21 Kasım 2012 Çarşamba

“Zekâ ve zevk”


“Röportajda bir ilk ya da Kitedit’in ilk röportajı” başlıklı yazımızda eleştirdiğimiz kitapların sahibi yazar ve yayınevlerinden bugüne dek herhangi bir yanıt ya da yorum almadığımızı, muhataplarımızın cevap hakkını kullanmak yerine susma hakkını kullanmayı yeğlediklerini ifade etmiştik. Şimdi bu iddiamızı düzeltme gereği duyuyoruz. Hem de bugüne dek, ne Kitedit’e ulaşan ne de başka bir mecrada yayınlanan açık bir yanıta rastlamamış olmamıza rağmen.
İddiamızı düzeltme ihtiyacı hissetmemizin nedeni son günlerde medyada okuduğumuz çeşitli yazı ve röportajlarda karşımıza çıkan örtülü yanıtlar.  Bu örtülü yanıtların doğrudan Kitedit’i adres göstermemeleri onları yok saymamamızın önünde engel değil. Aksine, biz bu örtülü yanıtları ciddiye alıyor ve muhataplarımızdan farklı olarak açık yanıt verme hakkımızı kullanmak istiyoruz.
İşe, örtüleri biraz aralamakla başlayacağız.
Okurlarımızın hatırlayabileceği gibi 24 Eylül ve 1 Ekim 2012 tarihli, arka arkaya yayınlanan ve aslında birbirinin devamı olan “Ey edebiyat sen bari kolla gençleri!” ile “Ey edebiyat böyle kollayamazsın gençleri!” başlıklı yazılarımızda gençlik edebiyatını konu etmiş ve Türkiye’de “bu alanda söz sahibi olmaya çalışan ikinci ve (ilkinin ömrünün epey kısa sürmesi nedeniyle de) halen varlığını sürdüren tek yayıncılık girişimi” ON8 markasının gençlik edebiyatını sorun edebiyatına indirgeyen bakışını ele almıştık. Devamında da bu bakışın uzantısı eklektik programını gerek genel çizgileriyle, gerekse de ON8’den çıkan iki kitap özelinde ayrıntılı bir şekilde eleştirmiştik.  
Geçtiğimiz günlerde ise (15 Kasım 2012) sözü edilen eleştirilerin baş muhatabı olan ON8 markasının yayın yönetmeni Müren Beykan’ın Vatan Kitap’ta “En Tutkulu Okur Çocuklar” başlıklı makalesi yayınlandı. Sayın Beykan yazısında gençlik edebiyatına da değiniyor:
“Çocuk ve gençlik edebiyatı bu yıl gerek Bolonya’da gerekse Frankfurt’ta dizilerle uzayıp giden bir pazarlama geleneğinin esiri olmayı sürdürüyor. Tek kitapların sayısı ciddi oranda az. Ve her yayınevinin yakınması: Oğlanlar ve delikanlılar az okuyor!
Bizde de öyle. Sık sık dile getirilen bu gerçeği aşmak için ON8 markasının çabasına edebiyatta yeni yeni gençlik açılımları eklenecek umudundayım. Bizde daha ziyade, nedense olumsuzlanarak tartışılma eğilimi olduğunu şaşırarak izlediğim “gençlik” kitapları, geçen yıllardan farklı bir çıkış yansıtmıyorlar: Bu yıl da distopyalar gençlerin vazgeçilmezleri; vampir, melek ve zombisiz kurguların sayısı gerçekten az.”
Buraya uzun uzun aktardığımız paragrafta bizi asıl olarak ilgilendiren:  “Bizde daha ziyade, nedense olumsuzlanarak tartışılma eğilimi olduğunu şaşırarak izlediğim ‘gençlik’ kitapları” ifadesi. Çünkü tam da bu ifade Beykan’ın Kitedit’in ON8’e dönük eleştirilerinden rahatsız olduğunu, ya da onun örtülü ifadesiyle bu tür eleştirileri “şaşarak izlediği”ni ortaya koyuyor.
Yoksa havadan nem mi kapıyoruz? Cümleyi bağlantılarından kopartarak cımbızladığımızda öyle gibi görünüyor.  Öyleyse paragraf(lar)a daha bütünlüklü bakalım. Müren Beykan önce uluslararası pazarda dizilerin hâkimiyetinden ve oğlanların okumamasından hayıflanıyor. Ardından “bizde de öyle” deyip “sık sık dile getirilen bu gerçeği aşmak için ON8 markasının çabasına edebiyatta yeni yeni gençlik açılımları”nın eklenmesini umduğunu ifade ediyor. Hemen sonraki cümlede de “bizde” gençlik kitapların “genelde olumsuzlanarak tartışılma”sına şaştığını söylüyor. Ama bununla kastettiği vampirli, melekli, zombili gençlik kitapların olumsuzlanması değil. Ne de olsa “vampir, melek ve zombisiz kurguların sayısı gerçekten az” diyen de kendisi.
Sözü oğlanların okumamasından ve dizilerle uzayıp giden pazarlama geleneğinden alıp, hiç yeri yokken ON8 markasına getirdiğine ve henüz bu markadan başka yeni yeni gençlik açılımları göremediğine (ama özlediğine)  göre, Müren Beykan’ın kastettiği ve şaştığı şey ON8 markasının eleştirilmesi. (Yoksa yanılıyor muyuz? Yoksa ON8’in erkek okurlarına dönük özel bir politikası var da biz mi bilmiyoruz? Yoksa daha yeni Mavi Kirazlar Dizisi’ni yayınlayan ve bu diziyi tam da sözü edilen pazarlama geleneğinin en renkli biçimleriyle pazara süren bu aynı marka değil mi?) Peki, basında ve sosyal medya platformlarında  ON8 girişimine onca övgüler dizilirken, coşkulu tanıtımlar yapılırken, onların arasından sıyrılan ve sap gibi göze batan eleştirel yaklaşım kime ait? Tabii ki Kitedit’e. 
Bir editörün eleştirel eleştiriye nasıl yaklaşması gerektiği konusundaki görüşlerimizi yazımızın bir sonraki aşamasına saklarken, gençlik kitaplarını “olumsuzlayarak tartışan” değil ama reel örneklerine eleştirel yaklaşan yazılarımızın arkasında olduğumuzu vurgulamakla yetinelim ve “örtülü yanıt” olarak yorumladığımız başka bir örneğe geçelim.
Kitedit’te 29 Ekim’de yayınlanan “Çat Kapı Dayım” Büyük Hayal Kırıklığım! adlı yazı henüz hafızalardaki tazeliğini koruyor. Uğur Y. imzalı bu yazının eleştiri okları yalnızca Çat Kapı Dayım kitabının yazarı Fadime Uslu’ya değil, aynı zamanda onun editörü Müren Beykan’a da yöneliyor ve eser nezdinde irdelediği tabloyu bir “editörlük faciası” olarak nitelendiriyor.
Rastlantıya bakın ki Müren Beykan’ın Akşam Kitap’ta 15 Kasım 2012’de yayınlanan son röportajının önemli bir bölümü de editörlük kurumuyla ilgili. Kendisine editörlük ölçütleri sorulduğunda bakın nasıl yanıt veriyor:
“…Özellikle çocuk kitabında, kitabı yaratacak tarafların ahenkle sonuca ulaşabilmesi, editörün becerisiyle özdeş, belki de. Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmak bir ayrıcalık değil, olmazsa olmazdır. Her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır. Yazar yaratıcı kişidir, ama ekibin de parçasıdır. Edebiyat kitabı ticari bir üründür –tersini iddia edemeyiz; demek ki, hiçbir ayrıntı şansa bırakılamaz.”
Beykan’ın asıl soruya yanıt vermek, yani kendi editörlük ölçütlerini açıklamak yerine editörlük kurumunun genel önemine vurgu yapması dikkate değer kuşkusuz. Ama bize Kitedit olarak asıl şaşırtıcı ve bir o kadar da irite edici gelen, Günışığı ekolünün her fırsatta tekrarladığı bu vurgunun Müren Beykan’ın ifadeleriyle taşındığı uç nokta. Sayın Beykan önce Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmanın bir olmazsa olmaz olduğunun altını çiziyor, ardından da bize bunun nedeni açıklıyor: “Her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır!” Yani basbayağı kitaba zekâyı da zevki de katan editördür, demeye getiriyor. Ardından gelen “Yazar yaratıcı kişidir, ama ekibin de parçasıdır,” cümlesi de bu fazlasıyla büyük, bu fazlasıyla havalı, bu -yazar, çizer ve çevirmen adına- fazlasıyla küçümseyici iddiayı dengeleyemiyor.
90’ların sonu 2000’li yılların başında, editörlük henüz oturmamış, genel kabul görmeyen bir kurumken,  Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmanın olmazsa olmaz olduğunu vurgulamak anlamlıydı, kuşkusuz. Ama artık, merdiven altı yayıncılığı yapan ciddiyetsiz istisnaları bir yana bırakırsak (ki böyleleri hep çıkacak), bu vurgunun sürekli tekrarlanmasını gerekli kılan bir tablo yok . Aksine bugün ülkemizde editörlük, çocuk ve gençlik kitapları dahil yayıncılığın her kolunda kurumsallaşmış, saygın ve son derece revaçta bir meslek.  Böyle olduğunu aslında Müren Beykan da biliyor. Ama bundan pek de mutluymuş gibi bir izlenim bırakmıyor.  Öyle ya,  aynı röportajda kendisinden “gönlünde editörlük yatan gençlere tek bir öneri”  vermesi istenince “Bugünlerde herkes doğuştan editör diyebiliriz, okuldan mezun olan hele ki yabancı dil de biliyorsa, soluğu çevirmenlikte ya da editörlükte almak istiyor,” diye hayıflanmakta bir sakınca görmüyor.
Kim bilir, belki de sayın Beykan’ın, editörlükle ilgili ölçütlerini açıklayacağı yere, editörlük kurumunu onca uç ve yanlış (ya da doğru?) anlaşılmaya müsait ifadelerle yüceltmeye çalışmasının Kitedit’in Çat Kapı Dayım kitabı özelinde onun editörlüğüne dönük eleştirisiyle herhangi bir ilgisi yok. Belki de Müren Beykan,  geçmişte editör olarak kitaplara kattığı değer ve yayıncılık adına verdiği hizmet üzerine yine dikkat çekecek denli sık ama az-çok dengeli açıklamalar yaparken, bugün “her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır!” noktasına gelmesinin arkasında bambaşka nedenler yatıyor.
Ama ortaya çıkan tablo bu haliyle de yeterince düşündürücü.
Ne demek istediğimizi daha iyi anlatmak için önsezileriyle, konuya çok yönlü, derinlikli ve mütevazı yaklaşımlarıyla dikkat çeken ve editörlük mesleğinin duayeni sayılan Tanıl Bora’ya, daha doğrusu onun Virgül Dergisi’nde 2004 yılında yayınlanan “Editör Kimdir, Eserleri Nelerdir?” üst başlıklı yazı dizisine başvurmak istiyoruz. Yazımızın devamında onun söyledikleriyle Müren Beykan’ın bazı ifadelerini karşı karşıya değil ama yan yana koyacağız.
Bakalım Tanıl Bora, Müren Beykan’ın Akşam Kitap’taki röportajında “Edebiyat kitabı ticari bir üründür –tersini iddia edemeyiz; demek ki, hiçbir ayrıntı şansa bırakılamaz” tek cümlesiyle geçip gittiği ve demek ki diyerek tümüyle ticaret kurallarına/mantığına tabi kıldığı editörlük-piyasa ilişkileri konusuna nasıl yaklaşıyor:
“(…) İşletmeci-olarak-yayıncılık işiyle editörlük işinin –ve bu işi yapanların- büsbütün ayrışmadığı, görece az endüstrileşmiş ortamlarda ise, editörün yayına hazırlık sürecinin tamamına bir ucundan karıştığı gibi, kitabın tanıtımıyla da ilgilenmesi acayip sayılmaz; bu, kitabı ‘sahiplenmenin’ bir parçasıdır.
Tabii bu noktada editörün arz ve takdimi “alemumum” reklamcı/pazarlamacı tavrıyla değil, bir kitabı gerçekten benimsemenin, sahiplenmenin fonksiyonu olarak yerine getirmesi önemli bir ölçüt. Kitabın kıymeti harbiyesinin sanki medyada birkaç anılma/görülme fırsatı sağlama “kapasitesine” göre değerlendirilebildiği bir vasatta, sattırmayı istediği kitabı “satmamalıdır” editör. Elinin uzanabildiğince, kitabın klişelerle, ezbere imgelerle, bedava övgülerle takdimine mahal vermemeli –hiç değilse bunu yapan o olmamalıdır! Eleştirmenliği ikame edecek değildir şüphesiz, ama iyi (yani eleştirel!) eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını bekleyebiliriz ondan.
Piyasa meselesinde “iyi” editörden beklenen ikinci iş, piyasa koşullarını, mümkün mertebe piyasa-ötesi veya piyasaya rağmen bazı kaygıları gözeterek değerlendirmeye çalışması olabilir. Yayın portföyünün toplamı içinde bir telafi-denge mekanizmasını gözeterek, satma şansı düşük ama “iyi” kitapları araya sokmak için fırsatını kollamak… Bir “gizli yayın programı” ile pusuya yatmak…"
Burada çarpıcı olan yalnızca Tanıl Bora’nın, “edebiyat kitabı ticari bir üründür, demek ki hiç bir ayrıntı şansa bırakılamaz” diyen Müren Beykan’dan farklı olarak, “iyi” editörden piyasa-ötesi ya da piyasaya rağmen kararlar almasını beklemesi değil. (Ki çocuk ve gençlik yayıncılığının neredeyse tümüyle piyasa kurallarına teslim edildiği bir aşamada bunun üzerinde herkesin derin derin düşünmesi gerekir.) Tanıl Bora ayrıca son derece önemli başka bir noktaya vurgu yaparak,  editörün eleştirel eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını da istiyor.

Kitedit olarak bu isteğe genel olarak katılmakla kalmıyor, özel olarak Müren Beykan ve muhatabımız diğer editörlerden bize ve eleştirel eleştiri yazılarımıza bu bakış açısıyla yaklaşmalarını da diliyoruz.
Ama Tanıl Bora’nın görüşleriyle devam edelim ve Virgül’deki yazı dizisinde editörlükle iktidar, pathos (bu iki kavramı aynı zamanda alt başlık olarak kullanıyor) arasında nasıl bir bağ kurduğuna bakalım:
“Hizmet” mefhumu, onu çok seven Türk sağ siyasal söyleminin onyıllardır işlediği üzere, fedakârlığı, adanmışlığı, diğerkâmlığı, benliği/’enaniyeti’ aşmışlığı çağrıştırır. Yine aynı söylemsel çağrışım evreninin içinde, biliriz ki, müthiş bir güç istemi vardır. ‘Hizmet etmek’ istediğini söyleyen, aslında, güç istiyordur. (…)
Öyle ki, kimi editörlere kulak verdiğinizde, kitap yazarın değil de sanki editörün-mü izlenimine kapılabilirsiniz – aslında, ‘zaman zaman’ kaydıyla ve derece farkıyla, kulak verdiğiniz hemen her editör bu izlenime kapılmanıza yol açacaktır! Bir metni zor zahmet adam ettiğinden bahsetmek, editörün küçük dünyasına özgü avcı hikayesidir, çapkınlık böbürlenmesidir.
(…) Yayına hazırladığı kitabı kendi yazmış gibi benimsemek, editörlüğün pathos’udur. Mesele, bunu kıskançlıkla yapmakla empatiyle yapmak arasındaki farktadır. Editör-yazar ilişkisi hakkında geçen yazıyı hatırlatayım bu vesileyle… Editörün iktidarını kendi mevkii ve şanı adına değil, okuru/okunurluğu gözetme adına “kamu adına” kullandığını ara ara kendi kendisine hatırlatmasında fayda olabilir.”
Evet, “Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmak bir ayrıcalık değil, olmazsa olmazdır. Her kitap bir zekâ ve zevk ürünü olmalıdır,” diyen sayın Beykan, bunları ara ara siz de kendi kendinize hatırlatsanız, ne iyi olur! Belki o zaman ayaklarınız daha çok yere değer ve ulu editörlük mevkisini/mevzisini kıskançlıkla savunurken, “Bugünlerde herkes doğuştan editör diyebiliriz, okuldan mezun olan hele ki yabancı dil de biliyorsa, soluğu çevirmenlikte ya da editörlükte almak istiyor” demek yerine, gönlünde editörlük yatan gençlere daha hoşgörülü ve size yakıştırılan “usta”lığın getirdiği ağırbaşlığıyla, öğrenmeye de öğretmeye de açık sevecenliğiyle yaklaşırsınız. Bu o kadar da zor değil. Yine işin duayeni Tanıl Bora’yı örnek gösterelim:
“Ama ben Türkiye’de editörlüğün fiili iş tanımındaki muğlaklıkta, dağınıklıkta, aşırı-profesyonelleşmiş bir editörlük faaliyetinin eksiltebileceğini zannettiğim bir heyecan ve tutkunun pınarını da görüyorum.  ‘Kitap hazırlama’ uğraşının her bir aşamasına ara ara bulaşıyor olmak, yayıncılıkta eksik kalmaması gereken hazza katkıda bulunur. Ulu editörlük mevkii ile mütekâmil düzeltmenlikten ibaret angaryalar arasında mutlak bir kopukluk olmaması, nefsi terbiye edicidir: Kitaba “değen” her beşeri varlığın kapılabileceği, uhrevi bir işle uğraşıyor olma duygusunun, sersemce bir burnu büyüklüğe dönüşmesini önleyebilir. Hatta bu bakımlardan, editörlük faaliyetinin meraklı öğrencilerin, meczup bibliyofillerin mevsimlik işçiler gibi gelip geçmesine açık olması da, insanların özlük hakları korunduğu ve yapıyı bu gelgitlere dayanıklı kılacak sabiteler var kaldığı müddetçe, hayırlıdır ve neşe verir!
Tanıl Bora’ya saygı ve teşekkürlerimizi sunup, onu alıntılamaya son verirken, Müren Beykan’a sormak istediğimiz bir soru ve bir önerimiz daha olacak.
Soru şu: Editörlük Günışığı Kitaplığı’nın olmazsa olmazıysa (ki bizce de öyle olması gerekiyor), neden onun alt markası ON8 kitaplarının hali hazırda bir editörü yok? Var da, Günışığı Kitaplığı her fırsatta okurlarına künyede editör bilgisine yer veren eserleri tercih etmesini öğütlerken ON8 markasının kitaplarında, program broşüründe ve resmi web sayfasında mı yazmıyor? Var da, bizden mi saklanıyor?
Naçizane önerimize geleceksek. Sayın Beykan’ın edebiyat, editörlük, çocuk ve gençlik kitapları, yayıncılığın çeşitli sorunları gibi konular üzerine kaleme aldığı gazete makalelerini kamu ya da okurla paylaşmadan önce işinin ehli bir editöre okutmasında fayda olacağını düşünüyoruz.
Bu makalelerin çoğu kere oldukça muğlak, birbiriyle çelişen ya da her tarafa çekilebilen ifadeler içerdiklerinden değil. Anlatım tarzını zayıf bulduğumuzdan da değil.  Yalnızca ve yalnızca maddi bilgi hatalarına mahal vermemek için. Zira, sayın Müren Beykan da çok iyi bilir ki, koca bir düşünce silsilesinin maddi bilgi eksiklikleri/hataları yüzünden çöküvermesi bir metnin başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden biridir. Editörün en temel görevi de (özellikle de maddi verilere, bilgilere dayanan non-fiction metinlerde)  böyle hataları zamanında (yani yazı kamu karşısına çıkmadan) saptayıp, bu tür talihsizliklerin önüne geçmektir.
Aksi takdirde ne mi olur? Aksi takdirde,  Beykan’ın Günışığı Kitaplığı editörü ya da ON8 yayın yönetmeni kimliğiyle değil, çocuk ve gençlik edebiyatında uzman kimliğiyle kaleme aldığı ve Vatan Kitap’ta (bu uygulamayı gizli reklam riski ve medyanın bağımsızlığı bağlamında Vatan Kitap adına doğru bulmadığımızı ayrıca vurgulayalım) az çok periyodik olarak yayınlanan yazıların sonuncusundaki gibi bir tablo çıkar karşımıza.
“En Tutkulu Okur Çocuklar” başlıklı yazının alt başlığı “Mesajsız kitaba ödül.” Onun altındaysa aşağıdaki koca paragraf ve sahiden de ilginç yorum yer alıyor:
“Edebiyat alanının saygın ödüllerinden, Almanca’ya çevrilmiş herhangi bir dildeki çocuk ya da gençlik edebiyatı kitabına verilen Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün fuar sırasında açıklanan sonucu şaşırttı: Ödül, 1982 doğumlu Alman yazar ve sinemacı Finn-Ole Heinrich’in, İzlanda kökenli Norveçli illüstratör R•n Flygenring’in desenleriyle canlanan, Frerk, du Zwerg! (Frerk, Seni Cüce!) adlı kitabına değer görüldü. Şaşırtıcı olan, seçici kurulun karar gerekçesiydi. Kurul, bu resimli kitabı eğlenceli olduğu ve özellikle hiç ‘mesaj’ içermediği için seçtiğini vurgulamıştı. Değil açık, gizli didaktik söylemli kitapların da itici bulunmaya başlandığına güçlü bir örnek oluşturdu bu ödül kuşkusuz. Nihayet!”
Oysa ki, Frankfurt fuarında söz konusu ödül törenine katılma şansı yakalayanların da, seçici kurulun resmi karar gerekçesini okuyanların da rahatlıkla bilebileceği gibi (merak edenler karar gerekçesine Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün resmi web sitesinden ulaşabilir:  http://www.djlp.jugendliteratur.org/kinderbuch-2/artikel-frerk_du_zwerg-3777.html) “mesajsız kitaba ödül” iddiası kaba bir maddi bilgi hatasına ve derin bir yanılgıya dayanıyor. Jürinin karar gerekçesinde ne kitabın mesaj taşımadığına ilişkin herhangi bir vurgu var, ne de ödül bununla gerekçelendiriliyor.  Bu maddi bilgi hatasından güç alarak, didaktik söylemli olmayan kitapları “mesajsız” olarak nitelendirmek ayrı bir ilginçlik. Ama bizi öncelikli olarak ilgilendiren sayın Beykan’ın bu hayli “özgün” yorumu değil. Bizi öncelikli olarak ilgilendiren devamında söyledikleri. Çünkü Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü takip edenlerin mutlaka şaşkınlıkla okudukları gibi, sonrasında gelen iddia ve vurgu da (ikinci bir) maddi bilgi hatasına dayanıyor. Devamını şöyle getiriyor Beykan: “Değil açık, gizli didaktik söylemli kitapların da itici bulunmaya başlandığına güçlü bir örnek oluşturdu bu ödül kuşkusuz. Nihayet!”
Yalnızca bu yıl değil önceki yıllarda da Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’ne değer görülen eserlere (ister bir bütün olarak ister tek tek) bakıldığında bu kitapların mesaj taşımadığını söylemek hayli zorken, açık ya da gizli didaktik söylemli kitaplar olmadığını söylemek de o ölçüde kolay. 2008’de çocuk kitabı dalında Paula Fox’un Ein Bild für Ivan / Ivan için bir resim, 2005’de aynı dalda Zoran Drvenkar’ın (Victor Caspak, Yves Lanois takma adıyla) Die Kurzhosengang / Kısa Pantolonlular Çetesi ve daha da geri gidersek 2000’de de yine çocuk kitabı dalında Bjerne Reuter’in Hodder, der Nachtschwärmer/Hodder, Gece Kelebeği adlı eserlerin ödüle layık görüldüğünü hatırlamak, hatırlatmak tek başına yeter.
Yani ortada ne Müren Beykan’ın çoktandır, sabırsızlıkla beklediği bir gelişmenin sonunda vuku bulması gibi bir gerçek var, ne de ona “Nihayet!” dedirtecek bir durum. Aksine tablo ona “Günaydın!” dememizi haklı kılıyor. Hem de iki bağlamda.
Günaydın, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü yıllardan bu yana didaktik söylemli olmayan kitaplara veriliyor! Günaydın, işinin ehli bir editörle çalışmak gerçekten olmazsa olmaz,  çünkü diğer katkıları bir yana bir makalenin, temel yorumlarını/görüşlerini maddi bilgi hatalarına dayandırması yüzünden ciddiyetinden ve güvenilirliğinden çok şey yitirmesini önleyebilir!
Not:  Yazıdaki tüm vurgular bize aittir.  

11 Kasım 2012 Pazar

Çöp Adam Konuştu - İyi de ne anlattı?


Bir çocuk kitabı illa ders vermek zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa sevgi, barış, çevre, paylaşım gibi temel ya da büyük meseleleri konu etmek zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa süslü bir dil ile yazılmak zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa …
Bir çocuk kitabında illa olmaması gereken özelliklerin listesi uzatılabilir. Ama bu listenin sonuna mutlaka eğer ile başlayan birkaç madde eklenmeli.

Eğer kitabın güçlü bir hikayesi varsa. Eğer kurgusu sağlamsa. Eğer dili ve anlatımı özgünse.

Çünkü, nitelikli bir çocuk romanı ya da öyküsünün başlıca dayanakları bu üç unsurdur: Güçlü bir hikaye, sağlam bir kurgu, özgün bir anlatım.

Bunları saptarken yeni bir şey söylemediğimizin, Amerika’yı yeniden keşfetmediğimizin farkındayız. Çocuk edebiyatıyla ilgilenen herkesin bildiği, kabul ettiği, üzerinde birleştiği doğrulardan bahsediyoruz.

Gerçekten öyle mi acaba? Doğrusu, son zamanlarda okuduğumuz birçok çocuk kitabı bu bilincin hiç de sanıldığı kadar berrak olmadığını düşündürttü bize. Böyle düşünmemize neden olan eserlerden biri de Özlem Atasoy adlı genç yazarın ilk çocuk kitabı Çöp Adam Konuştu. ( Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı: Mayıs 2012, çizimler: Zeynep Özatalay, editör: Nevin Avan Özdemir)

Daha ilk ele alındığında insana gülümseyen kitaplardan Çöp Adam Konuştu. Canlı renklerin kullandığı kapaktaki görsel hem merak uyandırıyor, hem de kitap başlığıyla uyum içinde. Sayfaları karıştırdığınızda araya eğlenceli çizimlerin serpiştirildiğini, rahat okunan bir font seçildiğini, bazı ifadeleri vurgulamak için farklı yazı karakterlerinin kullanıldığını görüyor ve ne hoş diye düşünüyorsunuz.

En azından biz öyle düşündük. Kitabı okuyunca olumlu hanesine yazdığımız bir diğer özellik, yazarın çocuk karakterlerini seslendirirken yakaladığı başarı oldu. Öykü Kerem adlı çocuğun ağzından anlatılıyor. Başkahraman dokuz yaşında ve az çok dokuz yaşında bir çocuk gibi konuşuyor, hissediyor, davranıyor gerçekten.  Kitap bu yanıyla daha önce eleştiri konusu ettiğimiz eserlerin çoğundan ayrılıyor ve Özlem Atasoy’un gelecekte daha başarılı eserler vereceğine dair umut uyandırıyor.

Böylece, onun ilk eseri Çöp Adam Konuştu’yu (yeterince) başarılı bulmadığımıza da gelmiş olduk.

Nedenlerine geçmeden önce kitabın kısa özetini verelim:

Kerem dokuzuncu yaş gününde bir parti düzenliyor. Hediyelerin arasında bir yaz-boz da var. “Ne çizeceğim ki ben buna?” (s.12) diye düşünürken bir çöp adam resmi yapıyor. Çizdiği çöp adamın birden canlanıp odasında bitmesi karşısında da ödü kopuyor. Oğlu korkuyla bağırdığı için meraklanan anne salondan Kerem’e sesleniyor. Bunun üzerine Çöp Adam Kerem’den, onu, anneye yakalanmadan silmesini istiyor. Bu ve Kerem’in daha sonraki denemeleri sayesinde yaz-bozun sırrı çözülüyor. Üzerine çizilen resimler canlanıyor/nesneye dönüşüyor, silinince de yok oluyor. Kerem tekrar tekrar çizdiği Çöp Adam’la dostluk kuruyor. Kimi zaman playstation’da yarıştığı oyun arkadaşı, kimi zaman da sırdaşı oluyor. Kerem, Çöp Adam’ın verdiği tüyolar ve yaz-bozun sihirli güçleri sayesinde önce sürekli evlerine gelen ve bir sürü sıkıcı soru soran Sultan Teyze’den kurtuluyor, ardındansa okulda sevdiği kızın, yani Merve’nin dikkatini çekmeye çalışıyor.

Kitabın kurgu sorunları da burada başlıyor. Çünkü Kerem, Sultan Teyze’den kurtulmak için çizdiği ve teyzenin üzerine saldığı kirpiyi çok seviyor ve onu sildikten sonra tekrar canlandırmaya karar veriyor: “Sultan Teyze’yi gönderdikten sonra, kirpiyi tekrar çizdim. Çok tatlıydı. Onu çok sevdim. Benimle kalsın istedim. Onu alıp annemden gizli bahçeye çıkardım. Ağacın dibine yer yaptım. O günden sonra da sık sık yanına gittim.” (s.32-33)

Kerem’in Çerpik adını koyduğu kirpi bahçede yaşamaya devam ettiğine ve yaz-bozun sihirli mantığına göre silinmemiş olması gerekiyor.

Öyle mi acaba? Birkaç gün sonra okulda Merve’nin bakışları Kerem’in yaz-bozuna takılıyor: “’O ne?’ / ‘Yaz-boz!’ / ‘Ne yapıyorsun onunla?’ / ‘Şeyy hiçç… resim yapıyorum.’ / Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Anlamadı tabii. Sanırım o anda aptal gibi görünüyordum. / ‘O zaman bir resim yap da görelim,’ dedi.” (s. 34-35)

Kerem, Merve’ye “resim yapıyorum” açıklaması yapmasına rağmen, Merve onun yaz-bozla ne yaptığını anlamıyor. O kadar ki, Kerem kendini aptal gibi hissediyor. Galiba, Merve gerçekten de yaz-bozda aslında olması gereken kirpi resmini göremiyor. Görseydi, “O zaman bir resim yap da görelim” demezdi, büyük ihtimalle.

Ama küçük bir ihtimal daha var. Yazarın ya da editörün kurgudaki bu boşluğu fark edip soruna bir çözüm bulmaya çalışması ihtimali, yani. Ki kitapta olan da bu. Ne yazık ki çok gecikmiş, çok eğreti bir şekilde:  “Tam uykuya dalacakken birden aklıma geldi. Yaz-bozum nerede? Hemen kalktım. Dolabımı açtım. Hah tamam! Neyse ki orada duruyordu. Çeprik ve Zeynep de çizili halde. Süper. Yaz-bozumu çok iyi saklamalıydım. Çünkü artık Zeynep hiç silinmesin, hep kalsın istiyordum.” (s.71)

Arada neler neler oluyor, yaz-boza neler neler çizilip tekrar siliniyor, ama ancak sayfa 71’de Çeprik’in resminin hep korunduğunu öğreniyoruz.

Bir yaz-bozun boyutu ne olabilir ki? Kitabın başında Kerem, “Bakınırken gözüm yaz-boza takıldı. Büyük defter boyutundaydı.” (s.12) derken yanlışı var, herhalde. Ama aceleyle karar vermeyelim. Kim bilir, belki de Kerem’in çizimleri küçüktür. Öyle ya, Merve ondan bir resim yapmasını isteyince, artık orada olduğunu bildiğimiz kirpinin yanına bakın daha neler çiziveriyor: “Bir bahçe yaptım içine de bir koyun, iki koyun… çizmeye başladım.(…) Bir kuzu, iki kuzu yaptım. Derken bir koyun sürüsü oldu. Çocuklar da yaptım. (s.36)

Kerem büyük defter (yani A3) boyutundaki bir yaz-boza onca şeyi sığdırmakta epey başarılı olsa da, aynı başarıyı Merve’nin ilgisini kazanmakta gösteremiyor. Sonunda, Çöp Adam’ın önerisini dinlemeye, yani Merve’yi kıskandırmaya karar veriyor. ‘Kiminle?’ sorusuna uygun yanıt bulunamayınca devreye yaz-boz giriyor. Çöp Adam Kerem’i yüreklendiriyor: “’Buldum dostum buldum. Çizeceksin. Hadi, beni çizdiğin gibi, şöyle güzel, ama Merve’den daha güzel bir kız çiz,’” (s.52).

Merve’den daha güzel bir kız olabileceği fikrine bile tahammül edemeyen Kerem , yine de çizmeye başlıyor. Ama Çöp Adam, Kerem çizdikçe karşılarında dikilmeye başlayan kızların hiçbirini beğenmiyor:

“’Dostum bu kız şeeeyy biraz kısa sanki boyu,’ dedi. Evet baktım da boyu benim omuzuma anca gelir. / ’Ne yapacağız peki?’ / ‘Sileceğiz.’ / ‘Şeyy pardon,’ diyerek, kızı bir çırpıda sildim. / ‘Dikkat et dostum. Boyu posu biraz daha uygun olsun sana. Hadi…’ / Tekrar işe koyulup, başka bir kız çizdim. Çöp Adam bana doğru eğildi, fısıldayarak ‘Dostum bu ne yaa! Basketbol liginde mi oynayacak bu kız, boyu neredeyse senin iki katın,’ dedi. Baktım, evet haklıydı. Bu da çok uzun olmuştu. / Sildim. Tekrar çizdim. / ‘E bunun da burnu uzun.’ / Onu da sildim. Başka bir kız çizdim. / ‘Bacakları kısa.” / Bu kızı da sildim. (…) / ‘Cadıya benziyor.’ (…) / Çizdim. Çizdim. Bir daha çizdim. / ‘Aaa! Bu kız? Aaa! Aynı Nurten Teyze’ye benziyor.’ (…) ‘Bizim alt kattaki komşu; o kadar şişman ki, merdivenlerden inerken top gibi yuvarlanıyor sanıyorsun,’ dedim. Kahkahayı bastık. “ (s. 55-57)

Alıntılardan yansıyan tablo standart güzellik anlayışına uygun olduğu kadar da ayrımcı. Okur olarak bizi rahatsız etmesi de esas olarak buna dayanıyor. Tamam, 9 yaşındaki bir çocuktan ve onun yarattığı Çöp Adam karakterinden standart ölçülerin dışında uzun, kısa ya da şişman olan, büyük burunlu ya da kısa bacaklı kızları, ‘ideal’ ve ‘örnek’ bir tutumla en az diğerleri kadar güzel bulmalarını beklemiyoruz. Ama yazardan, karakterlerinin özellikle bu tutumlarına ışık tutarken bir amaç gütmesini bekliyoruz.Ve bu amacın hikayeye bağlanmasını, karakterleri daha iyi anlamamızı sağlamasını tabii.

Oysa olan bu değil. Olan çizilen son şişman kızın sinirlenip Kerem ve Çöp Adam’ı bir güzel paylaması: “Kızların hepsi içerde ağlıyor haberiniz var mı? Hepsine bir kusur bulmuşsunuz. Şunlara bak, siz çok mu yakışıklısınız? Ayy biz de size bayılıyoruz di mi?” (s. 57-58)

Bir an, demek  yazarın amacı gerçekçi karakterler yaratmak değil, bu sahne üzerinden ayrımcılık karşıtı bir mesaj vermek diye düşünüyoruz, doğallığında. Didaktik mesajlardan genelde hoşlandığımızı söyleyemeyiz, ama dürüst olmak gerekirse yine de su serpiliyor içimize.

Ta ki bir alt paragrafı okuyuncaya dek:  “Kız resmen çıldırdı, biz de şaşkınlıktan sus pus olduk. Çöp Adam aşağıdan bacağımı dürtmeye başladı. Ağzını kapatıp dişlerinin arasından, tabii kıza çaktırmadan ‘dostummm siiiillllll, siill dostuummmm.’ dedi. Ben de elimi çabuk tutup, kıza çaktırmadan bir çırpıda sildim. Şu kadarını söyleyeyim, kollarını bacaklarını sildim. Kız hala konuşuyordu. Neyse ki gitti. Hıuhhh… Derin bir nefes aldık. / ‘Gitti mi dostum?’ / ‘Gitti gitti. O neydi öyle yaa?’ / ‘Dostum böyle kız olacağına, ömrümün sonuna kadar hiç kız arkadaşım olmasın razıyım.’” (s. 58)

“Böyle kız olacağına, ömrümün sonuna kadar hiç kız arkadaşım olmasın” tanımlaması kız Kerem ve Çöp Adam’ın ayrımcı tutumlarına haklı olarak sinirlendiği için mi, şişman olduğu için mi yapılıyor bilmiyoruz, ama didaktik bir mesaj kaygısıyla yapılmadığından eminiz. 

Eh, yazımızın en başında da belirttiğimiz gibi bir çocuk kitabı illa ders vermek zorunda değil. Öyleyse bizi rahatsız eden ne?

Bizi rahatsız eden bu sahnelerin kitabın hikâyesine nitelikli bir katkı sunmaması. Bizi rahatsız eden bu sahnelerin olumlu ve olumsuz yanlarıyla gerçekçi karakterlerin dünyasına  daha iyi nüfus etmemizi, davranışlarının arka planında yatan olguları daha iyi anlamamızı, kendimizi onların yerine koyarak onlarla birlikte çeşitli deneyimler (yenilgiler ya da başarılar) yaşamamızı sağlamaması.

Dahası tek başına, hikayeye zenginleştirici, nitelikli bir katkı yapmadan kaldıkları için tersinden bir mesaja  dönüşüyorlar. ‘İnsanları ideal güzellik anlayışına göre değerlendirmek, ayrımcılık yapmak meşrudur’ mesajından bahsediyoruz. Bu mesaj, çocuk kitaplarına kör parmağım gözüne serpiştirilen didaktik derslerden daha dolaylı olabilir. Ama bu onu hafifletmediği gibi iticiliğini de ortadan kaldırmıyor.

Kaldı ki aynı mesaj hikâyenin devamında daha da derinleştiriliyor. Güzellik anlayışına uygun bir kız çizmeyi önce beceremeyen Kerem, sonunda onu gece rüyasında görüyor. Rüyasında gördükten sonra da çiziveriyor: “Sanırım onu çizebildim. Sarı sarı uzun saçlaaarrr, biraz kıvırcık…evetttt gözler maviii, beli de incecik vee kıpkırmızı bir elbiseeee, evet işte bu.” (s.63)

Uzunu, kısayı, şişmanı beğenmeyen Kerem beğense beğense bu kızı beğenir tabii: Uzun sarı saçlı, mavi gözlü, incecik belli, üstelik de pantolonlu falan değil, kıpkırmızı elbiseli!

Kız kendini Zeynep olarak tanıtıyor ve Kerem’in Merve’yi kıskandırma planına hemen katılmaya razı oluyor. Merve’yi kıskandırmak için Kerem’in sevgilisi rolüne giriyor.

Başta Kerem’in aklı fikri Merve’de. Ama hikâyeden çıkarabildiğimiz kadarıyla Merve tutarsız, dengesiz ve epey sevimsiz bir tip. Hadi, Tahir’den hoşlanmasını, bu yüzden Kerem’in yakınlaşma çabalarına yüz vermemesini anladık. Ama Kerem’le bir yandan hiç ilgilenmiyorken, yani Zeynep’i aslında kıskanma nedeni yokken, o kıza çelme takıp burnunu kanatmasının nedenini kendimize bir türlü açıklayamıyoruz. Kerem’in ona hediye etmek üzere yaz-bozuna çizdiği kediyi (yani canlı halini) görünce önce sevinçten deliye dönmesini, kedi elini tırmalayınca da Kerem’e düşman kesilmesini de anlamlandıramıyoruz.

Belki de onu olduğu gibi, yani tutarsız, dengesiz ve epey sevimsiz bir tip olarak kabul etmek en iyisi. Zaten Kerem de bir süre sonra “Merve, ahh Merve, onun için her şeye değer.” (s.87) düşüncesinden uzaklaşıyor ve “Tahir geldi. Sırasına oturdu. Dönüp arkasına Merve’ye baktı. Merve yüzünü çevirdi. Belli ki kavga edip küsmüşler, ama niye? / ‘Amaaannn! Bana ne. Küserlerse küssünler.’” (s.112) noktasına geliyor.

Arada neler mi oluyor? Kerem’in ailesi ve Zeynep’in ailesi (evet, Kerem yaz-bozuna kirpinin yanı sıra yalnızca Zeynep’i değil, onun evini, annesini ve babasını da sığdırıyor) arkadaşlık kuruyor ve sık sık birlikte zaman geçirmeye başlıyor. Zeynep’in babası Kerem’in babasıyla tavla oynadıkları yine böyle bir günde iki arkadaş Avatar filmi hakkında sohbete dalıyorlar. Sonunda Kerem yaz-bozuna Avatar’daki kuşlardan birini (evet, kirpi ile Zeynep, Zeynep’in ailesi ve onların evinin yanına) çiziyor. Kuş, sırtına binen iki çocuğu bir geziye çıkarıyor ama giderek uzaklaştığı için Zeynep korkmaya ve ağlamaya başlıyor. Bunun üzerine kahramanımız Kerem, sesini duyuramadığı kuşun boynuna tırmanıyor, kulağına ulaşıyor ve artık dönmeleri gerektiğini söylüyor.

Burada, yeri gelmişken, araya kurguyla ilgili bir not girelim. Kerem, daha önce kuzu, koyun resmi yapıp da okulun bahçesi birden çiftlik hayvanlarıyla dolunca herkes şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş, dahası televizyoncular gelip olayla ilgili haber yapmıştı. Nedense bir apartman dairesinden  (kapısından mı, balkonundan mı, penceresinden mi bilmiyoruz, kitapta yalnızca, “Dışarı çıktık ve bir anda yükseldik.” deniyor. s. 103), sırtında iki çocukla uçuşa geçen kocaman bir Avatar kuşu benzer bir tepki yaratmıyor.

Ama buraya takılmayalım ve asıl konumuza, yani Kerem’in artık Zeynep’i neden Merve’den çok sevmeye başladığına gelelim. Daha önce de öğrendiğimiz gibi kız çok güzel. Kerem’e, Merve’yi kıskandırma planı dahilinde iyi (hatta sevgili gibi) davrandığını da biliyoruz. Etti mi iki neden. Ama fazlası var. Zeynep, onu kuşlu maceranın sonunda kurtarması üzerine Kerem’in elini tutup yanağını öpüyor: “’Beni kurtardın, çok cesursun,’ dedi ve elimi tuttu. Çok garipti. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Sanki kalbimin üstünde kelebekler uçuşuyordu. (…)/ Durun dahası var. ‘Çok teşekkür ederim,’ diye eğilip yanağımı öpmez mi? Evet, Zeynep beni öptü.” (s.112)

Sarışın, mavi gözlü¸ ince belli kızlardan hoşlanan bir erkek çocuğu, edilgen bir şekilde kurtarılmayı bekleyen ve ona kahraman gibi hissettirip, teşekkürünü öpücükle sunan bir kıza aşık olmayıp da ne yapsın?

Böylece geldik kitabın ayrımcı mesajlar vermekle kalmadığı, ayrıca basbayağı cinsiyetçi rol modelleri çizdiğine. Sırf erkeğin isteklerini yerine getirmek, onu sevmek üzere yaratılmış güzel ve zayıf kız. Kızı koruyan güçlü, akıllı ve cesur erkek.

Ama yeri gelmişken araya kurguya dair bir not daha ekleyelim. Kerem ve Zeynep Avatar kuşuyla birlikte sağ salim eve ulaştıktan sonra elektrik kesiliyor ve Kerem’in annesi, Kerem kuşu yaz-bozdan silemeden odaya dalıyor. Odanın içerisi öyle karanlık ki anne kocaman bir kuşla karşı karşıya kalmasına rağmen bir gariplik fark edemiyor. “Annem tam da kuşun önünde duruyordu. Hiiii! Az önce korkudan sıçramıştım ya, silgiyi düşürmüşüm. Yok bulamıyorum. İyice panikledim. Annem kuşu görecek.” (s.109)

Anne koca kuşu göremiyor ya, doğallığında Kerem de silgiyi bulamıyor. Sonunda anne silginin üstüne basıyor, silgi de tekrar Kerem’in eline geçiyor. “Silgiyi bulmuştu. Elinden kaptığım gibi silmeye başladım. Kuş kayboldu.” (s.11)

Kuş kayboluyor ama Zeynep’e, ailesine, evine ve kirpiye bir şey olmuyor. Kerem o karanlıkta onca şeyin çizili olduğu yaz-bozdan yalnızca kuşu silmeyi başarıyor. Büyük yetenek doğrusu!

Tabii kitaba bir de son lâzım. Yazar bunun için Kerem ve Zeynep’i kavuşturmayı seçmiş. Halbuki Zeynep’in kaderi yaz-boza bağlı. Önceki sayfalarda Kerem’le okura Çöp Adam üzerinden duyurulduğuna göreyse yaz-bozun sihri kaleminin bitmesiyle sona erecek. İşte, bu da kurguyu çıkmaza sokuyor.  

Ama mucizeler ne için var?! Bu tür sorunları en kolay yoldan çözmek için olsa gerek. En azından Çöp Adam Konuştu kitabının sonu bize bunu düşündürüyor: “’Nasıl yaa? Ne olacak şimdi? Her şey bitti mi yani? Gidecek misin?’ / ‘Evet dostum… üzgünüm.’ / ‘Hayır Çöp Adam lütfen gitme…’(…) / ‘Peki ya Zeynep? O da mı gidecek?’ / ‘Dostum artık sana söyleyebilirim, bu yaz-bozun bir mucizesi var.’ (…) / ‘Evet. Mucize. Kalemin bittiğinde, o zamana kadar yaz-boza çizdiğin ve en çok sevdiğin kimse, o seninle birlikte bu dünyada kalıyor.’ (…) / ‘Zeynep mi?’ / ‘Bilmem, bunu sen göreceksin.’” (s.114-115)

Kitap Kerem’in Zeynep’in yaz-boza çizdiği en sevdiği kişi olduğunu anlaması, yani yaz-bozun kalemi tükenmiş, sihri de bitmiş olmasına rağmen onu canlı kanlı görmesiyle sona eriyor, dememizi bekliyorsunuz şimdi. Evet, biz de öyle demek isterdik doğrusu. Çünkü öyle olsaydı yukarıdaki “mucize” görevini yerine getirmiş, kurgudaki çıkmaz kolaycı ama yine de az-çok tutarlı bir şekilde çözülmüş sayılabilirdi.

Ne var ki yazar bu sonla yetinmek yerine, onu biraz süslemeyi, taze kavuşturduğu sevdalıları bir de ortak bir tatile çıkarmayı tercih etmiş. Sevdalılar dediğimize bakmayın. Sözü edilen 9 yaşlarında çocuklar. Yalnız başına tatile çıkacak değiller ya. Elbet başlarında anne-babaları da olacak. Ama durun bir noktayı unuttuk. Yok, hayır, Zeynep’in anne ve babasının, tıpkı kaderine razı olup kaybolup giden Çöp Adam gibi yaz-bozun kalemi kadar ömre sahip yaratıklar olduğunu unutan aslında biz değiliz. Bunu unutan yazar ve o unutkanlıkla Zeynep ve Kerem’le birlikte onları da tatile çıkarıyor: “Zeynep’in annesi ve babası da bize geldiler. Çok mutluyduk. İkimizin karnesi de süperdi. Babam hala sürprizinin ne olduğunu söylememişti. Meraktan ölüyorduk. (…)/  ‘Tamam söylüyorum. Haftayaaa… hep birlikteeeee… tatile gidiyoruzzz!’ (…) Hayatımın en güzel tatiliydi. Çok eğlendik.” (s. 122-123)

Şimdi yazımızın en başına dönüyor ve bir çocuk kitabı illa da şu, şu özellikleri taşımak zorunda değil, eğer şu şu niteliklere sahipse diye yinelemek istiyoruz.

Çünkü Çöp Adam Konuştu bu çok bildik niteliklerin hiçbirine sahip değil. Baştan sona okuduktan sonra yazarın ne anlatmaya çalıştığı üzerine epey bir süre düşündük. Bir sonuca varamadık. Amacının ayrımcılık içeren mesajlar vermek, cinsiyetçilik yapmak olduğunu hiç mi hiç düşünmüyoruz. İyi niyetle hareket ettiğinden de kesinlikle eminiz.

Buna rağmen sormadan edemiyoruz: Çizilen resimlerin maddileşmesinden öte ilginç, özgün bir fikriniz yoksa, belli bir hikayeye ‘onu mutlaka anlatmalı/paylaşmalıyım’ dedirtecek/hissettirebilecek kadar inanmıyorsanız, okura farklı dünyalara, bakış açılara, düşüncelere ya da deneyimlere kapı aralamayacaksanız niye çocuk kitabı yazmak için acele ediyorsunuz? Hele de kendince bulduğunuz fikri, kendince anlattığınız hikâyeyi iç tutarlılığı olan bir kurguya oturtmak için gereken zamanı harcamayacaksanız?

Bunlar acımasız sorular; farkındayız. Ama madem Çöp Adam Konuştu, bize, çocuk okura bir şey söylemesini istemek de hakkımız. ‘Eğlencelik bir kitap, işte’ diye geçiştirebilirsiniz. Ama eğlencelik kitapların bile uymasını beklediğimiz kriterler var. Ayrımcı ve cinsiyetçi mesajlar taşımamak gibi mesela…

Ama uzatmayalım. Çöp Adam konuştu, konuştu, boşa konuştu diyelim ve bu yazıyı, gelecekte Nevin Avan Özdemir’den daha titiz bir editörlük, genç yazar Özlem Atasoy’dan da yeni, daha nitelikli çocuk kitapları beklediğimize dair umutla bitirelim.

Not: Vurgular bize ait.

6 Kasım 2012 Salı

Röportajda bir ilk ya da Kitedit'in ilk röportajı


Hayali: Kitedit, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında faaliyet gösteren diğer girişimlerden oldukça farklı, yeni bir blog. Nasıl tepkiler aldınız?

Kitedit: Her şeyden önce başta beklediğimizden daha fazla tepki aldık. Günün birinde okunacağımızı, tartışılacağımızı ve ciddiye alınacağımızı biliyorduk, ama bunun bu kadar çabuk gerçekleşeceğini ummuyorduk. Okurlarımız her yeni yazıyla birlikte artıyor, üstelik daha ilk yazıdan itibaren çok çeşitli (ama hepsi alanla ilgili) kişi ve kuruluşlardan çok güzel mesajlar aldık. Kimisi mail yoluyla kutluyor, kimisi isimsiz yorum yapıyor, kimisi yorumunun haricinde bize özelden alanla ve yazılarla ilgili düşüncelerini yazıyor. Cesaretimizi öven de, anonim kalmamızı eleştiren de oldu. Ama genelde gerçek bir ihtiyacı karşıladığımıza dair olumlu tepkiler geliyor. En güzeli: Katkılar almaya başladık. Bize yazı yazanların yanısıra, logo tasarlayan (yakında kullanmaya başlayacağız), hatta bloğumuzu teknik olarak amatörce bulup (aslında açık açık kötü sözcüğünü kullandı), daha modern ve etkili bir sayfa için destek teklif eden var. Facebook ve Twitter’deki varlığımız da bu sayede gerçekleşti.

Hayali: Peki kitaplarını eleştirdiğiniz yazar ve yayınevleri?

Kitedit: İşte, o cephede tam bir suskunluk hakim. Henüz cevap hakkını kullanan (bizim blog buna açık olduğu gibi, pekala kendi mecralarını da kullanabilirler) çıkmadı. Söyleyecekleri sözleri olmadığından mı, yanıt versek o yazılara daha fazla dikkat çekeriz korkusundan mı bilmiyoruz. Bizim yorumumuz, eleştiri kültürünün belli bir olgunluk ve kendine güven gerektirdiği. Ne yazık ki bu konuda hâlâ çok zayıfız.

Hayali: Şimdiye kadar 12 yazı yayınladınız. Özellikle bazı yayınevlerinin kitaplarına daha fazla eğilmeniz rastlantı mı? Bu objektifliğinize gölge düşürmüyor mu?

Kitedit: Hem rastlantı, hem değil. Rastlantı, çünkü şu ya da bu yayınevinin, şu ya da bu yazarın kitaplarını eleştirmek üzere yola çıkmadık. Rastlantı değil, çünkü bildiğimiz, okuduğumuz, çok tanıtıldığı, çok reklamı yapıldığı için dikkatimizi çeken kitaplar genelde ismi cismi duyulmuş belli yayınevlerinden çıkıyor. Yazarımız Uğur Y.’nin de bir önceki yazısında belirttiği gibi, bugün sektördeki bazı yanlış eğilimler de bu yayınevleri tarafından belirleniyor. Doğal olarak eleştiri oklarımız onlara yöneliyor.

Bunun objektifliğimize gölge düşürdüğü savınıza gelecek olursak. Biz edebiyat eserlerinin niteliğiyle ilgileniyoruz. Ve bu nitelik onu yüz defa övseniz de yüz defa yerseniz de değişmiyor. Objektif olup olmadığımızı anlamanız için yazılarımızda neyi eleştirdiğimize bakmanız gerekiyor. Bu eleştiriler desteksiz mi, haksız mı, öylesine ortaya atılmış karalamalar mı, değerlendirmeniz gerekiyor. 
  
Buradan bakınca kriterlerimizi görmek hiç de zor değil. Yazıların okunurluğunu güçleştirmek pahasına gerekçeli, alıntılarla desteklenen eleştiriler yapmaya özen gösteriyoruz. Bize dışarıdan gelen yazıları bu açıdan yetersiz ya da zayıf bulduğumuz zaman eliyoruz. Tüm eleştirilerimiz ciddi bir okuma ve araştırma sürecinin ürünü, kesinlikle çala kalem, üstün körü, sırf eleştirmiş olmak için yazılar yazmıyor/yayınlamıyoruz. Bizim objektiflik ölçümüz bu: Tanıtım yazılarının ve reklamların yarattığı pembe sis perdesinin arkasındaki gerçeği bulmak ve adını koymak.  

Evet, ad koyarken kalemimizi korkak alıştırmıyoruz. Neyi görüyorsak onu söylüyoruz. Öte yandan çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yüzlerce yayınevi var, piyasaya durmadan yeni kitaplar sürülüyor. Hepsine eşit ölçüde yetişmemiz imkânsız. Öyle bir “adalet” kaygımız da yok. Bizim eleştirdiğimiz kitaplardan çok daha ağır zayıflıklar barındıran yığınla kitap olduğunun farkındayız, elbette. Ama bu eleştirdiğimiz kitapları zaafsız hale getirmiyor. Kaldı ki, sürekli belli yayınevlerinden çıkan kitapları tümüyle desteksiz, gerekçesiz şekilde, hatta kimi zaman maddi-manevi çıkar karşılığında tanıtan, övenlerin objektifliğinin tartışılmadığı bir ortamda, böyle bir eleştiriyle karşılaşabileceğimizi de sanmıyoruz.

Hayali: Kitedit’in hedef kitlesi kim? Şu anki okurlarınız ile hedef kitleniz örtüşüyor mu?

Kitedit: Çocuk ve gençlik edebiyatını şekillendiren, gelişmesine katkıda bulunan kesimleri hedefliyoruz. Bunlar yazarlar, çevirmenler, editörler, eleştirmenler ve yayınevi çalışanları öncelikle. İkinci halkayı da çocuk ve gençlik edebiyatının gerçek alıcısı olan anne-baba ve öğretmenler oluşturuyor. Eğitimin içeriği egemen güç tarafından belirlendiği, ama edebiyatın bundan bağımsız ve özgür olması gerektiğine inandığımız için çocuğun hangi kitapları okuyacağı konusundaki seçimin öğretmenlere bırakılmaması gerektiğine inanıyoruz. Öğretmenin ve kütüphanecinin rolü okumayı sevdirmek, okuma alışkanlığını geliştirmekle sınırlı olmalı. İlerde bloğumuzda bunun yöntemleriyle ilgili yazılara da yer vermeyi, ya da doğrudan öğretmen ve kütüphaneciye hizmet/destek veren kardeş bir blog açmayı planlıyoruz.  

Çocuk ve gençleri şimdilik hedeflemiyoruz.  Halbuki öyle bir ihtiyaç da var. Yani doğrudan çocuğa seslenen nitelikli bir edebiyat sitesi, dergisi ya da bloğuna. Keşke bu ihtiyacı karşılayacak gücümüz, zamanımız olsa. Ama ne yazık ki, hedef kitlemizle az çok örtüşen şu anki okuyucu kitlemizin ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanıyoruz.

Hayali: Peki, bu işe ne kadar zaman, emek ve kaynak ayırıyorsunuz? Eleştirdiğiniz kitapları nereden ediniyorsunuz? Size kitap yollayan yayınevi ya da yazarlar var mı?

Kitedit: Bize kitap yollayan yazar ya da yayınevi olmayacağını zaten biliyorduk. Olmamasını da istiyoruz. Bağımsızlık ve objektiflik biraz da çıkar ilişkileriyle ilgili. Bu işten hiçbir çıkarımız yok. Böyle kaldığı sürece de çok rahat ve huzurluyuz. Kitapların bir kısmı zaten kütüphanemizde var, ayrıca her hafta kitapçıları gezip yeni çıkan kitapları tarıyoruz. Dikkatimizi çekenleri alıyoruz. Belki büyük masraflar yapmıyoruz, ama bu işe büyük zamanlar ayırıyor ve küçümsenmeyecek bir emek veriyoruz. Tabii, her şey göreceli. Belki de başka başka işlerimiz, sorumluluklarımız olduğu için harcadığımız zaman ve emek gözümüzde büyüyor. Ama daha şimdiden buna değdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hayali: “Buna değdi” ile tam olarak ne kastediyorsunuz?  Kişisel tatmin mi? Başka bir şey mi?

Kitedit: İşin içinde kişisel tatmin yok, desek yalan söylemiş oluruz. Çocuk ve gençlik edebiyatı konusundaki birikimimizi değerlendirmek istiyoruz. Etik, ilkeli ve alana yarar sağlayacak şekilde. Kitedit bir blog, onu düzenli yazılarla besleyen küçük grup zaman içinde çoğalsa da, günden güne daha çok okura ulaşsa da etkisi hep sınırlı kalacaktır. Ama biz bu sınırlı etkiyi önemsiyoruz. Çocuk ve gençlik edebiyatının, çocuk ve gençlik kitapları yayıncılığının çeşitli sorunları konusunda demokratik bir bilincin oluşmasını sağlamak derdimiz. “Buna değdi” derken de daha şimdiden bu bilince katkı sunduğumuza dair tepkiler, işaretler aldığımızı kastediyoruz. Bu da bizi tatmin ediyor, isimsiz kişiler olarak!

Hayali: Sahi, isimsizliğiniz, anonimliğiniz  konusunda bize neler söylemek istersiniz?

Kitedit: Doğrusunu merak ediyorsanız, başta (Niçin Kitedit? başlıklı çıkış yazımızdan da kontrol edilebileceği gibi), belli bir güven oluşturduktan sonra, Kitedit yazarları olarak ismimizle cismimizle ortaya çıkma planımız vardı.  Ama Hülya Soyşekerci’nin başlattığı tartışmayla birlikte, anonimliğin, isimsizliğin tümüyle meşru, demokratik bir hak olduğu bilincinin ne kadar zayıf olduğu gerçeği karşımıza çıktı. Bu da bizi, bu hakkı savunmak adına  isimsizliği, anonimliği bir süre daha koruma düşüncesine itti. Aslını isterseniz bizim kim olduğumuzu bilen kişi sayısı hiç de az değil. Evet, yazılarımızın üstündeki, altındaki ismiyle değil içeriğiyle değerlendirilmesini istiyoruz. Ama bazen yüz yüze geldiğimiz kişisel sohbetlerde soruyorlar, biz de söylüyoruz. Kimliğimizi ilkesel olarak ilan etmeyeceğiz şimdilik ama saklama telaşında da değiliz.    

İlkesel derken, daha önce de sezinlediğimiz ama ancak bloğa başladıktan sonra iyice bilince çıkardığımız bir olgu kast ediyoruz. Sonuçta anonimlik sektörü sarmalayan çıkar ve ahbap-çavuş ilişkilerine karşı bir zırh da sağlıyor bize. Zırha ihtiyacınız var mı ki, diye sorulabilir. Dürüstçe cevap verelim: Evet var. Aksi durumda, iyi niyetinden şüphe etmediğimiz, alandan tanıdığımız, sizin bizim gibi birçok kişi, suya sabuna dokunmayan tanıtım yazıları kaleme almak yerine, reklam gelirlerine, sosyal statüye, pohpohlanmaya, maddi-manevi çıkarlara, iyi niyete (çünkü bazen cehenneme giden yol gerçekten de iyi niyet taşlarıyla döşeli...) hiç bakmadan gerçek eleştiri yazıları yazıyor olurdu.

Hayali: Son olarak, Kitedit'in eksik kaldığını düşündüğünüz bir nokta var mı?

Kitedit: Olmaz olur mu?! Yalnızca olumsuz eleştiriler yapmamız aslında bir eksiklik. Bunu desteksiz övgü ya da yüzeysel tanıtım yazılarıyla aramızdaki farkı belirginleştirmek, biraz uç bir deyimle “ahlaksız tekliflerden” korunmak için bilinçli tercih ettik. Ama elimize bizi heyecanlandıracak denli iyi kitaplar geçtiğinde çok üzülüyoruz. Bu sık olmuyor ve tam da sık olmadığı için daha fazla üzülüyoruz. Çünkü aslında reklam ve tanıtım yazısı kuşatmasından en fazla etkilenen bu kitaplar oluyor. Övülen onca sıradan, tonlarca zaafla malul eserin yanında kaybolup gidiyorlar. En iyi ihtimalle övülen onca sıradan, tonlarca zaafla malul kitapla birlikte ve aynı yüzeysel şekilde anılıyorlar. İşte, objektifliğimiz bu açıdan sorgulanabilir. Çünkü sapla samanın birbirine karıştığı bir ortamda zaafa, zayıflığa, olumsuzluğa adını koymak önemli, ama ne yazık ki yetmiyor. Biz önceliğimizi buna verdik. Ne var ki birilerin iyiye de ad koyması gerekiyor. Evet, bu yönlü çabalar tümden yok değil, ama keşke daha çok kişi bu işi hakkıyla yapsa!

Hayali: Anonim kişiler olarak hayali bir gazeteciyle, mizansen bir röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Kitedit: Gerçek görüşlerimizi açıklamamıza vesile oldu, bu açıdan hayali bir gazeteciyle mizansen bir röportaj yapmakta sakınca görmedik. Aksine, keyif aldık. Fırsat olursa, önümüzdeki süreçte tekrarlamaktan da çekinmeyeceğiz.