Kitedit bambaşka bir yazıya
hazırlanırken sansür skandalı patlak verdi.
Önce Yunus Emre’nin Cennet cennet dedikleri adlı şiirinin
bazı satırları Milli Eğitim Bakanlığı’nın Talim
Terbiye Kurulu’na takıldı. Ardından
Kaygusuz Abdal’ın Nefes adlı şiirinin
belli dizileri Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yazarlar
Kurulu’nun sansürüne uğradı. 2012’yi böyle kapattık derken 2013’ün ilk
günlerinde, yine Milli Eğitim Bakanlığı’nın İl Müdürlükleri’nin bünyesinde
bulunan Kitapları İnceleme ve
Değerlendirme Komisyonları’ndan biri John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı eserinin bazı bölümlerini sakıncalı ilan
edip, eserin sansürlenmesini istedi. Aynı günlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın
bir başka ilçe müdürlüğünün Şikayet
Hattı’na ulaşan bir ihbar üzerine, José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı adlı kitabı okutan
öğretmene soruşturma açıldı. Bunu Muallim
Naci’nin Ömer’in Çocukluğu, Zeynep
Cemali’nin Çılgın Babam ve Bilgin
Adalı’nın Çatalhöyük-1/Dünyamızın İlk
Şafağı adlı kitaplarını okutan eğitimcilerin de benzer uygulamalara maruz
kaldığı haberleri izledi.
Edebiyat cephesi bu gelişmelere
sessiz kalmadı. Türkiye Yayıncılar Birliği'yle birlikte, gerek Türk Kütüphanecileri Derneği (Genel Başkan Ali Fuat
Kartal aracılığıyla), gerek yayıncı, yazar, çizer ve akademisyenlerden oluşan
Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği edebiyatın eğitim sistemi tarafından
denetlenip sansürlenmesine karşı tepkilerini birer basın duyurusuyla ortaya
koydular. Özellikle sosyal medyada sansür uygulamalarını "anlaşılmaz", "komik", "iğrenç", "yanlış", "saçma" ve "kabul edilemez" bulan birey ve kurumların sesleri de
yükseldi.
Öncelikle Kitedit olarak bu tepkiyi
önemsediğimizi ve yukarıda sözü geçen açıklama metinlerinin altına imzamızı attığımızı vurgulamak istiyoruz. (*) Ne var ki
önemsediğimiz bir şey daha var: Tepki “bu kadarla” sınırlı kalmamalı!
“Bu kadarla” ne kastettiğimize ve “bu
kadarı”nın ötesinde neler önerdiğimize geçmeden önce sansür saldırısını nasıl
değerlendirdiğimize açıklık getirelim. Bu saldırıya cahil, kötü niyetli,
edebiyattan ve sanat-özgürlük diyalektiğinden anlamayan, kendini bilmez bir
kısım yetkililerin tekil çıkışları ya da uygulamaları olarak bakmıyoruz.
Aksine bütünsel, sistematik, ideolojik ve kendi içinde tutarlı bir devlet
politikasının uzantılarıyla ya da diğer bir ifadeyle resmi sanat politikasının
konjonktüre göre kimi zaman sivrileşebilen, kimi zaman alttan altta yürütülen
uygulamalarıyla yüz yüzeyiz.
Fareler ve İnsanlar ya da Şeker Portakalı gibi tüm
dünyaca kabul edilmiş edebiyat klasiklerinin bir takım bakanlık yetkilileri
tarafından ‘sakıncalı’, ‘müstehcen’ ya da “Türk örf ve adetlerine aykırı”
bulunması kötü elbette. Aynı yetkililerin çapsızlıklarının,
cahilliklerinin ifadesi değerlendirmelere dayanarak görevlerini suistimal edip
sansürcü uygulamalara başvurmaları ondan daha da kötü. Ama bunlara vurgu yaparken
asıl kötüyü gözden kaçırmamak gerek. Asıl kötü olan Milli Eğitim
Müdürlükleri’ne bağlı Kitapları İnceleme
ve Değerlendirme Komisyonları, Yazarlar
Kurulu ya da Şikayet Hattı türü
yapıların varlığı ve onların sansürü sistematik hale getiren işlevleridir.
