10 Ocak 2013 Perşembe

Sansüre karşı birleşelim! Ya bu taşın altına elimizi koyacağız, ya bu taşın altında ezileceğiz!


Kitedit bambaşka bir yazıya hazırlanırken sansür skandalı patlak verdi. 
Önce Yunus Emre’nin Cennet cennet dedikleri adlı şiirinin bazı satırları Milli Eğitim Bakanlığı’nın Talim Terbiye Kurulu’na takıldı.  Ardından Kaygusuz Abdal’ın Nefes adlı şiirinin belli dizileri Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yazarlar Kurulu’nun sansürüne uğradı. 2012’yi böyle kapattık derken 2013’ün ilk günlerinde, yine Milli Eğitim Bakanlığı’nın İl Müdürlükleri’nin bünyesinde bulunan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları’ndan biri John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı eserinin bazı bölümlerini sakıncalı ilan edip, eserin sansürlenmesini istedi. Aynı günlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir başka ilçe müdürlüğünün Şikayet Hattı’na ulaşan bir ihbar üzerine, José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı adlı kitabı okutan öğretmene soruşturma açıldı.  Bunu Muallim Naci’nin Ömer’in Çocukluğu, Zeynep Cemali’nin Çılgın Babam ve Bilgin Adalı’nın Çatalhöyük-1/Dünyamızın İlk Şafağı adlı kitaplarını okutan eğitimcilerin de benzer uygulamalara maruz kaldığı haberleri izledi.
Edebiyat cephesi bu gelişmelere sessiz kalmadı. Türkiye Yayıncılar Birliği'yle birlikte, gerek Türk Kütüphanecileri Derneği (Genel Başkan Ali Fuat Kartal aracılığıyla), gerek yayıncı, yazar, çizer ve akademisyenlerden oluşan Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği edebiyatın eğitim sistemi tarafından denetlenip sansürlenmesine karşı tepkilerini birer basın duyurusuyla ortaya koydular. Özellikle sosyal medyada sansür uygulamalarını "anlaşılmaz", "komik", "iğrenç", "yanlış", "saçma" ve "kabul edilemez" bulan birey ve kurumların sesleri de yükseldi.
Öncelikle Kitedit olarak bu tepkiyi önemsediğimizi ve yukarıda sözü geçen açıklama metinlerinin altına imzamızı attığımızı vurgulamak istiyoruz. (*) Ne var ki önemsediğimiz bir şey daha var: Tepki “bu kadarla” sınırlı kalmamalı!
“Bu kadarla” ne kastettiğimize ve “bu kadarı”nın ötesinde neler önerdiğimize geçmeden önce sansür saldırısını nasıl değerlendirdiğimize açıklık getirelim. Bu saldırıya cahil, kötü niyetli, edebiyattan ve sanat-özgürlük diyalektiğinden anlamayan, kendini bilmez bir kısım yetkililerin tekil çıkışları ya da uygulamaları olarak bakmıyoruz. Aksine bütünsel, sistematik, ideolojik ve kendi içinde tutarlı bir devlet politikasının uzantılarıyla ya da diğer bir ifadeyle resmi sanat politikasının konjonktüre göre kimi zaman sivrileşebilen, kimi zaman alttan altta yürütülen uygulamalarıyla yüz yüzeyiz.
Fareler ve İnsanlar ya da Şeker Portakalı gibi tüm dünyaca kabul edilmiş edebiyat klasiklerinin bir takım bakanlık yetkilileri tarafından ‘sakıncalı’, ‘müstehcen’ ya da “Türk örf ve adetlerine aykırı” bulunması kötü elbette. Aynı yetkililerin çapsızlıklarının, cahilliklerinin ifadesi değerlendirmelere dayanarak görevlerini suistimal edip sansürcü uygulamalara başvurmaları ondan daha da kötü. Ama bunlara vurgu yaparken asıl kötüyü gözden kaçırmamak gerek. Asıl kötü olan Milli Eğitim Müdürlükleri’ne bağlı Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları, Yazarlar Kurulu ya da Şikayet Hattı türü yapıların varlığı ve onların sansürü sistematik hale getiren işlevleridir.
Sonuçta şu ya da bu edebiyat eserini eğitim sistemi için uygunsuz bulan kendini bilmez yetkililer her zaman çıkacağı gibi, “kendini bilmez yetkili” argümanı aslında en çok edebiyata ve edebiyatçılara resmi sanat politikasına boyun eğdirmeye çalışanların işine gelmektedir. Tepkiler yükselince ilk sarıldıkları sav budur.
Edebiyata Milli Eğitim, demek oluyor ki devlet eliyle sansür getirilmesinin baş muhatapları olan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in, medyanın bu gündemle çalkalanması üzerine yaptıkları açıklamalar/savunmalar birçok açıdan öğretici:
 "Güzel bir söz var. Cahille bal yenmez, alimle taş taşı diye. Yunus Emre Anadolu’nun özünden gelen bir ariftir, erendir, bir felsefecidir. Bizim öz yüreğimizdir. Ben Yunus’a itikaden kendimi çok bağlı hissederim. Yunus konusu gelince beni zapt etmek biraz zordur. Kimse Yunus Emre’ye herhangi bir kısıtlama getiremez. O ne söyleyeceğini bilmiştir ve güzel söylemiştir. Onu kısıtlamaya kalkmak densizliktir. Haddini bilmezliktir. Onu da millet bir kenara koyar zaten. Fareler ve İnsanlar’ı bugün ben de duydum. Bunlarla uğraşmak bana çok doğru gelmedi.” (Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay)
 “Vatandaşların şikâyetleri var ki bunu önleyemeyiz. Önlenmesi de doğru değil. Şikâyetlere ilişkin karar ön incelemeden sonra veriliyor.  Şeker Portakalı ile ilgili okul yöneticisi sadece kitabı tavsiye eden öğretmenden konuyla ilgili şikâyet hakkında bilgi edinmiştir. Bu çok tabii bir hak, ondan sonra hiçbir şey yapılmamıştır. Fareler ve İnsanlar’la ilgili ise il müdürü kendisine gelen şikâyeti bize ulaştırmıştır. Biz de bunun üzerine herhangi bir işlem yapmadık. Çünkü her iki kitap da bizim tavsiyelerimiz arasında yer alıyor.'” (Milli Eğitim Bakanı, Ömer Dinçer)
Bu açıklamaları şu şekilde okumak mümkün:  Karşımızda edebiyat yapıtlarını ve sahiplerini savunan ve bu eserleri kısıtlamaya kalkanları cahillikle, haddini bilmezlikle, densizlikle suçlayan “duyarlı” bir Kültür Bakanı ve sansür suçlamalarının asılsız olduğunu ileri süren ve bunu herhangi bir işlem yapılmamış olmasıyla destekleyen “haksızlığa uğramış” bir Milli Eğitim Bakanı var.
Aramızdan bundan hareketle “vah, ne kadar da masumlar” diyecek kadar saf ve iyi niyetliler çıkar mı, bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu açıklamaların başka türlü de okunabileceği: Karşımızda suçu densizin tekine havale eden, faturayı günah keçisine kesmekle görev savan, dahası bu tür sorunlarla uğraşmayı doğru bulmayan, sorumsuz bir Kültür Bakanı ve edebiyatın ihbar/şikâyet edilmesini ve bu ihbarların/şikayetlerin değerlendirilmeye alınmasını açık açık savunmaktan geri durmayan, bunu doğal bir hak sayan sansürcü bir Milli Eğitim Bakanı var. 
Evet, devletin özünde ne demek istediğini anlamak ve bunun bütünsel bir politikanın (saldırının) taktiksel ifadeleri olduğunu görmek o kadar da zor değil. Yoksa, ‘bakın tepki gösterdik, sesimizi duyurduk, yetkililer de açıklamalar yapmak, geri adım atmak zorunda kaldı’ diye mi düşünüyorsunuz?
Aslında böyle düşünmekle tamamıyla haksız sayılmazsınız. Çünkü bu açıklamaların ve ortamı yumuşatma çabalarının arkasında kısmen gerçekten de edebiyat cephesinden yükselen tepkiler var. Ama bunu kabul ettiğimizde, açıklamaların niteliğinin tepkilerin niteliğinden güç aldığını da kabul etmemiz gerekiyor.
Tepkilere bir bütün olarak bakıp öne çıkan vurguları hatırlayalım:
Milli Eğitim’in 100 temel eser listesinde yer alan edebiyat yapıtlarının sansürlenmeye çalışılması çelişkidir, densizliktir.
Değeri dünyaca kabul edilmiş edebiyat eserlerini sakıncalı ya da müstehcen bulmak cahilliktir.
Tarih sansür edenleri değil, değer taşıyan edebiyat metinlerini haklı çıkarmıştır.
Edebiyat her türlü baskı ve sansüre karşın devam edecektir, söz ve yazın asla engellenemez.
Edebiyatın denetlenmesi, sınırlandırılması anlaşılamaz, tanımlanamaz bir durumdur.
Bunu kabul edilemez buluyor ve bu anlayışların “kendini gözden geçirmesi, edebiyatı gerçek anlamıyla anlamaya çalışması, ahlakçı değil ahlaklı olunması”nı diliyoruz.
İşte, tam da bu noktada vurguların çoğuna aynen katılmak, altına çekinmeden imzamızı atmakla birlikte, onları bu haliyle son derece duygusal ve etkisiz bulduğumuza gelebiliriz. Aynı şekilde, yukarıda özetlediğimiz çerçeveyi aşan ve Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı’nın basın duyurusunda yer alan bazı somut taleplerini (Milli Eğitim Bakanı Sayın Ömer Dinçer’in İllerin İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’na açıklama getirmesi gibi) önemsemekle birlikte, politik bir duruş ve yaptırım gücüyle birleşmedikleri sürece yetersiz kalacaklarını düşündüğümüzü belirtelim.
Çünkü zaman duygusal çıkışların, bazı genel geçer doğru ve değerleri hatırlatma zamanı değil. Gelinen aşamada temel dileklerimizi, temennilerimizi, edebiyata ve sanata olan inancımızı, özetle iyi niyetimizi ifade etmenin fazlaca bir anlamı yok. En azından zamanımızı bunlarla çarçur edip, elimizden geleni yapmış olmanın iç rahatlığıyla arkamıza yaslanamayız.
Edebiyatın Milli Eğitim aracığıyla denetlenme, sınırlandırma girişimleri görevini kötüye kullanan bir takım densizlerin işi değil, tam da görevi bu olan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar Kurulu, Şikayet Hattı türü kurumların işidir. Tepki doğrudan buraya yöneltilmeli, bir yandan bu kurumların sansürcü yüzünü teşhir ederken, bir yandan da devletten (Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’ndan) bu kurumları derhal lağvetmesini talep etmeliyiz. Talep etmek de yetmez, taleplerimizin duyulmasını, ciddiye alınmasını sağlama potansiyeli olan yaptırımlar ortaya koymalıyız.
İyi de nasıl? Aslında çok açık. Devlet gücünü arkasına alan politik, sistematik bir saldırıyı göğüslemek, geriletmek ve püskürtmek politik bir duruş, politik tutarlılık ve kararlı bir politikada birleşmeden doğan bir güç gerektirir. Bu politikanın adı sağcılık, solculuk, liberalizm vs. değil sanatın/edebiyatın özgürlüğü ve bağımsızlığıdır. Edebiyatın (politik) gücü burada, yani özgürlüğünde ve bağımsızlığında düğümlenmektedir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz. En demokratik devletin bile resmi bir sanat politikası vardır. Sanatçının en fazla ihtiyaç duyduğu şey ise özgürlüktür. Sanatçı devletten ne kadar bağımsızsa özgürlüğü de o kadar teminat altındadır.
Sanatçı için özgürlük temel politikadır, kendini özgür ve bağımsız hissettiği zamanlarda devlet desteği alması ya da devletin sağladığı bazı olanaklardan faydalanması (tartışılabilir ama anlaşılabilir) taktik bir tutumdur. Ne var ki sanatçının temel politikası hiçbir zaman değişmezken, taktikler döneme ve koşullara göre farklılık gösterir. Dönemsel olarak doğru taktikleri belirlemek biraz da karşı gücün (edebiyatı denetlemeye çalışan devletin) taktiklerini doğru çözümlemeye bağlıdır.
Edebiyatı denetlemeye çalışan devlet bugün havuç ve sopa politikası izliyor. Sopaya (sansürcü uygulamalara) karşı çıkarken, havuçları (yazarlar okulda projesi, yayınevi ve yazarların uluslararası fuarlara devlet desteğiyle götürülmesi v.b.) gerektiğinde elimizin tersiyle itebileceğimizin, buna her an hazır olduğumuzun mesajını da net bir şekilde verebilmeliyiz.
Yanlış anlaşılmasın diye tekrar vurguluyoruz, sanatçının kendini özgür ve bağımsız hissettiğinde bu tür olanaklardan yararlanmasına tümden karşı değiliz. Ama özgürlüğün ve bağımsızlığın tehdit altında olduğu durumlarda taktiklerde de değişikliklere gitmeliyiz.
Neden mi? Yalnızca ilkeli ve tutarlı olmak adına değil. Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla edebiyata sınır getirmeye çalışan devlete geri adım attırmak için.  Bu doğrultuda yaptırımcı bir güç ortaya koymak için.
Ne demek istediğimizi somut örneklerle açıklayalım:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın geçtiğimiz eğitim döneminde 39 ilçede 78 yazarla 98 bin 750 öğrenciyi buluşturan “Yazarlar Okulda” projesi edebiyat dünyasının büyük çoğunluğu tarafından olumlu karşılandı. Yazarlar projeye gönüllü katıldılar ve kura yoluyla çeşitli ilçelerdeki devlet okullarıyla eşleştirildiler. Seçilen yazarların arasında yer alan Aslı Tohumcu’ya ait Abis adlı öykü kitabının okullardan toplatılması ve yazarın maruz kaldığı çirkin saldırılar dahi projeye kayda değer bir gölge düşüremedi. (Sayın Tohumcu bile projeyi ‘bu tatsızlık’tan mümkün olduğunca ayrı tutmaya çalıştığını ifade etmişti.)
Bazı çekincelerimizi saklı tutmak kaydıyla projenin edebiyat dünyasına ve okuma kültürüne faydalı yanlarının olduğunu biz de kabul ediyoruz. Ama bu proje aynı zamanda Milli Eğitimin bir prestij projesidir ve devlet bu ve benzeri projelerle ulusal ve uluslararası kamuoyuna edebiyata hak ettiği değeri verdiği, onu elinden geldiğince desteklediği imajını vermeye çalışmaktadır.
Edebiyat cephesi olarak Milli Eğitim’in sansürcü uygulamalarını kabul edilemez bulduğumuzu açıklamak bir şeydir. Milli Eğitim bünyesinde yer alan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar Kurulu, Şikayet Hattı türü kurumlara devletin bu konudaki en yetkili kademeleri tarafından açıklık getirilene, bu kurumlar lağvedilene ya da edebiyatı denetlemek, edebiyat eserlerine sınır getirmek türü yetkilerinin olmadığının teminatı verilene dek Yazarlar Okulda projesine katılmıyoruz ya da Yazarlar Okulda projesine katılan yazarlar olarak kendi kitaplarımızdan değil, sansüre ve soruşturmaya uğrayan eserlerden okumalar yapacağız demek başka bir şeydir. Birincisine göre ikinci ve üçüncü tutumların çok daha fazla yaptırım gücüne sahip olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Aynı şey ulusal ve özellikle de uluslararası kitap fuarları için geçerlidir. Sınırlı maddi koşullara sahip olan yayınevi ve yazarlarının buralara katılmak için devlet desteği almaları, hatta bunu bir hak olarak talep etmeleri olağan koşullarda son derece anlaşılır ve doğal bir tutumdur. Ancak yeri geldiğinde, koşullar zorladığında bu desteği red etmek, bu haktan feragat etmek ve bunu devletin giderek ağırlaşan sansürcü politikalarıyla gerekçelendirerek ulusal ve uluslararası edebiyat/yazın platformlarına açıklamak (bunu şikayet etmek olarak da okuyabiliriz) da o derece anlaşılır ve hatta gereklidir.  Üstelik böylesi bir taktik tutumun yaptırım gücü de fazladır.
Örnekler çoğaltılabilir ve bizzat yazarlar, yayınevleri, edebiyat ve yazın dünyasında yer alan kişi, kurumlar ve sivil toplum kuruluşları tarafından devletin sansür politikasına karşı çeşitlendirilmelidir.
Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin tarihin sansür edenleri değil, değer taşıyan edebiyat metinlerini haklı çıkardığı yönündeki saptaması kuşkusuz  bir doğruyu ifade etmektedir. Evet, bir zamanlar yakılan, toplatılan, kara çalınan, sansüre uğrayan edebiyat eserleri değerlerinden hiçbir şey yitirmemişlerdir. Evet, bugün onları sansürleyenlerin (en azından küçük uygulamacıların) adı bile anılmazken bu eserler yaşamaya devam etmiştir. Ancak bu tarihte edebiyat için kapkara dönemler yaşandığı ve bu kapkara dönemlerin toplumlara, onların tarihsel gelişimini etkileyecek denli büyük ve derin yaralar açtığı gerçeğini değiştirmiyor. Öyle dönemlerde nice yazar ülkelerini terk etmek, yer altına geçmek, şifreli yazmak, edebiyat hayatına son vermek zorunda kalmıştır. Niceleri de baskılara ve engellemelere dayanamamış, istemeye istemeye boyun eğmiş ya da bilinçli olarak güçlünün tarafına geçmiştir. Tarih sanatın/edebiyatın tümden susturulmasının asla mümkün olmadığını gösterdiği gibi, pekâlâ sesinin kesilebileceğinin, sindirilebileceğininin, ehlileştirilebileceğinin ve bağımsız-özgür kimliğini kaybedebileceğinin örnekleriyle doludur.
Edebiyat cephesi olarak bu gerçeği çıplak bir gözle görmek ve benzer bir döneme yaklaştığımızı düşündüren tüm işaretleri ciddiyetle değerlendirmek, tepki ve tutumlarımızı bu sorumluluk ve bilinçle geliştirmek zorundayız.
Bu noktada, sanatçının temel politikasının özgürlük ve bağımsızlık olduğunu bir kez daha vurgulama gereği duyuyor ve edebiyat devletten ve onun Milli Eğitim gibi temel kurumlarından ne kadar bağımsızsa özgürlüğü de o kadar teminat altındadır gerçeğinden hareketle,  “Çocuk Kitaplarında Dinsel Gericilik ya da Buzdolabı Satmakla Çocuk Kitabı Yayınlamak Arasındaki Fark Üzerine” başlıklı yazımızda başka bir bağlamda yaptığımız ‘kendimize dönüp bakma’  çağrısını yinelemek istiyoruz. 
Umudumuz, giderek artan baskı ve engellemelere karşı ilkesel, tutarlı ve güçlü bir politik tutum sergileyebilmek için bu çağrı altında topladığımız 5 maddenin edebiyat cephesi tarafından ciddiye alınıp tartışılması, geliştirilmesi ve etrafında özgür yazın taraftarları olarak birleşmemiz. Umudumuz, bir yazarımızın sosyal medyada ifade ettiği gibi hep beraber elimizi taşın altına sokmamız, hatta taşın altına yatmamız.
Çünkü ya o taşın altına gireceğiz ya o taşın altında ezileceğiz. Evet, edebiyat en karanlık dönemlerin ardından Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğma gücüne sahip. Peki ya biz? Tarih sürece şahitlik edecek.

(*) Bu yazının yazarı Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin üyesi olmasına ve duyuruyu desteklemesine karşın birkaç gün boyunca internet dolayısıyla da mail grubundan uzak kaldığı için açıklamaya imza atma fırsatı bulamamıştır. Benzer nedenlerden dolayı açıklamada imzası bulunmayan başka üyeler de var. Zaten böylesi temel ve derneğin varlık gereği açıklamalar üyelerin imzalarıyla değil, tüm üyeleri bağlayacak şekilde dernek adına yapılması gerekir. 71 imzanın çok daha fazla üyesi bulunan bir dernek için amaçlandığının aksine bir güç ifadesinden ziyade bir zayıflık belirtisi olarak algılanabileceği de gözden kaçırılmamalıdır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder