21 Şubat 2013 Perşembe

Didaktik çocuk kitaplarına herkes karşı, iyi satmadıkları sürece…


Son yazımızla bir ilgisi var mı bilmiyoruz, ama onu izleyen günlerde çağdaş çocuk edebiyatındaki sorunların kolayından öğretmen kökenli yazarlara fatura edildiğine ve bunun haksızlığına dair görüşlere çeşitli yerlerde rastlar olduk.

Kuşkusuz ki Türkiye çocuk edebiyatının bugünkü durumunu öğretmen kökenli yazarlar üzerinden açıklamak doğru değil. Hangi meslekten olursa olsun herkes çocuk kitabı yazabilir, bu alanda başarı sağlayabilir. “Çocuk”la içiçe çalışan kimselerin, yazınsal verimlerini de bu alanda sürdürmeye eğilim göstermelerinde de tuhaf ya da yanlış bir şey yok.

Tuhaf ve yanlış olan, tüm büyük çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncıları ‘didaktik çocuk kitaplarına karşıyız!’ diye ağız birliği ederken,  pedagojik yaklaşımın kendini Türkiye çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında hâlâ bu kadar kolay üretebilmesi.  Ki bunun nedeni bizce böyle kitapların özellikle yazılmasından ziyade böyle kitapların özellikle seçilmesinde düğümleniyor.

Kütüphaneciler kitap ve edebiyatla iç içedir. Tıpkı öğretmenlerin kitap ve çocukla iç içe olduğu gibi. Kütüphaneciyseniz ve edebiyatı seviyorsanız, yazınsal denemelerde bulunmanız hiç de uzak bir ihtimal değil. Ama denemelerinizin bir edebiyat eserine dönüşmesi, kitap halini alması oldukça uzak bir ihtimal. Bu uzak ihtimalin gerçekleşmesininse kütüphaneci kimliğinizle bir ilgisi bulunmaz, genellikle. En azından yetişkin edebiyatı alanında hal böyle.

Peki, aynı şeyi çocuk edebiyatı ve öğretmen kökenli yazarlar için de söyleyebilir miyiz?

Kararsız mı kaldınız? Öyleyse başka bir soruya geçelim. Sizce bir yazar kitabının önsözünde kimlere seslenir? Okurlarına, mı dediniz? Yoksa, söz konusu çocuk kitabı yazarıysa genel olarak çocuklara da seslenebilir, diye mi düşünüyorsunuz? Evet, bizce de her ikisi akla yatkın.

Ama ya o yazar öğretmen kökenliyse? Bu durumda o yazarın çocuk kitabına, “Sevgili Öğrencilerim,” diye başlamasını doğal mı karşılarsınız?

Açıkçası biz doğal karşılamıyoruz. Geçmişte böyle yapmış edebiyatçılar olmuş mudur, aralarında usta isimler var mıdır, bilmiyoruz. Zaten geçmişte böyle yapanları tartışmıyoruz. Bugün, yani 2000’li yıllarda, hâlâ çocuklara okurdan önce öğrenci gözüyle bakan yazar ve yayıncıların yaklaşımını tartışıyoruz.

“Sevgili Öğrencilerim,” diye başlayan ve “Sizleri çok seviyorum… Önce Sevgili Atatürk’e, sonra, size ve bana emek veren tüm öğretmenlerimize borçluluk duyuyorum,”  gibi cümlelerle boyutlanan, örneklediğimiz Önsöz, Nisan 2012’de Can Çocuk’tan çıkmış Şahsene Camız’ın Bücürük ve Büyücü Ablası adlı kitaba ait.

Aslını isterseniz sözümüz yazara, ya da en azından yalnızca yazara değil. Sayın Camız’ın 20 yıldan uzun öğretmenlik geçmişinin kendini yazınsal veriminde bu kadar (didaktik) hissettirmesi yanlış elbette. Ama bir parça da anlaşılır. Üstelik Şahsene Camız yukardaki satırları yazarken büyük ihtimalle son derece samimi de. Tıpkı benzer önsözlere ya da benzer içeriklere sahip başka başka didaktik çocuk kitabı yazarlarının samimiyetinden ve içtenliğinden şüphe etmediğimiz gibi.

Ama onlar samimi ve içten diye, onların kitaplarını yayınlayanların tutumunu da öyle kabul edeceğiz diye bir şey yok. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının geleceğine etki edebilen, onu yönlendirebilecek güce sahip bir yayıneviyseniz (ki Can Çocuk bu yayınevlerinden sadece biri) bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmeniz beklenir.

Beklentimizi somutlayalım. Çağdaş Türkiye çocuk edebiyatının belli edebi nitelikler taşıması ve didaktik yaklaşımların da aşılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Yayınevi olarak kendinizi edebiyat alanında mı konumlandırıyorsunuz/tanımlıyorsunuz? Çocuk edebiyatını geliştirmek, ileri taşımak iddiasıyla mı hareket ediyorsunuz? O halde yayınladığınız kitaplar da bu çerçevenin içine oturmalı, bu iddiaya uymalı.

Kuşkusuz, yayınlanan kitaplar içinde zayıflıklar ya da zaaflar taşıyanlar da çıkacaktır. Ama açık bir şekilde ret ettiğiniz bir yaklaşımı açık ve net bir şekilde yansıtan kitaplar (da) basmak, zayıf ya da zaaflı kitaplar (da) basmaktan farklı bir şeydir.

Buradan geldik yine örnek kitabımız Bücürük’le Büyücü Ablası’na.  Altıncı  yaş gününü yeni kutlamış küçük bir kızın gündelik yaşamını konu eden eserden birkaç (tamam, dürüst olalım, birçok) alıntı yapalım:

“Okulum kocamaaan! Bahçesi de çok ama çok geniş. Çeşitli oyuncaklar hatta kaydırak bile var. Sevgili Atatürk’ün alçıdan yapılmış başını (buna büst dediğini daha sonra öğrendim) ve iki yanındaki yazıları gördüm. Bana bakıyordu o güzel gözleriyle. ‘Oku kızım! Okumalı, bilgili ve çok başarılı olmalısın!’ diyordu sanki bana. ‘Okuyacağım. Çok bilgili ve başarılı olacağım, söz Ata’m!’ dedim içimden.” (s. 43)

“Okulda olmak gerçekten çok güzel! Bugün harika bir çocuk şarkısı öğrendik. ‘Ata’mıza sevgimizi anlatıyormuş. Sözleri şöyle: Atatürk ölmediii/Kalbimizde yaşıyor!/Bu uygarlık savaşındaaa/Bayrağıı o taşıyoor!/Bayrağıı o taşıyoor! (…)Sevgili Atatürk’ümüzü anlattı yine öğretmenimiz. Bugünleri O’na ve silah arkadaşlarına borçlu olduğumuzu…” (s. 55)

“Sabah kalkınca annem: -Efsun’cuğum bugün, çok sevdiğimiz Ata’mızın ölüm günü, dedi. –Ama O şimdi ölmedi ki! – Elbette şimdi değil! Çünkü o, bizimle yaşıyor. O’nu çok seviyoruz ya. İnsanlar unutulursa ölürler bir tanem! Suratını asma. Geleceğin Atatürk’ü sizlersiniz. O’nu gerçekten seven, çok çalışır, unutmamalısın bunu. – Nasıl unuturum anneciğim, böyle güzel anlatırsanız?” (s. 56)

Ağaçların tümü çok güzel. Bize onlar oksijen veriyormuş. Yaşamımızın sürmesi için çok gerekli bir şeymiş oksijen. Sonra, beşikten mezara ondan yararlanıyormuşuz. Benim anlamadığımı fark edince, ‘Doğumdan, ölüme dek yani yaşamımız boyunca onlar bize çok gerekli, tatlı Büyücüm benim!’ dedi anneciğim.” (s. 62)

“Karnemi alıp öteki dedemlere gittik. Kocaman ailemiz kutladı tek tek. Küçük armağanlar almışlar, bazıları da para verdi. Ne güzel! Her zaman karnem güzel olmalı, diye düşünüyordum. ‘Böyle olsun da yine bana böyle güzel armağanlar alsınlar!’ deyivermişim. Anneciğim düzeltti hemen, “Armağan için değil, bilgili ve başarılı bir insan olmak için çalışmalısın. Bu, senin sorumluluğun bir tanem!’ dedi.” (s. 67)

“Bilmecede ne diyordu? Soğuk güldürürmüş ama sıcak öldürürmüş. Annem de söylemişti, güneşin ısısı yükseldikçe erirmiş kardan adamla kardan kadın. Öğretmenimiz de, ‘Unutmayın çocuklar, yaşayabilmek için güneşe çok gereksinimiz var. Tüm canlıların da öyle!’ demişti bize. /Bizi yaşatan güneşimiz, onları öldürüyormuş, yazık! Neden böyle acaba? Bunu da anlatır babam ya da annem, bana. Çocuk olmak çok güzel ama bir şeyleri hep sorup öğrenmek zorundayız. Ama gelecek yıl kitaplarımdan öğrenirim her bir şeyi. Yaşasııın okul! Yaşasıın kitaplar!” (s. 77)

“Biliyor musunuz, iki kişinin ikisi de aynı ebemkuşağını göremezmiş, Yani Bücürük’ün gördüğüyle benimki aynı değilmiş. Beni şaşırtan öyle şeyler öğreniyorum ki. Öğrenmek ne güzel şey!(…) Tüm dünya insanları çok severmiş onu. Umut ve şans sembolü olarak kabul ederlermiş. Sibirya’da ‘Güneş’in dili’ olarak düşünülürmüş.” (s.82)

“Ülkemizin güneyinde olduğumuz için böyle ılıkmış kışlarımız. Annem, kollarımı açtırdı. Sağ kolumu güneşin doğduğu yöne uzattım. Sağ kolumun gösterdiği yön, doğuymuş.  Çok sevdiğim güneş, oradan doğuyormuş. Sol kolumun gösterdiği yön, batıymış. Sevgili güneş oradan batıyormuş. Yüzümü döndüğüm yön kuzey, sırtımı döndüğüm yön de güneymiş. Yönleri öğrendim bugün, ne güzel. Her gün, yeni bir şey öğreniyorum ben. Neydi? Doğu, bazı, kuzey ve neydi anneciğim? Güneey! Güneey! Yaşasıın!” (s. 86)

Ölüdeniz, dünyanın en güzel yerlerinden, en temiz denizlerinden birisiymiş. Bakınca renkli kalın çizgiler görülüyor; yeşil, mavi ve koyu mavi. Pardon, söylediğim o son rengin adı, lacivertmiş. Hatta denizde ‘mor’ bir çizgi bile görülüyordu.” (s. 90)

“Yıllarca, Rumlarla Müslümanlar burada dostlukla yaşamışlar. Cumhuriyet döneminde, komşumuz Yunanistan’la bir anlaşma yapmışız. Buradaki Rumlar Yunanistan’a gitmiş, oradaki Türkler buraya gelmiş. Yamaçtaki o iki bine yakın evde pek oturulmamış.” (s. 96)

“Öyle çok sevindim ki! Hemen açtım paketi. Elbette, annemin öğrettiği gibi önce teşekkür ettim, yanaklarını öptüm onun. Paketten ne çıktı dersiniz? Bir kumbara! Anlattılar annemle birlikte. Bana verilen paraları biriktirmem gerekiyormuş. ‘Damlaya damlaya göl olur!’ dedi dedem. Allah, Allah! Bu büyükler de ne çok şey biliyorlar! Bu da ‘atasözü’ymüş. Aynı deyimlerimiz gibi, bilmecelerimizin bazıları gibi bize miras kalmış.” (s. 105)

Doğrusu bu kadar alıntıdan sonra ofladığınızı duyar gibi olduk. Sahi, sıkıldınız mı?  Yoksa kendinizi birden ilkokul sıralarına geri dönmüş gibi mi hissettiniz? Belki nostalji yapmak hoşunuza bile gitti. Fena mı, Atatürk sevginizi tazelediniz, bilmece-bulmacalar, atasözleri dinlediniz, yönleri hatırladınız ve Ölüdeniz’den mübadeleye okul zamanınızdan kalma birçok genel kültür bilginizi sınadınız.

İyi de, bu bir edebiyat eleştirisi! Eleştirilen de bir çocuk kitabı. Ama didaktik cümlelerle o kadar doldurulmuş ki, edebiyata pek az yer kalmış. Tabii akıcı bir dil ve küçük bir kızın yeni doğan kardeşini önce kıskanmasına,  sonra da bu kıskançlığın saçmalığına öylece ayırdına varmasına dayanan bir kurgu (pek az da olsa) edebiyat demek için yeterse. Derinlikli bir edebiyat eleştirisine yetmediği kesin ne yazık ki…

Hadi, kurgunun nasıl çözüldüğünü göstermek için size bir alıntı daha: “Kardeşim, sabahları beni karşısında görünce şaşırıyor. Yatağından inip yanıma geliyor, yorganımı açıp içine giriveriyor. Ben onu gıdıklıyorum, o da kıkırdıyor. Annemle babam gelince bizi böyle buluyorlar. Onlar da ikimizi kıkırdatıyorlar. Ben, ailemi dünyalar kadar se-vi-yo-rum! Ben, kardeşimi kocaman kocaman dağlar denli seviyorum!” (s. 72)

Doğrusu Atatürk’ü, ailesini, ağaçları, kitapları, o yaşta bir çocuk için öğretmenlerce iyi ve faydalı görülen her şeyi bu kadar seven,  bu kadar bilgiye susamış, Türkçenin inceliklerini öğrenmeye bu kadar can atan o küçük kızı kafamızda değil gerçek bir çocuk, bir edebiyat metninin kahramanı olarak dahi canlandıramıyoruz. Gözümüzün önüne gelen öğretmeninin göz bebeği örnek bir ilkokul öğrencisi bile sayılmaz. Olsa olsa onun karikatürü.

Peki, çocuk edebiyatında didaktik yaklaşımı sözde daima eleştiren yayıncılar böylesi bir çocuk kitabı kahramanında ne bulmuş, ne keşfetmiş olabilirler? Okulların okuma listelerine giriş biletini cebinde taşıdığını mı?

İşte biz bu tutumu samimi bulmuyoruz. Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yayınevleri de ticari kurumlar. Onlar da acımasız piyasa kurallarında iş yapmak zorundalar. Kimi zaman satış politikalarının edebiyatı nasıl gölgelediğini hepimiz görüyor, izliyoruz. Ama madem tek başına ticaretle doldurulamayan bir duruşları, misyonları var ve bunu kendileri söylüyorlar, her zaman edebiyatın satışın önüne geçmesini sağlayamazlarsa da (ki bizce bunu sağlamak bir edebiyat yayıncısının en temel görevi), hiç değilse satış politikalarının çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine zarar vermesine göz yummamalılar. 

Sözümüz elbette yalnızca Can Çocuk’a değil. Bu alanda kendini en nitelikli, en öncü, en uzman gören yayınevleri son dönemde yayınladıkları kimi kitaplara bu gözle samimiyetle dönüp baksalar, bir çoğu en az Can Çocuk kadar bu yazının muhatabı olduklarını görebilirler. Onların görmediğini / göstermemeyi yeğlediğini ise biz gözler önüne sermeye devam edeceğiz. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının yalnızca sözde değil, gerçekten de didaktik yaklaşımdan arınmaya ihtiyacı var. Ve bunun tek yolu, (kendimizi yeniden ve bıkmadan tekrarlamaktan yorulmayacağız) çocuk ve gençlik kitabı yayıncılarının okul eksenli satış politikalarından vazgeçip, okura ulaşmanın alternatif yollarını (kitapçı satışı, edebiyat festivalleri, kamusal alanda yaratıcı okuma faaliyetleri vb.) kullanmaları, bu yolları aramaları, gerekirse de yaratmaları.*

* Belki bu yazımızın konusuna girmiyor, ama son sansür ve özellikle de otosansür uygulamaları da doğrudan bu çarpık satış politikasından besleniyor...

Not: Vurgular bize ait.

3 yorum:

  1. Yazıyı bir solukta okudum. Tüm eleştirilerinize katılmakla birlikte, bence bir çocuk kitabında Atatürk vurgusunun bu derece yoğun yapılması ayrıca ele alınmalı ve daha fazla eleştirilmeli.
    Kitabın kahramanı olarak bize sunulan çocuk tipinin, tüm olumlu özelliklerinin yanı sıra Atatürk hayranı oluşu neyi ifade ediyor? Bu özellik olmadığında özdeşleceğimiz kahraman eksik mi kalacak?
    Ya da başka türlü bir soru; bir Ermeni ya da Kürt çocuğu bu kitabı okuduğunda neden bu "kahraman" ile özdeşleşmek istesin? Bu kitap, Atatürk'ü kendi etnik başöğretmeni olarak görmeyen birine ne anlam ifade eder? Yoksa amaç, bu olguyu (Atatürk'ün tartışmasız herkesin önderi olduğu olgusunu) yaymanın bir aracı olarak mı düşleniyor bir çocuk kitabı?
    "Atatürk sevgisi" teması bu ve benzeri kitaplara edebi kaygılardan çok, güncel siyasi kaygılarla yerleştirilmiş temalardır.
    Atatürk'ü tartışmak ya da küçümsemek değil amacım. Ama yapılan şey edebiyat değil, propaganda oluyor bir noktadan sonra. Didaklikliği de aşan bir durum bu. Hatta daha derin bir tartışmaya girişirsek bu tutumun bir ucu milliyetçiliğe kadar varır.
    Çocuk kitaplarında nasıl dinsel gericiliğin propagandasına karşıysak, aynı şekilde bu tür örneklere de karşı çıkmak zorundayız.
    Uğur Y.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eleştirinize katılıyorum. Çok sayıda çocuk ve gençlik kitabı okuyorum ve bazılarını okurken sıkıntıdan patladığımı açıkça söylemeliyim. Yazar, yazarken, kendisi sıkılmıyor mu diye düşündüğüm kitaplar oluyor. (Lütfen yanlış anlaşılmasın, yukarıda sözünü ettiğiniz kitapla ilgili yazmıyorum, o kitabı okumadım. Genel olarak ele alıyorum konuyu...)

      Diyelim ki yazarı olarak metni sıkılmadan yazdık. Peki sonra farklı açılardan düzeltme amaçlı okumalarımızı sıkılmadan kaç kez yapabildik? On defa? Yirmi defa? Yüz defa okuyabildik mi metnimizi, aynı dikkat ve heyecanla? Kendimiz okumaktan sıkılıp işi editöre devrediverdiysek, okurumuzun o kitabı merakla ve severek okuyacağını ummak, mucize olmaz mı? Bence metninin okurlar için sıkıcı olup olmadığını yazarın nasıl anlayabileceği konusunda bir ölçüt olabilir, uzun bir süreçte kendi kendine defalarca okumalar...

      Ama burada sözünü etmek istediğim asıl konu, metninin didaktizmde boğulup boğulmadığını anlamak için yöntem sunmak değil de, didaktizme hayır derken, karşısına hangi seçeneği getirdiğimiz...

      Terbiyeli, cici, uslu, her şeye "Aaa, ne güzel, harika, çok beğendim, hemen öğreneceğim, ders çalışacağım, yüzümü yıkayacağım," diyen mükemmel çocuk tiplerine karşı, tam tersi tipler yaratmak gerektiğinin anlaşıldığını düşünüyorum, okuduğum kitaplardan. Yani aile büyüklerini, öğretmenlerini aşağılayan, onlarla eğlenen (kafa bulan!), yaşı küçük aklı bayağı büyük, ukala, şımarık, diliyle ve yaptıklarıyla yaşının yanından bile geçmeyen, çok bilmiş, her şeye karşı çıkan, ağzı bozuk, toplumsal kuralları hiçe sayan çocuk kahramanlar...

      Yani iki uç nokta arasında kocaman bir aralık var. Aslında o aralıkta durmalıyız belki, ama işte o aralıkta neler var, bunların konuşulması, anlaşılması gerek. Yoksa, siyahın karşılığı beyaz deniyor ve renkler kayboluyor. Soğuğun karşılığı sıcak deniyor ve ya üşüyoruz ya sıcaktan patlıyoruz. Cicinin karşılığı kaka olmalı mı olmamalı mı?

      Ya da... Asıl merak ettiğim... Karşısına ölçütler getirilerek, neler yapıp neler yapmaması gerektiği anlatılarak, nasıl yazıp nasıl yazmayacağı öğretilerek "yazar" olunabilir mi?

      Yazar kimdir, kim değildir?

      Sevgilerle,
      Aytül Akal

      Sil
  2. Merhaba
    Harika bir yazı. Bütün duygularıma düşüncelerime tercüman olmuş. Bu kitaplar çocuğa tepeden bakan ''bak sen çocuksun, birşey bilmezsin, ben sana şimdi nasıl davranman gerektiğini nasıl düşünmen gerektiğini öğreteceğim'' yaklaşımını sergiliyor. Çocuğa saygıları pek az. Ben bunu doğru bulmuyorum. Bizim sevmediğimiz, okumaktan zevk almadığımız bir kitabı çocuk hiç sevmeyecektir. Kaleminize sağlık.
    Saygılarımla

    YanıtlaSil