Sonuçta şu ya da bu edebiyat eserini
eğitim sistemi için uygunsuz bulan kendini bilmez yetkililer her zaman çıkacağı
gibi, “kendini bilmez yetkili” argümanı aslında en çok edebiyata ve
edebiyatçılara resmi sanat politikasına boyun eğdirmeye çalışanların işine
gelmektedir. Tepkiler yükselince ilk sarıldıkları sav budur.
Edebiyata Milli Eğitim, demek
oluyor ki devlet eliyle sansür getirilmesinin baş muhatapları olan Kültür
Bakanı Ertuğrul Günay ile Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in, medyanın bu gündemle
çalkalanması üzerine yaptıkları açıklamalar/savunmalar birçok açıdan öğretici:
"Güzel bir söz var. Cahille bal yenmez, alimle taş taşı
diye. Yunus Emre Anadolu’nun özünden gelen bir ariftir, erendir, bir
felsefecidir. Bizim öz yüreğimizdir. Ben Yunus’a itikaden kendimi çok bağlı
hissederim. Yunus konusu gelince beni zapt etmek biraz zordur. Kimse Yunus
Emre’ye herhangi bir kısıtlama getiremez. O ne söyleyeceğini bilmiştir ve güzel
söylemiştir. Onu kısıtlamaya kalkmak densizliktir.
Haddini bilmezliktir. Onu da millet
bir kenara koyar zaten. Fareler ve İnsanlar’ı bugün ben de duydum. Bunlarla uğraşmak bana çok doğru gelmedi.” (Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay)
“Vatandaşların
şikâyetleri var ki bunu önleyemeyiz.
Önlenmesi de doğru değil. Şikâyetlere ilişkin karar ön incelemeden sonra veriliyor. Şeker Portakalı ile ilgili okul yöneticisi
sadece kitabı tavsiye eden öğretmenden konuyla ilgili şikâyet hakkında bilgi
edinmiştir. Bu çok tabii bir hak,
ondan sonra hiçbir şey yapılmamıştır. Fareler ve İnsanlar’la ilgili ise il
müdürü kendisine gelen şikâyeti bize ulaştırmıştır. Biz de bunun üzerine
herhangi bir işlem yapmadık. Çünkü her iki kitap da bizim tavsiyelerimiz
arasında yer alıyor.'” (Milli
Eğitim Bakanı, Ömer Dinçer)
Bu açıklamaları şu şekilde okumak
mümkün: Karşımızda edebiyat yapıtlarını
ve sahiplerini savunan ve bu eserleri kısıtlamaya kalkanları cahillikle,
haddini bilmezlikle, densizlikle suçlayan “duyarlı” bir Kültür Bakanı ve sansür
suçlamalarının asılsız olduğunu ileri süren ve bunu herhangi bir işlem yapılmamış
olmasıyla destekleyen “haksızlığa uğramış” bir Milli Eğitim Bakanı var.
Aramızdan bundan hareketle “vah, ne
kadar da masumlar” diyecek kadar saf ve iyi niyetliler çıkar mı, bilmiyoruz.
Bildiğimiz tek şey bu açıklamaların başka türlü de okunabileceği: Karşımızda suçu
densizin tekine havale eden, faturayı günah keçisine kesmekle görev savan,
dahası bu tür sorunlarla uğraşmayı doğru
bulmayan, sorumsuz bir Kültür Bakanı ve edebiyatın ihbar/şikâyet edilmesini
ve bu ihbarların/şikayetlerin değerlendirilmeye alınmasını açık açık
savunmaktan geri durmayan, bunu doğal bir hak sayan sansürcü bir Milli Eğitim Bakanı var.
Evet, devletin özünde ne demek
istediğini anlamak ve bunun bütünsel bir politikanın (saldırının) taktiksel
ifadeleri olduğunu görmek o kadar da zor değil. Yoksa, ‘bakın tepki gösterdik,
sesimizi duyurduk, yetkililer de açıklamalar yapmak, geri adım atmak zorunda
kaldı’ diye mi düşünüyorsunuz?
Aslında böyle düşünmekle tamamıyla
haksız sayılmazsınız. Çünkü bu açıklamaların ve ortamı yumuşatma çabalarının
arkasında kısmen gerçekten de edebiyat cephesinden yükselen tepkiler var. Ama
bunu kabul ettiğimizde, açıklamaların niteliğinin tepkilerin niteliğinden güç
aldığını da kabul etmemiz gerekiyor.
Tepkilere bir bütün olarak bakıp öne
çıkan vurguları hatırlayalım:
Milli Eğitim’in 100 temel eser
listesinde yer alan edebiyat yapıtlarının sansürlenmeye çalışılması çelişkidir,
densizliktir.
Değeri dünyaca kabul edilmiş edebiyat
eserlerini sakıncalı ya da müstehcen bulmak cahilliktir.
Tarih sansür edenleri değil, değer
taşıyan edebiyat metinlerini haklı çıkarmıştır.
Edebiyat her türlü baskı ve sansüre
karşın devam edecektir, söz ve yazın asla engellenemez.
Edebiyatın denetlenmesi,
sınırlandırılması anlaşılamaz, tanımlanamaz bir durumdur.
Bunu kabul edilemez buluyor ve bu
anlayışların “kendini gözden geçirmesi, edebiyatı gerçek anlamıyla anlamaya
çalışması, ahlakçı değil ahlaklı olunması”nı diliyoruz.
İşte, tam da bu noktada vurguların
çoğuna aynen katılmak, altına çekinmeden imzamızı atmakla birlikte, onları bu
haliyle son derece duygusal ve etkisiz bulduğumuza gelebiliriz. Aynı şekilde, yukarıda
özetlediğimiz çerçeveyi aşan ve Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı’nın basın
duyurusunda yer alan bazı somut taleplerini (Milli Eğitim Bakanı Sayın Ömer
Dinçer’in İllerin İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’na açıklama getirmesi
gibi) önemsemekle birlikte, politik bir duruş ve yaptırım gücüyle
birleşmedikleri sürece yetersiz kalacaklarını düşündüğümüzü belirtelim.
Çünkü zaman duygusal çıkışların, bazı
genel geçer doğru ve değerleri hatırlatma zamanı değil. Gelinen aşamada temel
dileklerimizi, temennilerimizi, edebiyata ve sanata olan inancımızı, özetle iyi
niyetimizi ifade etmenin fazlaca bir anlamı yok. En azından zamanımızı bunlarla çarçur
edip, elimizden geleni yapmış olmanın iç rahatlığıyla arkamıza yaslanamayız.
Edebiyatın Milli Eğitim aracığıyla
denetlenme, sınırlandırma girişimleri görevini kötüye kullanan bir takım
densizlerin işi değil, tam da görevi bu olan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar Kurulu, Şikayet
Hattı türü kurumların işidir. Tepki
doğrudan buraya yöneltilmeli, bir yandan bu kurumların sansürcü yüzünü teşhir
ederken, bir yandan da devletten (Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’ndan) bu
kurumları derhal lağvetmesini talep etmeliyiz. Talep etmek de yetmez, taleplerimizin
duyulmasını, ciddiye alınmasını sağlama potansiyeli olan yaptırımlar ortaya
koymalıyız.
İyi de nasıl? Aslında çok açık. Devlet
gücünü arkasına alan politik, sistematik bir saldırıyı göğüslemek, geriletmek
ve püskürtmek politik bir duruş, politik tutarlılık ve kararlı bir politikada
birleşmeden doğan bir güç gerektirir. Bu politikanın adı sağcılık, solculuk,
liberalizm vs. değil sanatın/edebiyatın özgürlüğü ve bağımsızlığıdır. Edebiyatın (politik) gücü burada, yani özgürlüğünde ve bağımsızlığında düğümlenmektedir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz. En
demokratik devletin bile resmi bir sanat politikası vardır. Sanatçının en fazla
ihtiyaç duyduğu şey ise özgürlüktür. Sanatçı devletten ne kadar bağımsızsa
özgürlüğü de o kadar teminat altındadır.
Sanatçı için özgürlük temel
politikadır, kendini özgür ve bağımsız hissettiği zamanlarda devlet desteği alması
ya da devletin sağladığı bazı olanaklardan faydalanması (tartışılabilir ama
anlaşılabilir) taktik bir tutumdur. Ne var ki sanatçının temel politikası
hiçbir zaman değişmezken, taktikler döneme ve koşullara göre farklılık
gösterir. Dönemsel olarak doğru taktikleri belirlemek biraz da karşı gücün (edebiyatı
denetlemeye çalışan devletin) taktiklerini doğru çözümlemeye bağlıdır.
Edebiyatı denetlemeye çalışan devlet
bugün havuç ve sopa politikası izliyor. Sopaya (sansürcü uygulamalara) karşı
çıkarken, havuçları (yazarlar okulda projesi, yayınevi ve yazarların uluslararası
fuarlara devlet desteğiyle götürülmesi v.b.) gerektiğinde elimizin tersiyle itebileceğimizin, buna her an hazır olduğumuzun mesajını da net bir
şekilde verebilmeliyiz.
Yanlış anlaşılmasın diye tekrar
vurguluyoruz, sanatçının kendini özgür ve bağımsız hissettiğinde bu tür
olanaklardan yararlanmasına tümden karşı değiliz. Ama özgürlüğün ve bağımsızlığın
tehdit altında olduğu durumlarda taktiklerde de değişikliklere gitmeliyiz.
Neden mi? Yalnızca ilkeli ve tutarlı
olmak adına değil. Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla edebiyata sınır
getirmeye çalışan devlete geri adım attırmak için. Bu doğrultuda yaptırımcı bir güç ortaya koymak
için.
Ne demek istediğimizi somut
örneklerle açıklayalım:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın geçtiğimiz
eğitim döneminde 39 ilçede 78 yazarla 98 bin 750 öğrenciyi buluşturan “Yazarlar
Okulda” projesi edebiyat dünyasının büyük çoğunluğu tarafından olumlu
karşılandı. Yazarlar projeye gönüllü katıldılar ve kura yoluyla çeşitli
ilçelerdeki devlet okullarıyla eşleştirildiler. Seçilen yazarların arasında yer alan Aslı Tohumcu’ya ait Abis adlı öykü kitabının okullardan toplatılması
ve yazarın maruz kaldığı çirkin saldırılar dahi projeye kayda değer bir gölge
düşüremedi. (Sayın Tohumcu bile projeyi ‘bu tatsızlık’tan mümkün olduğunca
ayrı tutmaya çalıştığını ifade etmişti.)
Bazı çekincelerimizi saklı tutmak
kaydıyla projenin edebiyat dünyasına ve okuma kültürüne faydalı yanlarının
olduğunu biz de kabul ediyoruz. Ama bu proje aynı zamanda Milli Eğitimin bir
prestij projesidir ve devlet bu ve benzeri projelerle ulusal ve uluslararası
kamuoyuna edebiyata hak ettiği değeri verdiği, onu elinden geldiğince
desteklediği imajını vermeye çalışmaktadır.
Edebiyat cephesi olarak Milli Eğitim’in
sansürcü uygulamalarını kabul edilemez bulduğumuzu açıklamak bir şeydir. Milli
Eğitim bünyesinde yer alan Kitapları
İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar
Kurulu, Şikayet Hattı türü
kurumlara devletin bu konudaki en yetkili kademeleri tarafından açıklık getirilene,
bu kurumlar lağvedilene ya da edebiyatı denetlemek, edebiyat eserlerine sınır
getirmek türü yetkilerinin olmadığının teminatı verilene dek Yazarlar Okulda
projesine katılmıyoruz ya da Yazarlar Okulda projesine katılan yazarlar olarak
kendi kitaplarımızdan değil, sansüre ve soruşturmaya uğrayan eserlerden
okumalar yapacağız demek başka bir şeydir. Birincisine göre ikinci ve üçüncü
tutumların çok daha fazla yaptırım gücüne sahip olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Aynı şey ulusal ve özellikle de
uluslararası kitap fuarları için geçerlidir. Sınırlı maddi koşullara sahip olan
yayınevi ve yazarlarının buralara katılmak için devlet desteği almaları, hatta bunu bir hak olarak talep etmeleri olağan koşullarda son derece anlaşılır ve doğal bir tutumdur.
Ancak yeri geldiğinde, koşullar zorladığında bu desteği red etmek, bu haktan feragat etmek ve bunu devletin
giderek ağırlaşan sansürcü politikalarıyla gerekçelendirerek ulusal ve uluslararası
edebiyat/yazın platformlarına açıklamak (bunu şikayet etmek olarak da
okuyabiliriz) da o derece anlaşılır ve hatta gereklidir. Üstelik böylesi bir taktik tutumun yaptırım
gücü de fazladır.
Örnekler çoğaltılabilir ve bizzat
yazarlar, yayınevleri, edebiyat ve yazın dünyasında yer alan kişi, kurumlar ve
sivil toplum kuruluşları tarafından devletin sansür politikasına karşı çeşitlendirilmelidir.
Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin
tarihin sansür edenleri değil, değer taşıyan edebiyat metinlerini haklı
çıkardığı yönündeki saptaması kuşkusuz bir doğruyu ifade etmektedir. Evet, bir
zamanlar yakılan, toplatılan, kara çalınan, sansüre uğrayan edebiyat eserleri değerlerinden
hiçbir şey yitirmemişlerdir. Evet, bugün onları sansürleyenlerin (en azından
küçük uygulamacıların) adı bile anılmazken bu eserler yaşamaya devam etmiştir.
Ancak bu tarihte edebiyat için kapkara dönemler yaşandığı ve bu kapkara dönemlerin toplumlara, onların tarihsel gelişimini etkileyecek denli büyük ve derin yaralar açtığı gerçeğini değiştirmiyor. Öyle dönemlerde nice yazar ülkelerini
terk etmek, yer altına geçmek, şifreli yazmak, edebiyat hayatına son vermek
zorunda kalmıştır. Niceleri de baskılara ve engellemelere dayanamamış, istemeye
istemeye boyun eğmiş ya da bilinçli olarak güçlünün tarafına geçmiştir. Tarih sanatın/edebiyatın
tümden susturulmasının asla mümkün olmadığını gösterdiği gibi, pekâlâ sesinin
kesilebileceğinin, sindirilebileceğininin, ehlileştirilebileceğinin ve
bağımsız-özgür kimliğini kaybedebileceğinin örnekleriyle doludur.
Edebiyat cephesi olarak bu gerçeği
çıplak bir gözle görmek ve benzer bir döneme yaklaştığımızı düşündüren tüm
işaretleri ciddiyetle değerlendirmek, tepki ve tutumlarımızı bu sorumluluk ve
bilinçle geliştirmek zorundayız.
Bu noktada, sanatçının temel
politikasının özgürlük ve bağımsızlık olduğunu bir kez daha vurgulama gereği
duyuyor ve edebiyat devletten ve onun Milli Eğitim gibi temel
kurumlarından ne kadar bağımsızsa özgürlüğü de o kadar teminat altındadır
gerçeğinden hareketle, “Çocuk
Kitaplarında Dinsel Gericilik ya da Buzdolabı Satmakla Çocuk Kitabı Yayınlamak
Arasındaki Fark Üzerine” başlıklı yazımızda başka bir bağlamda yaptığımız ‘kendimize dönüp bakma’ çağrısını yinelemek istiyoruz.
Umudumuz, giderek artan baskı ve
engellemelere karşı ilkesel, tutarlı ve güçlü bir politik tutum sergileyebilmek
için bu çağrı altında topladığımız 5 maddenin edebiyat cephesi tarafından
ciddiye alınıp tartışılması, geliştirilmesi ve etrafında özgür yazın taraftarları olarak birleşmemiz. Umudumuz, bir
yazarımızın sosyal medyada ifade ettiği gibi hep beraber elimizi taşın altına
sokmamız, hatta taşın altına yatmamız.
Çünkü ya o taşın altına gireceğiz ya o taşın altında ezileceğiz. Evet, edebiyat en karanlık dönemlerin ardından Anka
kuşu misali küllerinden yeniden doğma gücüne sahip. Peki ya biz? Tarih sürece şahitlik edecek.
(*) Bu yazının yazarı Çocuk ve Gençlik
Yayınları Derneği’nin üyesi olmasına ve duyuruyu desteklemesine karşın birkaç
gün boyunca internet dolayısıyla da mail grubundan uzak kaldığı için açıklamaya
imza atma fırsatı bulamamıştır. Benzer nedenlerden dolayı açıklamada imzası
bulunmayan başka üyeler de var. Zaten böylesi temel ve derneğin varlık gereği açıklamalar
üyelerin imzalarıyla değil, tüm üyeleri bağlayacak şekilde dernek adına yapılması
gerekir. 71 imzanın çok daha fazla üyesi bulunan bir dernek için amaçlandığının
aksine bir güç ifadesinden ziyade bir zayıflık belirtisi olarak algılanabileceği
de gözden kaçırılmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder