / Mahmut utangaç bir tavırla başını önüne eğdi, elindeki şişeyi evirip çevirip durdu, aa son bir yudum kalmış şişenin dibinde, son bir yudum, hüüüp… Ne, ben mi, benimle mi film çekecek, ah kalbim!..” (s. 28)
“Mahmut, kocaman kara gözleriyle genç adamı izlemekte. Tüm kalbiyle, bu iyi kalpli yabancının, iyi kalpli babasının derdine çare bulmasını dilemekte. Eve geldiğinde hasta bir babayla karşılaşmak istemiyor artık. Babasının bir işte çalışmasını ve her gün eve ekmek parasını getirmesini istiyor. Artık sokaklarda gevrek satmak yerine arkadaşlarıyla oynamak istiyor o da.” (s. 37)
“’Onu ben buldum, kimseyle benden çok arkadaş olamaz, olmasına izin vermem.’ Çocuğun içindeki sessiz cümleler. / Frank akıllı bir adam; yüzü asım asım asılmış Mahmut’u görünce, durumu hemen kavradı. Çocuğun gönlünü alacak, kalbini kazanacak, onu yerinden zıp diye zıplatacak cümleler kurdu. / Belgeselde en çok sözü edilecek kahraman Mahmut olacakmış, çünkü Frank’ın kafasındaki çocuğa çok uygunmuş o.” (s. 42)
Herkesin dostluktan, arkadaşlıktan anladığı farklı tabii. Biz kendi arkadaşlık, dostluk anlayışımızdan hareket edeceğiz. Bize göre, burada tarif edilen çok eşitsiz, çok özentili, Frank cephesinden belki “dostça” ama bir o kadar da “yabancı”, “yabancılaştırıcı”, Mahmut cephesindense epey zavallıca (özellikle kitabın ilerleyen bölümlerinde), gerçek bir duygusal-düşünsel-ruhsal paylaşımdan çok “yardıma” dayanan bir bağımlılık “ilişkisi”.
'İyi' Frank 'zavallı' Mahmut’u önce fark ediyor, sonra ona değer veriyor (bakış açınıza göre ecnebi belgeselcinin acıma-merhamet-yardımseverlik duygularının kabardığı yorumunu da yapabilirsiniz), ardından da ona yardım ediyor. Hatta kitabın sonunda basbayağı Mahmut’u yaşadığı acıklı hayattan kurtarıyor. Nasıl mı? Daha iyi bir okulda okumasını, daha iyi bir evde yaşamasını sağlayarak. Bu yeni hayat koşulları sayesinde (diz üstü bilgisayar da ekstrası) Mahmut’un yazar olma umudunu gerçekleşebilir bir ihtimale dönüştürerek.
Zengin fabrikatör bir mahalleye gelir. Şeker dağıtırken futbol oynayan fakir bir çocuğun iyi şut attığını fark eder, çocuğa büyük bir futbolcu olacağını söyler, çocuğun içinde umut tohumları yeşerir, fabrikatör bundan etkilenir, çocuğu kendi holdinginin adını taşıyan kulüpte gençlik takımına alır ve ünlü bir futbolcu olmasının yolunu açar…
Ne alakası mı var? Hiç, öyleyse aklımıza esti. Şeker dağıtan zengin fabrikatör 40 yıl öncesinin Türk filmine ait. Rol dağıtan idealist, belgeselci Avrupalı günümüz Türkiye çocuk edebiyatına.
İyi de, Türk filmlerindeki yufka yürekli fabrikatörler kurtardıkları çocuklara aşktan bahsetmiyorlardı. Belki de Frank ile Mahmut’un güçlü ve evrensel arkadaşlık bağlarının sırrı burada yatıyor. Yalnızca aşk mı? Hayır, haksızlık yapmayalım. Mahmut Frank’a o güne kadar kimseye söyleyemediği bir sırdan da bahsediyor. İçinde saklanan çocuktan. Ona bir gün yalan söyleten, hakkı olmadığı parayı kabul ettiren rezilden. Meğer Frank’ın da gençliğinde içinde gizli bir ikizi varmış. Patronu yasaklamasına rağmen fırındaki yiyeceklerden yiyen pis bir Frank. (Evet, tanımlamalar aynen böyle: rezil ve pis!)
Sır paylaşmak, kimseye anlatamadığını anlatmak kuşkusuz dostluk, arkadaşlık göstergesidir. Ama tek başına ikna edici değildir. Mahmut neden içindeki pis çocuktan bahsediyor Frank’a, Frank Mahmut’a neden nişanlı olmasına rağmen bir Türk kızına aşık olduğunu anlatıyor? Öylesine, içinden mi gelmiştir? Bunları okurken bizim aklımıza öylesine Türk filmi sahneleri geldiği gibi mi yani?
Frank’ın Mahmut’u yazar olmaya heveslendirmesi aralarında gelişen dostluğu açıklayabilen bir diğer ve belki de elle tutulur tek olgu. Ne var ki bu nokta kitapta çok zayıf işlenmiş.  Mahmut’un yazar olma umudu ve bu doğrultudaki çabası, Frank’ın desteği önemsiz bir ayrıntı gibi kaynayıp gidiyor, birkaç cümleyle geçiştiriliyor.
Bizim aklımızda kalan sahneler daha çok şu minvalde:
“Koş Mahmut, koş… At gibi koş… at gibi koşarken at gibi terle. (…) Terkini tişörtünün koluna siliyor, yetmiyor, kağıt peçetelerden bir tomar yapıyor kendine. Tomar anında ıslanıyor veee… baskeeet! Her çekimde setin orta yerinde yerleştirilen o kocaman siyah naylon poşete fırlatılan atış, tam isabet. / Frank, Mahmut'u izliyor. Bu sokağa ilk kez geldiğinde, o yağmurlu günde... şu bizim gevrekçi çocuğu, Mahmut'u çok sevmişti. Şimdi ise... şu çalışkanlar kralı gevrekçi Mahmut'u daha çok, daha çok seviyor. Çocuğun eline tutuşturduğu gevrekleri en az onun kadar seviyor. Yiyor da yiyor." (s.71) 
Frank’ın simit satan bir çocuğa ilk bakışta bağlanmasının, aradığı esas çocuğun aslında o olduğunu anlamasının dayanağı nedir? Frank’ın kapıldığı duygunun, üçüncü dünya ülkelerinde toz toprak içinde oynayan, yalınayak çocukları gören turistin içini kaplayan sıcaklıkla bir akrabalığı var mı? Yazarın niyeti farklı olabilir kuşkusuz. Ama bizde uyandırdığı his ne yazık ki tam da bu.
Zaten kitabın iç etiği ayrıca sorgulanması gerekiyor. Yazımızın başında kitapta kötülüklerin olduğu ama kötünün olmadığından bahsetmiştik. Bir noktayı atladık. Kitapta kötülüklerin kaynağı bir kötü yok, ama daha ilk sayfada çocuğun olumsuz duygularının hedefi olan birileri var:
“’Hey! Gevrekçi!’ / Hey mi? Çocuk bu seslenişe gücendi, sanki bir suçluya sesleniyor gibi, neydi öyle! ‘Hey!’ diye bağırmak yerine, ‘Gevrekçi oğlum, bakar mısın?’ diyebilirdi, hatta onca şefkatli olmasına bile gerek yoktu; ‘Gevrekçiii!’ diye seslenseydi, o bile yeterliydi./Çocuk kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı, apartmanın birinci kat balkonunu taradı gözleri, kimse yok; daha yukarı baktı, yine kimse yok; en tepeye çevirdiğinde bakışlarını…/ İşte orada! Şişko biri. Kocaman bir şey!/Sesi de kendi gibi kocaman.” (s.9-10)
Çocuğun öfkesi kendisine ‘Hey!’ diye seslenen adamın kabalığına, saygısızlığına. Okur olarak adamın kabalığını gözümüzde canlandırabilmemiz için olacak, kitapta ayrıca şişko tanımlaması yapılıyor. Kendi kocaman, sesi de kocaman denilerek bedensel özellik ile kişilik özelliği arasında doğrudan bir bağ kuruluyor. Bedensel özellikleri/farklılıkları olumsuz karakter özellikleri ile bağdaştırmak aslında kaçınılması, hiç değilse abartılmaması gereken bir şey. Çünkü abartıldığında iş ayrımcılığa kadar varabiliyor.  
Zaten kitabın ilerleyen bölümünde hikâyenin tek olumsuz kişisi yine karşımıza çıkıyor. Hem de “o kaba sesli adam” ya da “o kaba herif” falan diye değil, basbayağı “o şişko” diye anılarak.
Bir, Mahmut Frank’a başından geçen uğurlu para olayını anlatınca:
“’Söyledim ya, o benim uğurlu paramdı, yaşlı bir teyze verdi ona bana,” dedi heyecanla./ ‘Ee, ne oldu para?’ / ‘Uğurlu paramı şişko birine vermek zorunda kaldım. Benden gevrek aldı.’” (s. 51)
“’Para yeniden bana geçti gerçekten,” dedi, aynı neşeyle. / ‘Nasıl? Sen şaka yapıyor!’ / ‘Şaka değil valla. Şöyle oldu…’ / Şöyle olmuş: Çocuk ertesi ve daha ertesi günler, gevreyyk, gevreyyk diye bar bar bağırarak, o şişkonun evinde olduğu sokağa gitmiş. Uğurlu paranı bulacaksın, onu şişkodan geri alacaksın, parana yeniden kavuşacaksın, sakın vazgeçme, diyormuş içinden bir ses.” (s. 52)
“’Uğurlu param bana geri dönmüş. Öyle sevindim ki, koşmaya başladım… Para üstünü felan vermeyi unutmuşum.’ / ‘Ohooo! Film senaryosu gibi!’ / ‘Öyle.’ / ‘Peki, o para şişkodan teyzeye nasıl geçti?’” (s. 53)
İki, Mahmut ve Frank paranın ‘şişkodan’ teyzeye, teyzeden de yine Mahmut’a nasıl geçmiş olabileceği üzerine uydurma bir senaryo ürettiklerinde:
“’Başla o zaman. Hımm… Senin şişko kötü biri. Evli ve sevgili de var. Karısını aldatmak.’ (…)/’Şişko gevrek aldı, içeri girdi, para üstü sevgilinin çanta koydu, masada sarı saçlı tombul sevgili bekliyor, kahvaltı başladılar. Mımmh reçel, peynir, kızarık ekmek, yumurta, mımmh, her şey tatli… mımmh…’ / Mahmut yutkundu. Her şey tatli ha!.. /’Ama böyle olmaz! Kahvalti tatli, senin şişko tatli değil. Kötü biri.  Ona kötülük yazmak biz, Maaamut. Hı?’’(…) ‘Ee?’ / ‘Şişko karısı, şişkoyu ve sevgiliyi dövüyor. Hatta sevgilinin kol kıvırıyor, na şöyle…’” (s.56-57)
Burada bize irite eden, tek suçu simitçi çocuğa “Hey!” diye seslenme kabalığında bulunmak olan bir adamın, bu saygısızlığa maruz kalan 11-12 yaşlarındaki bir çocuğun hayalinde kötü birine dönüşmesi ve şişko diye adlandırılması değil. Kitapta tam bir iyilik misali ve örnek insan olarak yansıtılan Frank’ın, şişman adamın Mahmut’a ‘Hey!’ diye bağırdığından bile habersiz yetişkin, iyi kalpli Fransız Frank’ın bu tanımlamalarda rahatça bulunması. Kedilere, köpeklere, sakız yüzünden ağızları kenetlenen kuşlara (sakız nedeniyle ölen kuşlar kitapta dikkat çekecek denli yer kaplıyor) karşı inanılmaz ‘duyarlı’ olan Frank sıra insanlara gelince neden böyle rahat?  Şişman birine eşini tombul, sarışın sevgili ile aldattığını yakıştırmak, adamı karısına bastırmak … Frank’ın ya kötülükten anladığı bu, ya da ‘yazarlık potansiyeli’ keşfettiği çocuğun hayal gücünü böyle kanatlandıracağını sanıyor. Eh, belki de bizim hayal gücümüz kıt, çünkü aklımıza nedense yine eski Türk filmleri, yuva dağıtan sarışın vamp kadınlar, şişman kötü adamlar geldi…
Yeri gelmişken başka yazılarımızda ifade ettiklerimizi tekrar söyleyelim. Çocuk kitaplarında aşktan (yalnızca ilk aşktan değil, yetişkin insanlar arasındaki aşktan), boşanma, aldatma dahil toplum ve bireyi ilgilendiren olgulardan tüm açıklığıyla elbette bahsedeceğiz, bunlar elbette çocuk edebiyatında yer alacak. Ama kurgu, konu, hikâye gerektirdiğinde, bir yere oturduğunda, oraya ‘renk olsun diye’ sıkıştırılmış gibi durmaması koşuluyla…
Frank’ın sakız-kuş duyarlılığı, kötü ‘şişkoya’ yakıştırılan tombul sarışın sevgili,  Frank’ın kötü ‘şişkodan’ farklı olarak nişanlısına yeni Türk sevgilisini/aşkını kırmadan açıklamak niyetini Mahmut’la paylaşması, Frank’ın kediler, filler gibi hayvanlar hakkında verdiği bilgiler vb. hikâyenin bir parçası değilmiş de, o hikâyeye biraz katkı yapsın, biraz renk versin diye eklenmiş gibi duruyor.
Ne yazık ki yazarın kullandığı ‘edebi’ dil de aynı ‘zorlama’ hissini uyandırıyor. Üzüm üzüm üzülmek, düşün düşün düşünmek, yüzü asım asım asılmak gibi ‘yaratıcı’ tanımlamalar,  “İçindeki kavga, çocuğun sıkıntısını daha beter artırmış, bebekler gibi zırıl zırıl ağlatmış onu. İçli mi içli, dokunaklı mı dokunaklı hıçkırıklar doldurmuş tüm sokağı” gibi cümleler, hep güçlendirilme ihtiyacı hissedilen (hem bebek gibi hem zırıl zırıl, hem içli içli hem dokunaklı) ifadeler bir noktadan sonra okuru (en azından bizi) sıkım sıkım sıkmaya başlıyor. Kitapta çeşmeler gürül gürül akıyor, güneş cayır cayır yakıyor, Mahmut’un gözleri kapkara, Frank’ınki masmavi, onun çocuğa hediye ettiği defter kıpkırmızı, babanın yüzünde gülücükler açıyor, anne, kelebeğin kanadı kadar hafif adımlarla yürüyor, Frank kollarını uykudan uyanmış bebek neşesiyle gökyüzüne açıp mutlu mutlu geriniyor…
Edebiyat yapmak böyle bir şey olsa/olmasa gerek. Halbuki, Perşembe’yi çok severim (Günışığı Kitaplığı, 2009) ve özellikle de İletişim Yayınları’ndan çıkan Bir Zamanlar Çocuktum’dan tanıdığımız Hacer Kılcıoğlu’nun adı geçen kitaplarda kendine has, hoş bir ifade tarzı vardı. Sık sık şap şap, pat pat, vızır vızır, kıkır kıkır, lıkır lıkır gibi ‘sesli’ tanımlamalar yapan, ‘gürültülü, sesle zenginleşen’ metinler yazan bir yazar olarak dikkatimizi çekmişti. İşin ilginci  bu  değişik ses tanımlamaları epey yaygın kullanılmalarına rağmen okuru rahatsız etmiyordu. Samimi, içten gelen bir tarzı yansıtıyordu.
Kılcıoğlu’nun Müren Beykan’ın editörlüğünde Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son kitaplarında (özellikle de Aydede Her Yerde, İzmir’de Üç Çocuktuk ve Gevrekçiii) ne yazık ki dilde aynı sıcaklığı yakalayamadık. Belki de bunda şu gerçeğin payı var: İçerik biçimi belirler. Üç ünlünün çocukluğunu konu eden İzmir’de Üç Çocuktuk ve Aydede için de bu açıdan çok şey söylenebilir, ama değinip geçmek istemediğimiz için kendimizi Gevrekçiii’yle sınırlı tutalım. Gevrekçiii’nin içeriği, yani konusu, kurgusu, mesajları, anlattığı öykünün ana gövdesi Kemal Tuğcuları aratacak denli sığ, hatta biraz kaba bir ifadeyle (isteyen kaba ve kötü Kitedit yazarlarını şişko diye hayal edebilir) çiğ.
Çiğ, çünkü Gevrekçiii çocuk okurlarını simit satan küçük bir çocuk işçisinin dünyasına dahil etmiyor. Onlara simit satan çocuğun hayatına dair herhangi bir şey sorgulatmıyor. Kemalettin Tuğcu eserlerinden farklı olarak ‘acıklı’ olmamaya çalışıyor. Ama bunu başaramıyor. Sonuçta simit satmak zorunda olan, babası ağır hasta bir çocuk tablosu çiziyor. Üstelik sözü edilen çocuğa iyi kalpli bir kurtarıcı gönderiyor. İşte şu yabancı, hayvan sever, duyarlı, ‘zavallı’ bir çocuk işçisi gördüğünde ‘işte, aradığım esas çocuk o’ diyen, çocuklara spor ayakkabı, renkli çantalar, diz üstü bilgisayar falan gibi hediyeler dağıtan Frank’ı bir türlü sevemiyoruz. Onun, mahallenin çocuklarıyla sakız yüzünden ölen bir serçe gömdükten sonra: “Yıllar, yıllar sonra, Zeytintepe semtinin çocukları büyüdüklerinde, bir gün ansızın bu çocukluk anısı düşüverse yüreklerine… şöyle düşünürler miydi acaba: Mahalleye bir film ekibi gelmişti, gri damlı evlerde yaşayan, tozlu topraklı sokaklarda oynayan biz çocuklar, daha önce hiç tanımadığımız, bambaşka bir dünyanın içine süzülüvermiştik.” (s.100-101) diye düşünmesine bir türlü ısınamıyoruz. ‘Kendini ne sanıyor bu?’, ‘Hediye dağıtmayı, sokakta simitçilik yapan bir çocuğu film setinde su taşıyıcısı olarak kullanmayı duyarlılıktan mı sayıyor?’ ‘Çocuklara rol verdi diye, serçeye mezar yapmayı öğretti diye o çalışan çocuklara unutulmayacak bir insanlık dersi verdiğini mi  var sayıyor?’ diye öfkeleniyoruz hatta. Mahmut’tan da buna benzer tepkiler, iç sesler bekliyoruz. Ama yo. Mahmut hayatından ve Frank’ın yaklaşımından çok memnun. Frank ona yazar olabileceğini söyledi ya, ona spor ayakkabısı aldı ya, onu adam yerine koyup özel asistanı yaptı ya, Mahmut kendini birden önemli hissediyor. Hatta Frank’ın babaya kapıcılık işi bulması karşısında sevinçten havalara uçuyor. Tabii Frank’ın babaya bulduğu işin niteliği Kitedit olarak bizi ayrıca rahatsız ediyor. Kapıcılık ya da yazarın deyimiyle apartman görevlisi mesleğini saygın bulmadığımızdan değil. Ama zengine hizmet etmeyi, hatta hizmetkârlığı simgeleyen mesleklerin başını kapıcılık, temizlikçilik gibi birkaç iş çekiyor.  Maddi gücün yoksa kapıcısı olan bir apartmanda oturamaz, kendi pisliğini temizleyecek temizlikçi tutamazsın.  Apartman görevlisinin görevleri tanımlıdır tanımlı olmasına, ama aynı zamanda zenginin ‘keyfine/keyfiyetine’, ‘iyi ‘ ya da ‘kötü’ niyetine kalmıştır. Eh, bu durumda içimizin belki de rahatlaması gerekiyor. Çünkü Frank’ın bulduğu “Apartman on altı daireliymiş, apartman sakinleri iyi insanlarmış, iş de ağır değilmiş,” (s.135)
Tabii eski kot taşlama işçisi baba apartman görevlisi olmakla aynı zamanda ailesine sınıf atlatacak. Öyle ya, “ücret, asgari ücretmiş ama kira, elektrik, yakacak parası vermeyecekleri için ekonomik olarak rahat ederlermiş, üstüne üstlük Mahmut da iyi bir semtteki okula gidermiş, daha iyi bir eğitim alırmış, Mahmut çok zeki bir çocukmuş, ona yazık olmasınmış, (…)” (s. 135)
Mahmut’a yazık olmuyor. Kitap mutlu mesut, umutlu bitiyor. Bize de “… bizim Kemal Tuğcularımız vardı” diye iç çekmek kalıyor.

Not: Tüm vurgular bizim. Gevrekçiii kitabını kapsamlı bir eleştiriye konu etmemizin bir nedeni önceki bir yazımızda eserin adının geçmesi, kitabı Zoran Drvenkar'ın Gökte Ağır Yerde Hafif kitabı ile karşılaştırıp onun kadar heyecan verici bulmadığımızı vurgularken eleştirimizi açmadan bırakmamız. Bu bizi rahatsız etti ve bu yazıyı kaleme almaya itti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder