27 Eylül 2012 Perşembe

Bir "Anonim"den Hülya Soyşekerci Eleştirisi


Hülya Soyşekerci'nin, Kitedit'te yayınlanan "Aslı Tohumcu'nun çocuk kitapları üzerine ya da kötülere gerçekten yer yok mu?" yazısına yaptığı yoruma cevaben gelen bir yazıyı yayınlıyoruz:
Sayın Hülya Soyşekerci (ve elbette ki sayın blog sahibi ve de  okuyan sayın diğerleri);
Bir "isimsiz" yorum yazarı olarak; hariçten gazel okuma sayılmazsa eğer, fikrimi belirtmeye gelmiş bulunuyorum. Umarım "etik dışı" tutumumdan dolayı bağışlarsınız beni. Ama Hülya Hanım bilir ki; aynı "sektör"de "iş" yapan insanlarız ve ne yazık ki "patron"-"dost"-"arkadaş"-"tanıdık" baskısı bazen sıkıcı olabiliyor. "İsimsiz"liğim kısmen bundandır. Ama dediğim gibi kısmen...
Zaman zaman çekinmeden dilediğini, aklından geçeni (insanlık değerlerine saldırmadan ama, küfretmeden, aşağılamadan, nefret suçu üretmeden) yazabilmek, "fikrini belirtebilmek" ne önemli değil mi? En azından benim için öyle. Aslında "isim" vermek konusunda öyle büyük bir çekincem yok. Ama konu icabı, gerektiğinde "anonim"-"isimsiz" kalabilmek hakkını savunmak adına "anonim" olacağım burada.
Öte yandan, baştan belirteyim ki; blog sahibini yakından tanıyorum. Çok tartıştığınız "ismi" yayıncılık alanında, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında "en az" sizinki kadar bilinen, etki eden biridir Hülya Hanım. Belki de; tam da bu yüzden, bu blogda sadece menfi eleştiri yöntemini benimsediği için (bunu blog sunuş yazısında belirtmiş zaten) "isimsiz" kalmayı tercih etmiştir. Neyse; onun niyetini ve yaptıklarını anlatmak/yorumlamak bana düşmez.
Öte yandan; onu tanıdığımı ifade ettiğim sıradaki samimiyetimle, bu yazı/yorumun onu savunmak endişesi ile yazılmadığını da açıklamalıyım. Gerek görürse o kendisini pek ala savunur. Benim bu yazıyı yazdığımı bile bilmiyor şu anda.
Yazarın  bloğunu oluştururken seçtiği eleştiri yöntemi/tercihi ve yazılarının içeriğine dair eleştiri hakkımı saklı tuttuğumu da belirtmeliyim.
Ama yaptığı işe ve "anonimliğine" dair herhangi bir "etik" kaygım yok.
Yazarını tanımasam da, bu blog benzeri anonim kalabildiğiniz mecraları nefret söylemi üretmediği; faşist, şoven, köktenci fikirler yaymaya çalışmadığı; yazarına kişisel çıkar sağlama amacı gütmediği sürece olumlu bulurum. "Anonim"-"isimsiz" olmak, "düşünce özgürlüğünü" pekiştiren bir araca dönüşür buralarda.
Yasalardan, aileden, yerleşik düşünce kalıplarından, patrondan, kabadayılardan vb. vb. korkmadan fikrinizi söyleyip yayabildiğiniz alanlar... Belki de internetin düşünce hayatımıza sunduğu en büyük fırsat budur ve bundan korkmamak gerekir. Bu yazı tam da bunun için kaleme alınmıştır.
Ah, evet... Temel kaygımın "düşünce özgürlüğü" olduğunun altını çizerek konuya döneyim. Herhangi bir "baskı hissetmeden", "korkmadan" ya da "çıkar beklentisi" içine girmeden...
Bu anlamda, burada dönen "İsim" tartışması gözümde gereksiz ve gereksizliği kadar "korkutucu" bir lakırdı benim için. İşi yazmak ve "eleştirmek" olan birinden geliyorsa hele bu hamle... Düşünmek bile üzücü...
İnsanlığa karşı suç sayılan ırkçılık, cinsiyetçilik, kökten dincilik vb. gibi nefret söylemleri içermediği; aksine her anlamda "düşünce üretimi" alanına dair, kendi halinde bir külliyat olduğu aşikar yazıların yazarına "isimsiz" olduğu için "etik dışı" damgası vuracağız öyle mi? 
Ferhan Şensoy'un kulaklarını çınlatan AÇ PARANTEZ:
("Ben böyle yapmadım" demek gibi bir kurnazlığa gitmeyeceğiz değil mi Hülya Hanım? Nihayetinde "isimsiz" eleştiri yazısı yazmayı "etik dışı tutum" ilan ettiğinizde, bu tutumu yaratan kişiyi de doğal olarak "etik dışı" ilan etmiş oluyorsunuz. Basit bir örnekleme ile "küfür etmek etik dışı bir tutumdur" dediğinizde küfür edeni "etik değerlere sahip olmayan" biri ilan ettiğiniz aşikardır. Bu arada mesleki ya da insani etik hakkında kolayından fetva verme hakkını size kim veriyor? Neyin etik, neyin etik dışı olduğunu sizin subjektif bakışınıza göre mi değerleyecek insanlar?
Sizin 3-4 satırlık sözde yorum metninizde sakınmadan kullandığınız "etik" kavramı üzerine üniversitelerde kürsüler kuruluyor. Ciltler dolusu eser veriliyor. Yüzyıllardır tartışmalar yapılıyor. Öte yandan bugüne dek düşünceler içeren bir eleştiri yazısını "yaratıcısı belli değil" diye "etik dışı" ilan etmek üzerine uzlaşılmış bir görüşe rastlamadım. Böyle bir etik kural ve yaklaşım size kadar yoktu. Sizinle gördük bunu. O yüzden tekrar soruyorum size 3-4 satırlık yazılarınızda kural koyma hakkını kim verdi?) Ferhan Şensoy'a teşekkürler ve KAPA PARANTEZ!
Ne zaman bu sansürcü/oto-sansürcü düşünce sistematiğini terk edeceğiz acaba? Sansürcü; çünkü fikri söyleyene göre değerlendiriyor, içeriğe göre değil. Oto-sansürcü; çünkü "ismi" ile söyleyemediğini, hiç söyleyemeyen bir prototip öneriyor. Nazım Hikmetler, Aziz Nesinler ve daha niceleri böyle düşünseydi halimiz nice olurdu acep? Onların nice yıllar, baskıcı yönetim altında farklı farklı mahlaslarla ve bazen de "anonim" yazılar yazarak fikirlerini yaydıklarını anlatmama gerek var mı?
"Zarfa değil, mazrufa bak" demiş zamanında birileri. Hani atasözlerinden girip, deyimlerden çıkmak değil niyetim. Özlü sözlerle göz boyama devrini çok oldu geride bırakalı. Ama siz de kabul edin ki; "cuk" oturdu buraya laf. Bir eleştirmen/yazar olarak sizden, içeriğe dair düşüncelerinizi beklerdik asıl olarak.
"İsim yoksa, düşünceyi dikkate almam, sözün önemi söyleyene göredir" tavrı/düşüncesi tarihte kimleri hatırlatıyor bizlere diye sorsam? Yaftalamak istemem sizi, o yüzden ben vermeyeyim bu sorunun cevabını, varın siz düşünün bulun...
Neden peki? Neden korkuyoruz "eleştiri"nin isimsiz olmasından? İçerikten, söylenenlerden değil de, "isim"den tartışmalar çıkarıyoruz? Yoksa "isim"lerle bir korku/çıkar ilişkimiz mi var? Eleştirenin ismi; yazdıklarını değerli mi kılacak, ya da tersinden değersiz?
Ya da daha kötüsü; eleştirileni korumak için mi eleştirene öfke boşaltıyoruz. Ya da ondan da beteri "eleştiri hakkı tekeli"ni korumak adına mı "isimsiz"lerin eleştirisine öfkeleniyoruz?
Yazı var olduğundan bu yana "isimsiz" edebiyatçılar ve onlardan daha da fazla, "mahlasları" ardında fikrini ifşa eden yazarlar, gazeteciler oldu.
Sadece yazarlar, edebiyatçılar, gazeteciler de değil; okul sırasına "yaşasın barış" yazıp imza atmayan lise öğrencileri ya da eski Roma'da genelev duvarına Sezar hakkında sunturlu eleştirilerini yazan isimsiz lejyon askerleri de... Kısacası şu ya da bu nedenle fikrini söylerken, "ismini" söylememe konusunda haklı gerekçeleri olanlar hep oldular, hep olacaklar...
Ama hayır, bu "etik bir tutum değil"... Bloğun yazarı (öyle değil ya) diyelim ki; eleştirdiği yayınevlerinden birinde çalışıyor. İşe ihtiyacı var ya da bloğunu yazarken "patron" baskısı yaşamak istemiyor. Ya da pek çok "eleştirmen"in yaptığı gibi evine yüzlerce "bedava kitap" toplama hevesinde değil... Ya da belki de en "etik dışı" olanı; ismi ile övgüler düzerek bir yerlerde "kitap bastırma" telaşında değil... Ya da... Uzatmama gerek var mı?
Edebiyat ne güzel bir iş değil mi? Hele "çocuk ve gençlik edebiyatı"... Bunlarla uğraştığınızı söyleyince şöyle "uhrevi" bir hava oluşuyor etrafınızda. Işıldıyorsunuz adeta. Temiz ve iyi niyetli... Çocuk ve gençlik alanında çalışan "yayıncılar" cefakar ve çilekeş dervişleriz değil mi? Hadi oradan...
Holdingleşmiş, plazalara taşınmaya başlamış yayınevlerinin; sırf para kazanmak adına bin takla attıkları bir "sektör" artık bu. Özel okul satışları için edebiyatçıdan çok, işletmeci/pazarlamacıların işe alındığı bir kurtlar sofrası. 40-50 bin TL cezalar içeren özel gizlilik sözleşmeleri ile işe alımların yapıldığı bir "kapitalist" üretim alanı. İş değiştirmeye kalktığınızda eski "patron"unuzun, müstakbel "patron" adaylarınızı tek tek arayıp, işe alımınızı engellediği bir "ticari" işleyiş...
Biraz işin içine giren herkesin gördüğü bunca pisliğe ses çıkarmayalım ama "isimsiz" yazma "etik"sizliğine hemen karşı çıkalım. Ne demezsiniz!!!
Kitap eklerine verilen ilanlar karşılığında yazılan övücü tanıtım yazılarının imza sahiplerini hiç böyle eleştirdiniz mi Hülya Hanım? Yoksa bu durum "etik dışı" sayılmıyor mu?
Gazete köşelerinde, kitap eklerinde yayınevlerine övgüler dizerek, o yayınevlerinden kitap yayınlatan "isim"leri hiç böyle eleştirdiniz mi? Yoksa bu gayet "etik bir tutum" mu?
Ya da "ismi" biliniyor, "ünlü" sayılır diye iki kelimeyi bir araya getiremeyenlere kitaplar yazdırıp, raflara dizdiren yayınevi sahibi "patron"ları eleştirdiniz mi hiç? Yoksa gözünüz korktu da, "isminizle" bu konuya girmediniz mi? Arkadaş sohbetlerinde pek çok kereler saydırdığınıza emin olduğum benzeri eleştirileri, neden hiç yazmadınız? Bari "isimsiz" yazsaydınız Hülya Hanım. En azından birilerinin rahatsız olduğunu gösterirdiniz kamuoyuna. Birilerine yalnız olmadıklarını hissettirirdiniz.
Acaba hangi "etik" bahsettiğiniz? Yayınevi sahibi "patron"ların etiği mi? Ya da onlardan çıkar beklentisi içindeki eleştirmen, yazar, gazeteci vb. lerinin etiği mi? Eğer bunlarsa uzak olsun bizden de, sizden de...
Geçin bunları. Asıl sizin söylediğiniz hiç bir şeyin kıymeti yok suya sabuna dokunmadıkça. "İsim" miş.. Bırakın "isim"ler ardına sığınıp bahaneler üretmeyi. İçeriğe dair söyleyecekleriniz olmadığı için mi, hedef tahtasına koymalık bir "isim" arıyorsunuz? İçeriğe itirazınız varsa, savunacaksanız eleştirilen yazarı buyurun savunun. Kendi bloğunuz var, yazdığınız köşeler var, hatta bu blog var. Bakın bloğun sahibi her yazdığınızı yayınlıyor. Amaç üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?
Ah, şimdi benim "isim"sizliğim de dert olacak size. Ama olsun ne yapalım? "İsimsizliğime" güvenip "isim" sahiplerine "saldıran" "etik dışı" biriyim nihayetinde.
Gerçekten böyle düşünüyorsunuz değil mi Hülya Hanım? Ne üzücü...
Tek savunusu budur genelde "anonim"liğe takanların. Sizi tenzih ederim tabi...
Yorumunuzda anonimlik alanında kötünün iyisi olarak (hoş hakkınızda yazılmış 3-4 kısa cümlenin genelde olumlu olması sizi mutlu etmiş olmalı orada) örnek olarak verdiğiniz "Ekşi Sözlük" sitesini eleştiren pek çok "isim" (Murat Bardakçı, Fatih Altaylı, bilumum İslamcı gazete yazarları, pek çok müzisyen, oyuncu vb. vb.) bu silaha sarıldılar hep. "İsimsiz" ya da uyduruk "mahlas isimler" (nick name) ardına sığınıp, o büyük "isimler"e nasıl "saldırırlar"? O büyük isimler ki; onca emek, çalışma, alın teri, bilgi ve birikim sonucu oradadırlar... Ki; "isimsiz" adamcıklar/kadıncıklar hangi hakla/birikimle/cesaretle vb. vb. bu "isimleri" eleştirirler. Versinler kendi isimlerini görelim bakalım onları... Ekşi Sözlük sayfaları bu eleştirilerle dalga geçen yazılarla doludur.
Sahi bu kendine güvensizlik neden? Sen çok çalışıp, emek verip, birikiminle, yeteneğinle olduğun yeri dolduruyorsan isimli/isimsiz birilerinin eleştirisi neden yıkıcı olsun. Hani konumuz küfür, hakaret, nefret söylemi içeren "sözde eleştirilere" tepki olsa bir noktaya kadar anlarım. Ki; konumuz bu olsa bile tavrınızı yine doğru bulmam. Böyle bir durumda; ya nefret söylemi suçu işleyen kişiyi hem yasalar, hem de toplum vicdanı önünde teşhir ve tecrit etmeyi bir iş edinirim ve sonuna dek uğraşırım ya da hiç umursamam. Ama hiç bir durumda; tutup da "isimsiz yazmayı etik bulmuyorum" demem. Ciddiye almama taklidi hiç yapmam...
Belli ki yazıları okumuşsunuz. Yazılar bir şeylere dokunmuş. Ya eleştiri faaliyetine dönük sahiplenici tavrınız, ya Aslı Tohumcu'ya olan sevginiz ya da eleştiriden etkileneceğini varsaydığınız bir yayınevi vb. adına duyduğunuz kaygı; "isimsiz yazmak etik dışıdır" komikliğine sarılmanıza sebep olmuş. Sahi kendinizi bu konuda ikna etmek için çok uğraştınız mı?
Hülya Hanım (isminizi bu kadar çok tekrar etmem sizi sıktı mı? Bilerek yaptığımı itiraf etmeliyim);
1- "Anonim"-"İsimsiz" kalmak, bu şekilde fikir üretmek; yazı yazmak, resim yapmak, heykel yontmak vb. her türlü faaliyet insanlığın evrensel yasalarını zedelemediği, bir başkasına zarar vermediği sürece bir "insan hakkı"dır. Bu tartışmaya bile açılmaması gereken, düşünce özgürlüğü kapsamında öncelikle sizin sahiplenmeniz gereken bir "hak"tır.
2- Korku, mesleki zorunluluklar, edebi tercihler, yasal zorunluluklar, psikolojik zorunluluklar vb. gibi aklınıza gelebilecek her türlü neden insanları "anonim"-"isimsiz" kalmaya itebilir. Ama bu onların susması gerektiği, fikrini ifade etmemesi gerektiği anlamına gelmez. En basit ifadesi ile "korkmak" da bir insan hakkıdır ve korku nedeni ile "anonim" davranışlar sergilemek baskıcı tutuma karşı meşru bir yöntemdir. Örneğin siz "korkak" ama fikrini söyleyen olmayı mı, "baskıcının yandaşı" olmayı mı tercih edersiniz? Ben her durumda ilki olmayı isterim...
3- Koca koca isimler eğer "isimsiz"-"anonim" bir eleştirmenin 1-2 yazısından rahatsız oluyorlarsa işgal ettikleri yerle, cüsseleri arasında orantısızlık var demektir.
Korkmayın eğer eleştiri yerindeyse o isimlere katkı sunar. Yerinde değilse zaten kalıcı olmaz. Bu konuya bu kadar serin ve aklı başında  bakabilmek öncelikle bir "eleştirmen" olarak sizin görevinizdir.
4- Eleştiri yazmak kimsenin tekelinde değildir. Herkesin yapabileceği ve yapması gereken bir uğraşıdır. Özellikle edebiyat ve sanat üretiminin ciddi sıkıntılarla boğuştuğu ülkemiz gibi coğrafyalarda, en genele yayılan edebiyat/sanat sahiplenişini eleştiri işini yaygınlaştırarak yapabiliriz. En başta sizin bu bilinçle tekelciliğe karşı olmanız gerekir.
5- Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Ancak; buna rağmen edebiyat/sanat alanı hala kafalarımızın içinde bakir kalması gereken "saf" bir alan olarak tanımlı. Gerçekte ise öyle bir saflık kalmamış durumda. En çirkefinden ticari çıkar ilişkileri bu alana sızmış durumda. Yazar/kitap seçimlerinden tutun da, kitap tanıtım/eleştirilerine dek çıkar ilişkileri yumağı ortalık yerde duruyor. En başta sizin bu yumağa çomak sokmanız, itiraz etmeniz gerekir.
Oldukça hızlı, dağınık ve uzun yazdım. Blog sahibinden, okuma güçlüğü çeken okurdan ve eleştiri oklarıma birinci dereceden muhatap olan Hülya Hanım'dan özür dilerim.
Umarım aceleci ve dağınık üslubum büyük yanlış anlaşılmalara mahal vermez.
Son olarak Blog yazarı bu yazıyı ister yorum olarak, ister bağımsız bir yazı olarak kullanmakta serbesttir. İsterse de kullanmayabilir elbette. Ama benim fikrim bağımsız bir yazı olarak değerlendirmesidir. Çünkü yorum bölümü için uzun ve okunması zor bir nesir çıktı ortaya. Yazı başlığı olarak da "Bir "Anonim"den Hülya Soyşekerci Eleştirisi" seçilebilir.

Not: Düşündüm de; olası cevaplar için, hitaba fırsat vermek adına, kendime bir "mahlas" seçmem doğru olacaktır. Uğur Y. olsun mahlasım. Behzat Ç. kadar havalı değil ama idare eder. Ama sakın ola buradan "işte budur istediğimiz tavır, bu bile yeterlidir" basitliğine kaçmayalım yalnız. "Anonim"-"isimsiz" kalmak ile "mahlas" kullanmak aynı şeydir konumuz gereği. Konumuz dışı örnekler bizi bağlamaz.
Not2: Tatlı bir tesadüf bu yazıyı bitirip e-postalarımı kontrol ederken "Roman Kacew" ile ilgili kısa bir bilgi yazısı geldi önüme. "Roman Kacew" kim mi? Hülya Hanım elbette onun kim olduğunu bilir. Ama bilmeyenler araştırırsa eğer "mahlas" isim kullanma ya da "anonim" kalma üzerine ilginç bir sebep/olay ile karşılaşacaklardır.
Uğur Y.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Ey edebiyat sen bari kolla gençleri!


Başlığa çıkarttığımız ifade bize değil, Vatan Kitap’ta çocuk ve gençlik edebiyatı hakkında yazılar yazan Müren Beykan’a ait. Müren Beykan aynı zamanda hem Günışığı Kitaplığı’nın, hem de geçtiğimiz yıl yayın hayatına başlayan ON8 markasının yayın yönetmeni. Markanın hangi ihtiyacın ürünü olarak doğduğunu onun ağzından dinleyelim: “Günışığı Kitaplığı’nın yaş alıp edebiyatın engin sularına dalan ergen okurlarını yalnız bırakmak istemedik, onlar da bizi bırakmak istemiyordu. Dolayısıyla ON8 bambaşka bir marka olarak ‘genç yetişkin’ (young adult) denebilecek bir edebiyatı kucaklamak üzere yola çıktı; (…)”

Genç yetişkin edebiyatı uluslararası yayıncılık dünyasının en çok ve en hızlı büyüyen pazarıyken Türkiye yayıncılarının bunu fark etmemeleri elbette düşünülemezdi.

Bu alana el atan yayıncıların büyük bir kısmı ‘bestseller’lerin peşinden gittiler ve Alacakaranlık (Stephanie Meyer) ya da Açlık Oyunları (Suzanne Collins) gibi dünyayı kasıp kavuran, satış rekorları kıran kitap serilerini yayın programlarına aldılar. Çoğu yetişkinlere dönük faaliyet gösteren bu yayınevlerinin genç yetişkin edebiyatını kucaklamak, edebiyatın genç sesi olmak ya da gençlik edebiyatı üzerine derin sözler söylemek gibi bir dertleri yok. Onlar iyi satan, çok okunan popüler kitaplar yayınlamakla yetiniyorlar ve genç yetişkin edebiyatının ne olduğu ya da ne olması gerektiği konusunda tariflerde bulunmadıkları gibi, güçlü bir iddia da ortaya koymuyorlar.

İşte ON8 markasını (marka bizim değil, kendi deyimleri ve kendi başına düşündürücü), yayın yönetmeninin sözleriyle ‘bambaşka’ bir konuma çıkaran tam da bu. ON8 Can Gençlik’ten sonra ülkemizde bu alanda söz sahibi olmaya çalışan ikinci ve (ilkinin ömrünün epey kısa sürmesi nedeniyle de) halen varlığını sürdüren tek yayıncılık girişimi.

İlklerden biri olmak, yeni bir alanda tek başına varlık göstermeye çalışmak her şeyden önce bir cesaret göstergesidir ve bu yönüyle kutlanması gerekir.

Ne var ki, her iddialı başlangıcın arkadan gelenler için yol açıcı bir işlev taşıdığını kabul edersek, aslında üstlenilen rolün bir öncülük rolü olduğunu görmezden gelemeyiz. Öncülük ise 'bambaşka' bir sorumluluk gerektirir, öyle bakir bir alan keşfedip, hurra yola koyulmakla olmaz.

Yoksa olur mu? Yola devam edemeyen Can Gençlik’ten hareket edip 'olmaz' demek ne kadar kestirme ve yanlışsa, henüz yolun başındaki ON8’e bakıp 'olur' demek de o kadar yanlış ve erkenci.

Peki, o halde “bakir bir alan keşfedip, hurra yola koyulma” iddiamızı nereden çıkarıyoruz? ON8’in kimi ve neyi hedeflediğiyle ilgili resmi açıklamalardaki çelişkilerden, gençlik ya da genç yetişkin edebiyatına tanım getirmeye çalışırken sergilenen kafa karışıklığından, ne yazık ki!

ON8 markasının yayın yönetmeni Müren Beykan’ın çeşitli tarihlerde konuyla ilgili yaptığı açıklamalara, yazdığı yazılara, verdiği röportajlara bu açıdan göz atmaya değer gerçekten:

“Gençlik edebiyatı, ergen edebiyatı, ilkgençlik edebiyatı, hatta genç edebiyat diyen var. Kimi edebiyatçı, kimi yazar dudak büküyor çocuk edebiyatını sindiremedik, şimdi de bu çıktı deniyor; akıllar karışık. Kimi yayınevi ve eleştirmen edebiyatta tanımlara hiç yüz vermiyor, iletişim çağında, siber çağında hâlâ- annesinin-yağıyla devam etmek istiyor. İyi de, Türkiye’de gençler okumuyor diye üzülmeyelim o zaman; (…)”

15 Mayıs 2011’de Vatan Kitap’ta yayınlanan yazısında gençlik edebiyatını tanımayan ya da genç edebiyat, ergen edebiyatı türü tanımlara yüz vermeyen edebiyatçıları “hâlâ-annesinin-yağıyla devam etmek”le suçlayan, “iyi de, Türkiye’de gençler okumuyor diye üzülmeyelim o zaman” diye sitem eden Beykan, çok değil, yalnızca on beş gün sonra Edebiyat Haber’de ON8 markasıyla ilgili verdiği röportajda “Edebiyatın genç ve yetişkin olarak ayrılabileceğini düşünüyor musunuz?” sorusuna bakın nasıl yanıt veriyor:
Böyle bir ayrımı elbette kabul etmiyoruz. ON8 “gençlik edebiyatı” gibi belirsiz bir tanımla sınırlamıyor kendini, (…)”

Beykan’ın gençlik edebiyatı tanımını belirsiz bulmasıyla, aynı belirsiz tanımı kendince doldurmaya çalışması arasında da yalnızca birkaç ay var. ON8’in resmi web sayfasından, geçtiğimiz yılın Kasım ayında düzenlenen “Gençlik Edebiyatı Paneli’nde aktarıyoruz:
“Peki o zaman genç yetişkin kim ve gençlik edebiyatı nedir? Beykan şöyle tanımlıyor: “Gençlik edebiyatı; ilkgençlikten ayrı olarak soyut düşünsel kurgular ve yaşamın sert yüzünü ortaya koyan yapıtların yanı sıra kahramanı genç olan edebiyattır. Ergenin baş etmesi güç konuları işleyen, sert sorunlarla ilgili gerçekçi romanlar: Uyuşturucu, depresyon, ırkçılık, taciz vb.. Yani bir anlamda şiddet içeren sorun edebiyatı da denebilir.”

Günışığı Kitaplığı olarak ON8 markasını niçin kurduklarını açıklarken, edebiyatın engin sularına dalan ergen okuru yalnız bırakmamaktan söz eden Beykan’ın, gençlik edebiyatını tanımlarken “ergenin baş etmesi güç” konu ve sorunlardan bahsetmesi, başka yazılarında da ergeni ilkgençlik olarak tanımlayıp, bu kesimiyse ON8 olarak hedefledikleri genç yetişkin grubundan ayırması ilginç bir çelişki tabii. Ama bizce en ilginç çelişki bu değil.

Bize asıl ilginç gelen Beykan’ın gençlik edebiyatını “uyuşturucu, depresyon, ırkçılık, taciz vb.” gibi “sert sorunları” ya da “güç konuları” işleyen “gerçekçi romanlarla” sınırlandırması ve “şiddet içeren sorun edebiyatı” olarak tanımlaması.

Dünyada, özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda gençlik yayıncılığına damgayı basan sorun odaklı kitapların edebi nitelikler taşımadığı (radikal görüşler), ya da roman değil anlatı sayılması gerektiği (liberal görüşler), didaktik çocuk edebiyatının üstlenmeye çalıştığı eğitici, ahlakçı rolü (dişlerimizi fırçalayalım, çevreyi koruyalım, anne babamızı sevelim) gençler için, farklı bir boyutta sürdürdüğü (ayrımcılık yapmayalım, farklı olana hoş görü gösterelim) vb. tartışmaları bir yana bırakalım.

Bu kitapların, “roman formundaki sorun odaklı gençlik kitabı yazarları çoğunlukla bütünüyle mesajlarına güvenirler, edebi-estetik biçimle ilgili kaygıları ya yoktur ya da bu kaygılar öncelikli değildir” (2006, Leibzig Kitap Fuarı’nda O. Brunken’in aday liste ile ilgili açıklamasından) gerekçesiyle, gençlik edebiyatı alanında verilen en saygın uluslararası ödüllerden biri sayılan Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün aday listesine alınmamalarını (“…aday listesini oluştururken başvurduğumuz estetik değerlendirmeler nedeniyle problem edebiyatına ait kitap başlıkları yer almazlar,”O. Brunken, aynı açıklama) da dikkate almayalım.

Sonuçta burası Türkiye ve çocuk ve gençlik edebiyatında kendi uzmanlarımız var.

Sahi, deneyimli editör, gazete yazarı ve yayın yönetmeni M. Beykan ne diyor bu konuda? İki hafta önce 15 Eylül’de Vatan Kitap’ta yer alan yazısı hâlâ hafızalarda. “Bir gecede okudum kanka, acayip iyi kitap!” başlıklı bu makale, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan Köprü Kitapları’nın editörlüğünü de üstlenen Semih Gümüş’ün görüşlerine dayanıyor esas itibarıyla. Semih Gümüş’ü şöyle alıntılıyor Beykan: “Bugün merakla okunan, akıcı bir dille yazılmış, dili elbette Türkçenin belli bir düzeyinde bulunan, büyük bir okur çoğunluğunun ilgisini toplayan romanlar, ‘ne anlatıldığına’ bakarak öne çıkarılıyor. Oysa edebiyat bu değil, en azından yalnızca bu değil. ‘Nasıl anlatıldığı’ sorusuna kapsamlı ve nitelikli bir karşılık verebilen, derin yapısını bütün öğeleriyle tamamlamış, görünürdeki anlamlarının da okunmasını gerektiren, yalnızca söylediğiyle de kendisini ortaya koyan, kendine özgü bir anlayışa sahip olmayı yazının ahlakı sayan metinlerdir nitelikli edebiyatı oluşturanlar. Edebiyatımız bugün onları daha çok arıyor. O noktadan geriye düşmeyelim.”

Semih Gümüş’ün, ‘görünürdeki anlamlarının da okunmasını gerektiren’, ‘yalnızca söylediğiyle de kendisini ortaya koyan’ türü ifadelerini anlamakta zorlansak da, özetle, edebiyat eserlerinin işlediği konu ya da sorunlardan çok ve öncelikli olarak estetik anlatımı, biçimi ve derinliğiyle değerlendirilmesi gerektiğini söylemeye çalıştığı açık.

Beykan ‘bu noktadan geri düşüldüğü’ kaygısını Semih Gümüş’le paylaşmakla kalmıyor. “Bu kaygı, çocuk ve gençlik edebiyatında daha derin ne yazık ki” saptamasında da bulunuyor.

Bir yandan gençlik edebiyatını uyuşturucu, depresyon, ırkçılık, taciz vb. gibi sert sorunları ya da güç konuları işleyen gerçekçi romanlar olarak tanımlayacaksın , bu tanımlamayı yaparken de işin edebiyat ya da estetik yönüne hiç girmeyeceksin, öte yandan çocuk ve gençlik edebiyatı için “Ne anlatıldığına” odaklanan anlayışa daha sık kurban gidiyor bu alandaki emekler,” diye hayıflanacak, edebi duruş açısından ne kadar kaygılı olduğunu ifade edeceksin. Bu –kendimizi tekrar pahasına- gerçekten de ilginç doğrusu!

Yoksa Beykan, gençlik edebiyatı ile ilgili ‘kafalar karışık’ derken kendini mi kast ediyor? Bilmiyoruz. Yazılarından, sözlerinden çıkarabildiğimiz tek şey,  ON8’in yayın yönetmeninin, gençlik edebiyatı konusunda net, olgunlaşmış bir görüşe sahip olmadığı.  İşin kötüsü, gençlik edebiyatının “’ne anlatıldığına’ odaklanan anlayışa giderek daha sık kurban” gittiği olgusundan şikayet ederken çuvaldızı genç okurun önüne, tam da “ne anlatıldığına” yani konuya odaklanan sorun edebiyatıyla çıkan yayıncılara değil, gençlere batırıyor: “Dil oyunu, üslupsal arayış, yaşamı bambaşka kalıplara dökerek yorumlama becerisi çokça sıkıyor, sıkıcı bulunuyor. Eh, bir gecede okunmayınca da, kitabın ‘acayip iyi’ye erişmesi müşkül oluyor. Erişmeyince de sonuç ne: Satış hızında göz ardı edilmeyecek bir rahvanlık! İşte bu olmaz! Yayıncılık sektörünün artık rahvana tahammülü yok (…).”

Ama uzatmayalım.  Artık, gençlik edebiyatını bir yandan ‘şiddet içeren sorun edebiyatı” şablonuna sıkıştırırken, öte yandan “Gençlik edebiyatı adı altında üretilen şablonlardan özellikle kaçıyoruz. Genci çözülmesi gereken bir ‘sorunlar toplamı’ olarak ele alan metinlerden uzak durmaya başlıyoruz işe,” (ON8’in resmi web sayfasında da yayınlanan röportajından) diyen Beykan’ın, bu konuda her görüş bildirdiğinde düştüğü çelişkileri sıralamak yerine, geçtiğimiz günlerde yayıncılıkta birinci yılını kutlayan ON8 markasının yayın politikasına, yani lafa değil pratiğe bakalım.

Markanın tüm değil ama çoğu kitabını okuduk. Okuduğumuz birçoğununsa (örneğin İntihar Notlarım/Michael Thomas Ford, Suçlu/Magali Wiéner, JJ Kim/Anne Cassidy) sorun edebiyatı sınıfına cuk diye oturmakla kalmadığını, Beykan’a göre gençlerin sıkıcı bulduğu “dil oyunu, üslupsal arayış, yaşamı bambaşka kalıplara dökerek yorumlamak” gibi arayışlara hiç girmeden, ‘nasıl anlattığından’ çok ‘ne anlattığıyla’ tanımlanabilen eserler olduklarını hiç çekinmeden söyleyebiliriz.

Ama istisnalar da yok değil. Örneğin Kırmızı Başlıklı Kız/Beate Teresa Hanika belli bir konuya (tacize) eğilmekle birlikte edebi olarak da güçlü. Aynı şekilde Bağlantı/M.T. Anderson ya da Onlardan Biri/Zoran Drvenkar da (biri distopya, diğeri polisiye) edebi roman sınıfına giriyor ve anlatım biçimi, üslup vb. edebi kaygılarını net bir şekilde yansıtıyor.

Kısacası bütünsel bir yayın çizgisinden çok, eklektik bir seçkiden bahsedilebilir. Dikkati çeken noktalardan bir diğeri, bugüne dek yalnızca çeviri eserler yayınlamış olan ON8’in yayın programında yer alan kitapların neredeyse tümünün kaynak ülkelerde ergen ya da ilkgençliği hedeflenerek yazılmış ve o ülkelerde öyle (12+ ya da 14+ sınıfında) yayınlanmış olmalarıdır.

Eh, “ağır çevre baskısı, tehlikeli yalanlar, nefret, intihar, anlaşılmama kaygısı, depresyon, uyuşturucu/ilaç kullanma, kendini yaralama, farklı cinsel yönelimler, taciz, istismar, tecavüz, cinayet, ırkçılık” gibi temaları  “ergenin henüz baş etmesi zor konular” olarak tanımlarsan (bkz. Müren Beykan’ın, Vatan Kitap’ta yayınlanan ‘Ey edebiyat, sen bari kolla gençleri!’ yazısı), bu konuları odağına alan eserleri ergenler için yayınlayamazsın.

"Ergenin baş etmesi zor konuların" aslında basbayağı yetişkinin ve hakim anlayışın yüzleşmekte zorlandığı konular olduğunu açık bir şekilde kabul etmezsen, ülkende ergenler tecavüze, tacize, şiddete uğrayadururken, bu konuları işleyen kitaplar için farklı bir yaş, ya da iyice ‘belirsiz’ bir gençlik edebiyatı tanımı yapmak zorunda kalırsın: “Çoğu kişiye göre YA (young adult, yani genç yetişkin’i kast ediyor) sınırı, kişinin olgunluğuna bağlı, yaşa değil. Yani, YA diye adlandırılan kitap grubu aslında kimlere sesleniyor, ülkeye göre, gençlik tanımına göre hayli değişiyor.” (M.Beykan, aynı yazı).

Zaten ON8’in yayın çizgisinde bizi asıl rahatsız eden de bu. Markanın “Biz de varız!” sloganıyla ortaya çıkarken, 'biz’in kim olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktan ısrarla kaçınması. Sorun edebiyatı yapıyoruz derken, gerçekte kimin sorunlarını işlediği konusunda elle tutulur bir şey söylememesi. Gençlik edebiyatı’nın hangi okur tipini ya da yaş grubunu hedeflediği konusunda her yöne çekilebilen açıklamalarda bulunması. Yani  “ne yardan ne serden” politikası güderek herkesi memnun ve hiç kimseyi rahatsız etmemeye çalışması.

Diğer bir anlatımla, ON8’in yayın politikasının odağına oturan sorun edebiyatının gerçekte ne kadar edebi olduğu öncelikli sorunumuz değil. (Kitedit olarak, sorun edebiyatını neredeyse küfür sayan kimi uluslararası edebiyat eleştirmeninden farklı bir şekilde, edebiyatta her türün –yani sorun edebiyatının da- estetik olarak güçlü ve başarılı örnekleri olduğunu düşünüyoruz. Kurgu bir kitabı bağımsız bir sanat eseri olarak ele almak yerine, türüne bakıp ‘edebi değil’ ya da ‘kötü’ diye etiketlemek red ettiğimiz bir yaklaşım) Gelmek istediğimiz nokta, ON8’in uluslararası sorun edebiyatı içinden seçtiği eserlerin hangi sorunları işlediği, bu sorunlara nasıl yaklaştığı, hangi çözümler sunduğu ve bu tercihlerin ne anlama geldiği...

Sonuçta sorun edebiyatının edebi nitelikleri taşıyıp taşımadığı tartışmalı olabilir, ama öncelikli kaygısının genç kesimlere belli sorunlar düşündürtmek, tartıştırmak olduğu tartışmasız. Tıpkı, hiç tartışmasız “nasıl anlattığından çok ne anlattığına odaklanan” İntihar Notlarım (ON8’in çıkış kitabı olması dikkat çekici) ya da Suçlu gibi kitapların işledikleri sorunlara ilişkin ayrıca çeşitli çözüm yolları/alternatifleri göstermek ya da ahlaki yaklaşımlar sunmak gibi somut bir dertlerinin bulunduğu tartışmasız olduğu gibi.

Genç yetişkin edebiyatının hangi yaş grubunu hedeflediğini “ülkeye göre, gençlik tanımına göre hayli değişiyor,” diyen bir yayın yönetmeninden, genç yetişkinler için sorun edebiyatı yayınlarken aynı hassasiyeti sorunların seçiminde ve işleyişinde de göstereceğini bekleriz doğal olarak.

ON8’te yayınlanan kitapların ele aldığı sorunlara baktığımızda (intihar, eşcinsellik, taciz, tecavüz, savaş, uyuşturucu, alkol bağımlılığı, şiddet vb.) genel olarak tüm dünyayı, özel olarak da Türkiye toplumunu ilgilendirdiklerini söyleyebiliriz. Ne yazık ki ON8’in bu konudaki başarısı ülkemiz için kahredici!

17 yaşındaki eşcinsel gençlerin babaları tarafından kurşuna dizildiği bir ülkede eşcinsellik ve genç bireyin cinsel kimlik arayışı türü sorunların gençlik edebiyatında yer alması son derece önemli ve gerekli.  Kadın cinayetlerinin ve taciz vakalarının çiğ gibi arttığı, katillerin değil kurbanların suçlu sayıldığı bir ülkede, topluma ve gençlere bu konuları tartıştırmak, sorgulatmak, edebiyat yoluyla (da) çıkış yolları göstermek için de aynı şeyler geçerli.

Zaten sorun edebiyatı esas olarak bunun için, yani güncel ve yakıcı toplumsal sorunlar konusunda genç kesimlerde duyarlılık ve bilinç oluşturmak/bu yönlü toplumsal çabaya destek olmak için var. Ne var ki sorun edebiyatına el atan sorumluluk sahibi bir yayın girişiminin kendine sorması gereken yalnızca ‘toplumumu doğrudan ilgilendiren güncel ve yakıcı sorunlar hangileri?”sorusu değil. “Bu sorunlar konusunda nasıl bir bilinç oluşturmak/nasıl bir bilinç oluşturma çabasına destek olmak istiyorum?” diye sormak en az onun kadar önemli.

Çünkü bu soruya verilen yanıt tercihleri, tercihlerse yayın çizgisinin ‘rengini’ belirleyecektir.

Ama yazımızın birinci bölümünü burada noktalayalım. Norm dışı cinsel tercihleri olduğunu fark edip, onu bekleyen ‘ürkütücü’ ve ‘belirsiz’ gelecek karşısında intihar girişiminde bulunan Jeff’in ailesine açılarak sorunlarıyla nasıl başa çıktığını işleyen İntihar Notlarım, ve tecavüzcü bir suçlu mu yoksa kandırılmış bir kurban mı olduğu arafta kalan genç bir erkeğin başından geçenleri konu eden Suçlu kitaplarının güncel ve yakıcı sorunlara nasıl yaklaştıklarını, bu yaklaşımın hangi bilince denk düştüğünü, bu bilincinse ülkemiz gerçeklerine ne kadar uyduğunu irdelemeyi yazımızın ikinci bölümüne bırakıyoruz. Bu ikinci bölümde, ‘nasıl anlattığından çok ne anlattığıyla’ ilgili olan sorun odaklı edebiyatın neden edebi kriterlerden önce, haklı olarak bu noktalardaki duruşuyla değerlendirildiğini, bu tür eserlerde (yine haklı olarak) neden özel olarak toplumsal sorumluluk arandığını da ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.  
(Devam edecek, yazıdaki vurgular bize ait) 

17 Eylül 2012 Pazartesi

Aslı Tohumcu'nun çocuk kitapları üzerine ya da kötülere gerçekten yer yok mu?


 Çocuk edebiyatının revaçta kavramı 'çocuğa görelik' 

Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında didaktik yaklaşım hâlâ yaygın. Ne var ki yetişkinin, yani esas alıcı kitlesinin beklenti ve kaygılarını edebi kaygıların üstünde tutan, estetik değerleri pedagojik (bu da demektir ideolojik) amaçlara feda eden, kaldırılmış işaret parmağıyla yazılan çocuk kitapları giderek daha çok eleştirilmekte ve çağdaş yayıncılık dünyamızda artık ‘demode’ kabul edilmektedir.
Bugün revaçta olan kavram ‘çocuğa görelik’. Oysa teorik olarak bakıldığında ‘çocuğa görelik’ çocuk edebiyatının varlık nedenidir, zaten. Çocuğun yetişkin edebiyatıyla karşılanamayacak özel ihtiyaçları olmasaydı çocuk edebiyatı diye bir şey olmazdı. Yani çocuk kitaplarının ‘çocuğa göre’ olması gerektiği gerçeği yeni bir keşif değil. Değişen, ‘çocuğa göre’ kavramının içini nasıl doldurduğumuz.  Örneğin geçmişte dünyanın kötülüklerinin bir çocuk kitabında yeri olmadığı, çocukların bu gerçeklerle baş edemeyeceği düşünülürdü.  Bugünse dünyanın her türlü kötülüğüne şahit olan çocuklarımızı, bunlar yokmuş gibi yaparak koruyamadığımızı biliyoruz ve genelde sanatın, özelde de çocuk edebiyatının gerçeklerle başa çıkmaya yardımcı olan ‘sağaltıcı’ etkisine güveniyoruz.  Empati kurma, sorun çözme, sorgulama yeteneklerini kışkırtan, çocuğa sorunlarıyla yalnız olmadığını hissettiren, ya da kendi sorunlarından bambaşka sorunlar da bulunduğunu gösteren ve her iki tutumla cesaret veren çocuk kitaplarını olumluyoruz.  Çağdaş anlayışa göre her çocuk kitabının belli sorunlar işlemesi de gerekmez.  Bugün bir çocuk kitabının öncelikli olarak okurun evrenine yeni pencereler açmasını, onun için sığınabilecek bir liman (bazen de alıp götüren bir gemi) olmasını istiyoruz.
Bir çocuğun bir hikayeye sığınabilmesinin, sayfaların peşinden, alıp başını gitmesinin sırrı üzerinde de düşünür olduk. Yazarlar artık çocukların hoşuna giden kitaplar yazmak istiyor. Yayıncılar da böyle eserlerin peşinde. Didaktik çocuk edebiyatının ‘demode’ ve ‘kötü’ olduğu görüşü yavaş yavaş okullarda, özellikle de özel okullarda (Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatında iddialı yayınevlerinin çoğunun, esas olarak kitapçı değil, özel okul satışı yaptığı biliniyor) yaygınlaştığından, özel okul öğretmenleri  iyi niyetle yaklaşırsak öğrencilerin keyifle okuyacağı, kötü niyetle yaklaşırsak fazla zahmete girmeden okutabilecekleri kitaplar talep ettiğinden beri yayıncılar da arayışlarını bu yönde yoğunlaştırdılar.
‘Çocuğa görelik’ kavramının son zamanlarda bu kadar sık dillendirilmesinin arkasında da bu var galiba. Ne yazık ki bir kavramın sık dillendirilmesi doğru ele alındığı anlamına gelmiyor. Aksine, altını biraz kazıdığınızda çoğu kere ‘çocuğa görelik’in altından ‘eğlencelik’ çıkıyor.
Dersi iyi ezberleyeyim derken asıl konuyu gözden kaçıran öğrenciler gibi davranıyoruz.
Modern ‘çocuğa görelik’ anlayışına göre çocuk ve gençlik edebiyatında argo, ‘ayıp’ kabul edilen sözcükler, çocuk dili ya da gençlik jargonu yer alabilir, diye öğrendik ya, artık çocuk kitaplarımızı bolca bunlarla süslüyoruz. Bir çocuk kitabında boşanma, ölüm ve şiddet de yer alabilir diye belledik ya, artık kitap kahramanımızın biri mutlaka boşanmış aile çocuğu, yakın akrabası ölmüş ya da sık sık kavgaya karışıyor.
Tablo gerçekten de düşündürücü. Daha düne kadar çocuk edebiyatında kaka sözcüğü anılmazken, bu konuya eğilen ilk (gerçekten özgün ve sanatsal) resimli kitaptan sonra bugün piyasa kaka kitaplarından geçilmiyor.
Evet, dersi geçekten de iyi ezberledik. Peki ya unuttuğumuz esas konu? Çocuğa görelik. Nasıl yani, anlamadık?
O halde çocuğa göreliğe bir kez daha, farklı bir açıdan yaklaşalım. Çünkü didaktik çocuk kitaplarına ‘demode’ ve ‘eskimiş’ gözüyle bakmakla yetindiğimizde karşısına ancak ‘popüler’ ve ‘moda’ kitaplar koyabiliyoruz. Bir zamanki ‘çocuğa görelik’ kavramı ile bugünkü ‘çocuğa görelik’ kavramının farklılıklarını bilmek de yetmiyor. Derdimiz çocuk yazımızı popüler bir modaya uydurmak değil de, çağdaş, demokratik ve bilimsel ‘çocuğa görelik’ anlayışıyla geliştirmekse her şeyden önce değişimin nedenlerini anlamak gerekiyor.
Bir zamanlar çocuğun en büyük ihtiyacının eğitilmek olduğu kabul edilirdi. Çocuk edebiyatından da doğrudan (ve hakim eğitim anlayışına uygun bir biçimde) çocuğu eğitmesi beklenirdi. Bugün çocuğun temel ihtiyaçlarının arasında hâlâ eğitim var. Ama geçmişten faklı olarak sanat ve edebiyat da, erken çocukluktan itibaren karşılanması gereken bir ihtiyaç sayılıyor. Artık çocuk edebiyatından doğrudan ve öncelikle bu ihtiyacı karşılamasını, bununla bağlantılı olarak da estetik algıyı, dil duygusunu geliştirmesini bekliyoruz. İşin aslı, değişim çocuk edebiyatına bakışta yaşandı. Geçmişte gerçek edebiyat ve gerçek edebiyattan sayılmayan çocuk edebiyatı varken bugün çocuk edebiyatı edebiyat kriterleriyle değerlendiriliyor artık.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her edebiyat kitabı çocuğa göre olmayabilir ama edebi bir çocuk kitabının ‘çocuğa göre’ olması için gerçekten de edebiyat niteliği taşıması gerekir.
Çocukların edebiyata ihtiyaç duyduğunu kabul ettiğimizde, okudukları kitapların özgün bir anlatıma, sağlam bir kurguya, güçlü karakterlere, edebi bir dile ve insanı alıp götüren sahici (sahiciliği burada gerçekçilik anlamında değil, kurgusal dünyayı okura sahiden oradaymışız gibi hissettirmek anlamında kullanıyoruz) bir atmosfere sahip olmaları gerektiğini de kabul etmiş oluyoruz.
Tamam, lafta çoğumuz bu noktada birleşiyoruz. Ya pratikte? Ne yazık ki pratik fena halde aksıyor.
Buradan genç edebiyatçı Aslı Tohumcu’nun yazdığı iki çocuk kitabının eleştirisine geçmek istiyoruz. Bu kitapları seçmemizin arkasında, onları yakın zamanda okuduğumuzda bize yukarda ele aldığımız sorunları yakıcı bir şekilde (yeniden) düşündürtmeleri yatıyor.

Üç, İkii, Birrr, ATEŞ!

Ara başlığa bakıp, hurra saldırıya geçeceğimiz sanılmasın. Üç, İkii, Birr, ATEŞ, Aslı Tohumcu’nun Can Yayınları’ndan 2011’de çıkan ilk çocuk kitabının adı. Konuyu ana kahraman Ateş’in ağzından öğrenelim: “Benim adım Ateş ve bu deftere yazdıklarım da benim süpersonik ve bombastik maceralarım. Hayatımın 10 yılını sizlerle cömertçe paylaşayım da sizler de engin bilgimden faydalanın, diye düşündüm. Fena mı?” (s.9) Kitabın başında yer alan bu cümle bize öykünün,  Ateş’in anılarıyla devam ettiğini düşündürtüyor. Ne var ki bir nevi günlükle karşılaşıyoruz.
İlk bölümde, odasını toplamadığını annesinden saklamak için kapıyı kilitleyen, anne kapıyı zorlarken de panikle ortalığı iyice dağıtan Ateş birden hayal/oyun dünyasına geçiş yapıyor ve uzaylı rolüne bürünüyor. Rafı deviren, kaçmak için perdeleri indirip uç uca ekleyen, pencereden sarkan hep bu uzaylı. Kapı ebeveynler tarafından kırılarak açıldığında da Ateş uzaylı hikâyesinde ısrar ediyor. Hinlik yapmadığını, o uzaylıya gerçekten inandığını şu sözlerinden anlıyoruz:  “Annem kapıyı açamasın diye dolabı deviren de, odayı savaş alanına çeviren de, pencereden aşağı sarkan da o uzaylı. Bu facia yaşanırken ben onun uzay gemisinde esirdim. Elimden korkusuzca beklemekten başka ne gelebilirdi? Şu büyükler gerçekten bir acayip. Uzay gemisinde tutsak edildiğim için beni avutacakları yerde, uzaylının yaptıklarının cezasını bana çektiriyorlar.” (s. 16, vurgular bize ait)
Küçük çocukların (ki buna 10 ve daha büyük yaştakiler de dahil) kendilerini bir oyuna ya da hayale gerçekmiş gibi kaptırmaları bilinen bir olgu. Hatta belli bir yaşın altındaki çocuklar oyun ve hayali gerçekten ayırt edemeyebilirler. Hayali arkadaşların da ortaya çıktığı bu yaş aralığı 2-5’tir. Daha büyük, hele de 10 yaşındaki bir çocuğun hayalle gerçeği ayırt edememesi ise ciddiye alınması gereken bir sorun olarak değerlendirilir.
Ama ne Ateş sorunlu bir çocuk, ne de edebiyat psikolojik gerçeklere her zaman uygun olmak zorunda. Yazının başında da değindiğimiz gibi bir kitabın sahicilik duygusu vermesi ve özgün bir fikre ya da anlatıma dayanması çok daha önemli.
Zaten Aslı Tohumcu da, başta okuru hayali uzaylı çocuğun maceralarını okuyacağız beklentisine soktuktan sonra, (uluslararası çocuk edebiyatında çok işlenmiş olan) bu ‘hayal ile gerçeği ayırt edememe’ fikrini ortada bırakıyor ve Ateş kitap boyunca bir daha uzaylıdan bahsetmiyor. Ateş’in dolayısıyla da kitabın esas gündemleri kardeş kıskançlığı, hep az gelen harçlık, ödev sıkıntısı, dırdırcı büyük hala ve büyüklü küçüklü haylazlıklar olarak sıralanabilir. Yani kitap, modern çocuk edebiyatının sık sık eğildiği sıradan çocuğun gündelik yaşamını konu ediyor.
Ateş sıradan ama şanslı bir çocuk. Öyle ya, o, Türkiye’de yalnızca sayılı birkaç özel okulda karşılaşabildiğimiz 12 kişilik bir sınıfta okuyor. Ayrıca , ancak bir aydından bekleyebileceğimiz modernlikte bir eğitim anlayışına ve engin bir hoşgörüye sahip bir annesi var.
Ateş’i diğer sıradan çocuklardan ayıran yalnızca bu değil. Aynı zamanda sıradan çocukları epey aşan ama onların mutlaka çok beğeneceği bir ‘çok bilmişlik’le ve ‘hazır cevaplılıkla’ donatılmış. Babası kardeş yüzünden masrafların arttığından ve tutumlu davranması gerektiğinden bahsedince cevabı yapıştırıyor: “Çocuk yaparken bana mı sordunuz arkadaş!” (s.18) Annesinin eğitim anlayışı hakkında birbirinden eğlenceli görüşler ileri sürüyor : Yatma saatlerinin yayın akışına göre düzenlenebileceğinden haberi yok bir defa. Bir de her Allahın günü yeşillik yemek yerine hamburger yerse, bir çocuğun daha mutlu olacağını kabul etmek istemiyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bize devamsızlık diye bir hak verdiğini inkâr ediyor. O-hooo, saymakla bitmez.” (s.19
Okula gelen müfettişin sorduğu sorulara da en güzel, ya da yazarın deyimiyle ‘bombastik’ yanıtları Ateş veriyor. Her biri küçük yaştaki okuru zevkten dört köşe edebilecek nitelikte. İlk soru : “Güneş hangi yönden doğar?” Ateş’in yanıtı: “Kendisinin bildiğinden eminim. Her gün doğduğuna göre!” İkinci soru bir matematik daha doğrusu havuz problemi. Yanıt: “Madem havuzu dolduracağız, üçüncü musluğu açmayız, olur biter.” Üçüncü soru, Dardanakan Savaşı’nın nedenleriyle ilgili. Yanıt: “Savaşa karşı olduğumdan bu soruya cevap vermeyi doğru bulmuyorum.” Dördüncü soru (ve bundan sonrası –evet, beşinci soru da var- gerçekten bayıyor) İç Anadolu’nun iklim tipini ve özelliklerini yazınız, şeklinde. Yanıt: “Bu sorunun yanıtını, www.gezdoyadoya.com adlı sitede bulabilirsiniz….” (s.46-47)
Okuyan da (özellikle de yetişkinse) Aslı Tohumcu bir zamanlar epey popüler olan , Ahmet Gülüm’ün derlediği Dikkat Yazılı Var! kitabını önüne çekmiş sanabilir. Ama buradaki vurgu yazarın kahramanına mal ettiği yanıtların pek de özgün olmamasına değil, aşırı abartılı ve bu yüzden de yapay olmasına.  Bir çocuğun altı soruluk yazılıda bir soruya buna benzer bir yanıt vermesi bir kitaba espri katabilir, kahramanın muzipliğini vurgulayabilir, kurguya renk ve tat getirebilir. Çocuk okur, kendisi gibi zaman zaman çocukluklar yapan kahramanla daha kolay özdeşleşebilir. Altı soruya altı ‘bombastik’ yanıt işi değiştiriyor ama. Çocuk okur böyle yapaylıklara belki yetişkin okur gibi adını koyamaz, ama sezinlemekten de geri durmaz. Üstelik Ateş’in abartılı halleri bununla bitmiyor.
Öğretmen sınıftan bir alfabe hazırlamaları ve her harf için bir cümle ve resim çizmelerini isteyince  Ateş hevesle işe girişiyor. A için kendi adı ve resmi,  B için ‘baş belası bebek’ cümlesi ve kardeşinin resmi, C harfi için cimri tamamlaması ve Cevat dayısının resmi, i harfi için ispiyoncu yakıştırması ve Leman halasının resmi, K harfi için kabus sözcüğü ve okul müdürü Bay Kılçık’ın resmi, o harfi için obur sözcüğü ve tombul Fidan teyzesinin resmi … (evet, gerçekten de böyle sürüp gidiyor)
İşin ilginci şu çok bilmiş, hazır cevap, yeri geldiğinde lafı gediğine sokan Ateş ödevini şaka ya da muziplik olsun diye değil, öğretmeninin gözüne girmek için o şekliyle yapıyor. Alfabede ‘kabus’  ile özdeşleştirdiği okul müdürünün bundan mutlu olacağını sanıyor. “Böylesine faydalı bir eserde yer almaktan mutluluk duyacağından eminim. Belki beni odasına çağırıp teşekkür eder. Etmezse ayıp eder doğrusu.” (s.24) Tepkiyle karşılaşınca da şaşırıyor: “Şu büyükleri anlamak mümkün değil. İlk defa bir ödevimi vaktinde ve güzelcecik yapıp bitiriyorum. Karşılığında ne ödül alsam beğenirsiniz: Azar ve şikayet! “
Kabul, çocuklar okul müdürüne kabus, dırdırcı halaya da ispiyoncu deme cesareti gösteren tiplere bayılır. Herhalde Aslı Tohumcu’nun da hedeflediği bu. Ama ortada ne yetişkin ne çocuk okurun dikkatinden kaçmayacak bir çelişki var. Ateş aslında cesaret gösterisi yapmıyor. Ateş aslında iyi bir şey yaptığını sanıyor.  İyi bir şey yapayım derken işleri berbat etmek, tepkiyle karşılaşınca da bunu büyük bir haksızlık olarak algılamak çocuklara özgü bir durumdur ve çocuk edebiyatında bolca işlene gelmiştir. Alışılmadık olan bir sayfa önce öğretmeni için: “Pes, gerçekten pes doğrusu! Sen adam gibi öğretemiyorsan dersleri bizim suçumuz ne? Zaten kendisinin bize verecek cevabı hep vardır. Ama bilmem neden, okul müdürümüz Bay Kılçık’ın karşısında hep sus pus olur. Gücü ona yetiyor anlaşılan,” diyen bir çocuğun , bir sayfa sonra bu ödevlerden biriyle uğraşırken:  “Ögretmenimin benimle ne kadar gurur duyacağını düşünüp sevindim. Çünkü ben öğretmenimi çok severim, o da beni beğenin isterim.” demesi.  Alışılmadık olan Ateş’in, bir yandan alfabesi için öğürtü resmi çizebilecek kadar müthiş yaratıcı bir insanken (en azından o kendini öyle tanımlıyor), öğretmeninin bu ödevden hoşlanacağını sanacak kadar da saf salak bir çocuk olması.
Bu çelişkili özelliklerine bakarak, Ateş için başta yaptığımız ‘sıradan çocuk’  tanımlamasının gerçekten de revize etmemiz gerekiyor. Ne var ki yazarın çocukların hoşuna gidecek bir prototip yaratma peşinde olduğu görüşümüz giderek kuvvetleniyor.  
Çocukların hoşuna gidecek bir prototip yaratma amacı tek başına yanlış değil. En azından tek başına kalmadığı sürece.  Hepimizin bildiği Pıtırcık da bu prototiplerden biri. Ama olaylara çocuk bakış açısıyla yaklaşan Pıtırcık ve arkadaşları ne kadar sahici ve samimiyse, bir yandan durmadan yaşından büyük sözler, düşünceler üreten, öte yandan da inanılmaz derecede saf olan  Ateş de o kadar yapay hatta yer yer bayağı kaçıyor. Pıtırcık’ın alt metni sıkı bir toplum eleştiri içerirken Üç, İkiii, Birr, ATEŞ herhangi bir derinlik taşımıyor.
Ateş’in iki de bir süpersonik ve bombastik türü laflar patlatması da durumu kurtarmıyor. Evet çocuk ağzı ya da gençlik jargonunun çocuk kitaplarında yer almasının hiçbir sakıncası yok. Ama böyle düşünüyoruz diye, kahramanlarımızı yerli yersiz böyle konuşturmamız gerekmiyor. Sonuçta her kurgu kitap stilize bir sanat dili kullanır. Edebiyatçılar bir bakkalı konuştururken köşedeki Hasan Bakkal’dan elbette esinlenebilirler ama kitaplarında, birebir Hasan Bakkal’ı konuşturmazlar. Hasan Bakkal edebi konuşmuyor çünkü. Bir bakkalı okura hem Hasal Bakkal’ı duyuyormuş kadar doğal, hem de bir edebiyat metni okuyormuş kadar sanatsal konuşturmak yazarın işidir ve belli bir formülü yoktur.
Aynı şey çocuk kitaplarındaki kahramanlar için de geçerlidir ve ne yazık ki, Ateş’in ne doğal ne de sanatsal  bir etki bırakmadığını eklemek zorundayız.  Kitapta karşımıza çıkan Vuf Vuf Pet Shop, Arayan Bulur Bakkal, Umduğunu Değil Bulduğunu Ye Manav, Mürekkep Yala Kırtasiye, Gel Beraber Berber, Kel Başa Şimşir Tarak Kuaför gibi ‘yaratıcı buluşlar’ ya da cimri dayı Cevat Ellibollar ve şişman yenge Fidan gibi ‘anlamlı’ isimlendirmeler de metnin bütünü içinde bir yere oturmuyor.  Sonuçta ne absürt ya da fantastik bir çocuk romanı söz konusu ne de bu yer ve kişiler kurguda isimlerini haklı çıkaracak bir rol oynuyor. Zaten çoğu metinde bir bilemediniz iki kere geçiyor. 
Öyleyse yazar bunlara neden başvuruyor? Galiba yine çocukların hoşuna gitmek, beğeniyi garantilemek istiyor. (Çocukların bu tür benzetmelerden ve söz oyunlarından hoşlandıklarını kim bilmez ki?) Roald Dahl’ın George’un Harika İlacı kitabına atıfta bulunarak kahramanı Ateş’e Leman halasını küçültmük için çeşit çeşit temizlik ve kozmetik malzemesinden ilaç hazırlatması da bu yüzden herhalde. Ama Aslı Tohumcu’nun bir amacı daha var, bu olay daha doğrusu annenin bu olaya verdiği tepki üzerinden kitapların neye yaradığını okura iletmek istiyor: “’Kitaplarda okuduğumuz her şeyi yapmamız gerekmez Ateş. Bazen gerçek hayatta yapamayacağımız şeyleri yaptığımızı hayal etmek için okuruz kitapları,’ dedi annem. “  (s.33)
Sahi, yazar neden böyle bir uyarı yapmaya ihtiyaç duyuyor?  Çünkü Roald Dahl’ın Georg’un Harika İlacı kitabı absürt çocuk edebiyatına örnek gösterilebilecek kadar absürtken, Üç, İkii, Birr, ATEŞ! gerçekçi gibi görünen bir hikaye anlatıyor. Ve bu farkı (bazen bunu onlardan beklemesek de) çocuk okur da pekâlâ anlıyor. Acaba gerçekçi bir çocuk kitabı, küçük okurun hikâyede geçen olay ya da davranışları birebir taklit etmesine yol açabilir mi? Galiba ve koskoca kitapta didaktik bir içerik taşıyan tek bölüm yukarda alıntıladığımız cümle olduğuna göre yazarın esas kaygısı bu.
Yersiz bir kaygı olduğunu belirtelim. Gerçekçi çocuk kitaplarının da böyle bir etkisi yok. İşin ilginci bunu çocuk okur da biliyor. Yani Ateş’in, Georg’un Harika İlacı kitabından esinlenerek halasını küçültmeye çalışması hiç gerçekçi olmadığı gibi, okurda da sahici, samimi bir izlenim bırakmıyor. Absürt bir çocuk kitabında olması gerektiği gibi işleyen harika, özgün bir fikir, bu yüzdendir ki  bu kitapta basit ve yersiz hale gelebiliyor.
Eksiklikleri saydık. Peki kitabın hiç mi güçlü yanı yok? Kurgu? Dil? Sürükleyiclik? Ne yazık ki üç sorunun yanıtı da birbirinden pek farklı değil. Bir çocuğun başına gelen gündelik olayların yan yana ya da arka arkaya sıralanması kurgu sayılmayacağına göre kurgu yok denecek kadar zayıf. Dil ve anlatım az çok akıcı sayılabilirse de güçlü tanımlamasını hak edecek kadar özgün, etkileyici değil. Sürükleyiciliğin anlatım ve kurguya sıkı sıkıya bağlı olduğunu kabul eder ve hedef kitleye, yani çocuk okura uzatılan havuçları bir yana bırakırsak, bu noktada da iç açıcı şeyler söyleyemiyoruz.

Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap / Kötülere Yer Yok üzerine

O halde çocuk ve gençlik edebiyatı üzerinde yazılar ve çocuk kitapları tanıtımları da yazan Aslı Tohumcu’nun biraz daha büyük bir yaş grubu için kaleme aldığı ikinci çocuk kitabına yani Kötülere Yer Yok’a geçelim. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011)
Üst başlığından da (Bolbadim Günlükleri: 1. Kitap) anlaşıldığı üzere kitap Bolbadim Günlükleri Dizisi olarak planlanan çocuk romanlarının ilki. Yatılı okulda geçen fantastik bir hikayesi var ve biri erkek (Fırat) biri kız (Sürreyya) iki öğrencinin gözünden anlatılıyor.
Konuyu kısaca özetleyeceksek: Okulun müdür yardımcısı Şitapal Hanım aslında tüm dünyaya kötülük saçan Nhandular örgütünün önemli bir elemanı. Aynı örgütün üyesi Kara Doktor’un okulun gizli bir yerinde tüm dünyayı felakete sürükleyecek bir virüs üzerinde çalışabilmesini, bu virüse karşı geliştirdiği ilacı okulun bazı öğrencileri üzerinde deneyebilmesini sağlayan da bu korkunç kadın. Sihirli güçlerinden biri (belki de teki) istediği zaman ortalığa tarantula türü örümcekler salması. Kara Doktor ve Şitapal Hanım’ın aynı zamanda kimliği açıklanmayan,  öğrencilerden saklanan solgun bir çocuğu iyileştirmek gibi bir dertleri var. Tam anlaşılmamakla birlikte o çocuk da Kara Doktor’un icadı kötü virüsten mustarip. Zaten Kara Doktor’un panzehiri denemek için giderek daha çok deneğe ihtiyaç duyması ve okuldan öğrencilerin bir bir kaybolması da bu yüzden. Fırat ve Süreyya arkadaşlarının kaybolmasına önce anlam veremiyorlar, derken Süreyya da kaçırılıyor ve Fırat tesadüfen okulun hademesinin aslında Nhandular’a karşı savaşan bir örgütün ajanı olduğunu öğreniyor. Sonrası malum. Fırat ve yaşlı hademe güçlerini birleştiriyor ve çocuklar kurtarılıyor.
Kendi içinde yaklaşır ve fantastik çocuk edebiyatı çerçevesi içinde değerlendirirsek hikâye,  okuru yerinden hoplatacak kadar özgün ve zekice fikirlere dayanmasa da, ilk bakışta az çok sağlam gözüküyor.
Ne yazık ki daha ikinci bakışta bu değerlendirmemizden vazgeçmek zorunda kalıyor ve kurgunun her taraftan döküldüğünü fark etmeye başlıyoruz. Fazla uzatmamak için yalnızca birkaç noktaya değinelim:
·         Kış tatilinde (not: yazımızda yanlışlıkla yaz tatili diye geçen bu sözcüğü bir okurun uyarısı üzerine düzelttik.) okulda topu topu 50 öğrenci kalıyor, buna rağmen çocuklar arkadaşlarının teker teker ortadan kaybolmalarını çok geç  fark ediyor. Onları merak etmeye başlamaları daha da uzun zaman alıyor.
·         Okulun (iyi) doktoru, Şitapal Hanım’ın örümcekleri tarafından ısırıldıkları için fenalaşan öğrencilerin neden hastalandıklarını bir türlü bulamıyor. O ve revirin hemşiresi bulaşıcı bir salgından şüpheleniyorlar. Buna rağmen  yetkili yerlere başvurmamaları kötü hava şartları nedeniyle kapalı olan telefon hatlarıyla açıklanabilir. Hadi öğrencilerin kullanılmasına izin verilmeyen  cep telefonlarına onların da sahip olmadıklarına inanalım. Peki, Fırat’dan gizemli hastalığın aslında Tarantula adlı son derece zehirli bir örümceğin ısırığından kaynaklandığını duyduğunda doktordan paniklemesi  ve panzehir bulmak için kara rağmen yakındaki kasabaya ulaşmayı denemesi beklenmez mi?  Belki de beklenmez. Çünkü  “Doktor Boğaç bu bilgiyle rahatlar gibi olduysa da şaşırmıştı.” (s.85)  yalnızca.
·        Sonunda Süreyya da kaçırılıyor ve hiç bilmediği bir yerde, elleriyle yatağa bağlanmış bir şekilde Kara Doktor’un gizli laboratuvarında uyanıyor. Ama o da beklenen tepkiyi vermiyor. Bağırıp çağırmıyor, korku belirtisinde bulunmuyor. İçinde bulunduğu korkunç durumu adamakıllı sorgulamıyor. “Gözünü açtığında başı çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Elini başına götürmek istediğinde ellerini kıpırdatamadığını fark etti. Tavana dikilmiş gözlerini bileklerine çevirince, kollarının kalın kayışlarla bir yatağa sabitlenmiş olduğunu şaşkınlıkla farkına vardı. Kendisini buraya getiren olayları anımsamaya çalıştı.” (s.52) “Gözünü tekrar aynı yerde açtığında, bunun kötü bir rüya olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamıştı. Sakinleşmek ve kafasındaki bulanıklıktan kurtulmak niyetiyle bir süre sessiz ve kıpırtısız bekledi. Açlıktan karnı gurulduyordu.” (71)
·         Süreyya’nın korkudan kanı donacağı ya da kayışlardan kurtulmak için çılgın gibi debeleneceği yerde açlıktan karnı guruldamasını ilaç altında olmasına bağlayabiliriz tabii. Ama Süreyya ve onun gibi gizli laboratuvarda tutulan diğer öğrencilerin ilaçtan ya da virüsten etkilenme biçimleri de epey çelişkili. Örneğin sayfa 108’de “Yeni gelenlerin yatakta yatan arkadaşlarını görmeleriyle, laboratuvar birden hüzünlü bir bayram yerine dönmüştü. Ilgın’la Onur’un tüm itirazlarına rağmen çocuklar kızların başına toplanmışlardı. Birbirlerini karşılıklı soru yağmuruna tutarlarken, Kara Doktor’un tehlike kokan sesi gürültüyü bıçak gibi kesti.” denirken, sayfa 110’da aynı laboratuvara Fırat giriyor ve bambaşka bir manzarayla karşılaşıyor. Az önce birbirine soru yağmuruna tutan çocukların yüzleri giderek solgunlaşmakta, Süreyya ise ateş içinde yanmakta ve tir tir titremektedir.  
·         Laboratuvara sızan Fırat burada yakalanıyor ama hemen serbest bırakılıyor. Kimin tarafından yakalandığı ve neden serbest bırakıldığı kitabın sonuna kadar anlaşılamıyor. (Kim bilir, belki de bu bilgi dizinin henüz yazılmamış bir sonraki kitabına saklanıyor?)
·         Kitapta, Fırat’a kaçırılan öğrencileri kurtarmaya yardım eden yaşlı hademe Sadık Amca aslında iyileri temsil eden Othuslar örgütünün bir üyesi. Şitapan Hanım’ı gözetlemek için bir gece ağaca tırmanırken yere düşmüş, ayağını kırmış ve bayılmıştır. Kar fırtınası vardır o sırada. Ancak ertesi sabah Fırat tarafında bulununca ölü falan değil , canlıdır. Bütün gece üstüne tipi yağmış, saatlerce kara gömülü bir şekilde yatmış ama yüzündeki soğuk ısırıkları bir yana bundan fazla etkilenmemiştir.
·         Fırat’ın, Sadık Amca’ya uydu telefonunu getirmesi üzerine, adam Othuslar’la bağlantı kuruyor ve durumu anlatarak onlardan yardıma gelmelerini istiyor. Verilen yanıt kısa ve öz yani hayırdır. Kısacası Othuslar, korkunç Kara Doktor’un okula geldiğini, çok sayıda öğrencinin onun elinde bulunduğunu , her gün yenilerinin kaçırıldığını, hepsinin hayati tehlikede olduğunu bilmelerine rağmen yardıma gelmeyi gerekli görmüyor.  Neden mi? Yanıtı yok kitapta.

Zaten Othuslar’ın neden iyi, Nhandular’ın neden kötü olduğunun yanıtı da yok kitapta. Othuslar devlet için mi çalışıyor? Bilinmiyor. Nhandular dünyayı bir virüsle neden felakete sürüklemek istiyor? Bilinmiyor.
Bunun yerine Süreyya’nın Othuslar’ın en önemli (ve düşman tarafından ölü diye bilinen) liderlerinden birinin kızı olduğu bilgisine erişiyoruz, tıpkı Fırat’ın Nhandular’ın en önemli elemanlarından birinin oğlu olduğunu sonunda öğrendiğimiz gibi.
Bu hiç de özgün olmayan ve kitapta da fazla derinleştirilmeyen fikre, Şitapal Hanım’ın sihir gücüyle ortaya çıkarttığı örümcekleri, ölümcül virüsü, Süreyya’nın kimliğine dair gerçekleri saklayan kabartmalı kitabı ve kötülükte sınır tanımayan Kara Doktor’u da ekliyor ve topunun fantastik bir çocuk kitabından beklediğimiz atmosferi oluşturmakta oldukça yavan kaçtığını belirtmeden edemiyoruz.
Ana kahramanların da çok yüzeysel işlendiği (Fırat ağırbaşlı ve temkinliyken, Süreyya  atak ve özgüveni gelişmiş bir çocuk. Kitap ana karakterleri daha iyi tanımamıza, onların düşünsel ve duygusal dünyasına daha fazla nüfus etmemize fırsat tanımıyor) roman, araya sıkıştırılmış onca heyecan öğesine (ölülere ait eller, gömülen cesetler, iyileştirilmeye çalışılan soluk garip çocuklar, kar fırtınası vesaire) rağmen sürükleyici olmayı başaramıyor. Bunun birinci nedeni yukarda yarısını bile sayamadığımız mantık hatalarına dayanan zayıf kurgusuysa, ikinci nedeni de okurun kendini özdeşleştirebileceği çocuk kahramanlara olayların çözümünde aslında yalnızca yan roller biçilmesi, başrolüyse hiç de akla yatkın olmayan rastlantıların üstlenmesi.
Evet, Aslı Tohumcu’nun kitabında kötülere yer yok. Ama, tıpkı yetişkin yazınında kafa boşaltmak için okunan, arkada iz bırakmayan, beyaz dizi kıvamındaki kitaplara yer olduğu gibi çocuk ve gençlik yazınında da popüler, eğlencelik kitaplara yer var. Olmalı da zaten. Olmaması gereken çocukların beğenisine oynayan bu kitapların ‘çocuğa göre’, ‘çağdaş’ gibi etiketlerle çocuk ve gençlik edebiyatının güçlü örnekleri olarak tanıtılmaları, öyle kabul edilmeleri.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Büyük Sözcük Fabrikası neden daha özenli bir çeviriyi hak ediyor?



Resimli çocuk kitabı çevirisi birçok kişiye ilk bakışta kolay görünür. “Her sayfada topu topu iki üç cümle var zaten, n’olacak?!”  tepkisi ne yazık ki yalnızca meslekten olmayan kesimlerde değil,  yayıncılık piyasasında da yaygın. Bu görüşe göre genelde çocuk özelde de resimli çocuk kitapları (picture book)  kısa metinlerden ve basit cümlelerden oluştukları için çevrilmeleri de kolaydır ve az emek gerektirir.
Aksini ispat eden sayılı çeviri bilimsel araştırmaya ve sayısız pratik deneyime rağmen aynı görüşün kendini ısrarla koruması temelde iki nedene dayanıyor. Birincisi bilgisizlik. İkincisi ucuzculuk.
Resimli çocuk kitabı çevirmek bize kolay geliyor, çünkü inceliklerini bilmiyoruz.
Resimli çocuk kitabı çevirmeyi kolay göstermek işimize geliyor, çünkü böylesi daha ucuza mal oluyor.
Kolay ve ucuz bir işin amatörce yapılmasında şaşılacak yan yok.

“Çocuk edebiyatı yazmak mı zor yetişkin edebiyatı mı?” tartışması sürerken,  buna bir de “çocuk edebiyatı çevirmek mi zor yetişkin edebiyatı mı?” tartışmasını eklemeyi gereksiz, dahası yanlış buluyoruz. Edebiyatın, sanatın herhangi bir özgün dalı ya da alanını diğerinin karşısına koymayı ve daha zordu-daha kolaydı  diye fikir yürütmeyi sanatın özünden anlamayanlara bırakıyoruz.

Ancak her sanatsal üretimin kendine has incelikleri var ve onu tüm zorlukları ve olanaklarıyla anlamak istiyorsak, büyütecimizi buraya tutmalıyız.
Resimli çocuk kitabı çevirmenin incelikleri
O halde, öncelikle resimli çocuk kitaplarına daha yakından bakalım. Bilindiği gibi, resimli çocuk kitapları genelde ya henüz okuma bilmeyen ya da yeni yeni sökmeye başlayan küçük yaştaki çocukları hedef alır ve bir hikâyeyi bol resim ve az yazıyla anlatır. Sözü edilen kitapların bir diğer özelliği yalnızca sessizce okunmamalarıdır. Çoğu kez çocuk ona başkası tarafından sesli okunan hikâyeyi dinler, dinlerken de resimleri takip eder. Sesli okundukları için resimli çocuk kitaplarında ses uyumu, ritmik okumayı kolaylaştıran duraklamalar ya da esler önem taşır. Tıpkı hem okundukları/dinlendikleri, hem de seyredildikleri için resim ve metin uyumunun (resim ve metinlerin birbirini tamamlaması) önem taşıdığı gibi.

Pedagojik/eğitsel amaçlı resimli çocuk kitaplarını bir yana bırakıp buna, sanatsal resimli çocuk kitaplarının çok şeyi az sözcükle, karmaşık gerçekleri yalın cümlelerle anlattığını da ekleyebiliriz. Her metinden bir alt metin çıkar. Ama resimli çocuk kitaplarında bu alt metin genelde metnin aslından daha ‘büyüktür’. Tıpkı sözcüklerin imgelerle, çağrışımlarla, ikili anlamlarla ‘yüklü’ olduğu gibi. (Resimli çocuk kitabı hikâyeleri melodik yapısıyla birlikte bu yönden de şiire benzer aslında.)

Buraya kadar değindiğimiz özellikler resimli çocuk kitaplarının niye dümdüz çevrilemeyeceğini de ortaya koyuyor. Ne var ki eklenmesi gereken birkaç önemli nokta daha var.
1- Resimli çocuk kitaplarının hedeflediği yaş grubu henüz birçok kültürel farklılığı anlamlandırabilecek hayat ve okuma deneyimine sahip değil. Bir okul çağı çocuğunun metnin bütünü içerisinde anlayabileceği, öğrenebileceği birçok yabancı öğe o yaştaki bir çocuğun metni anlamasını güçleştirebilir, hatta olanaksızlaştırabilir.

2- Birçok resimli çocuk kitabında tekerlemelere, dil ve sözcük oyunlarına rastlanır. Bu da tekrar tekrar okunmalarına, hatta sıkça çocuklar tarafından ezberlenmelerine,  yani erken yaşta dil duygusunu geliştirmelerine dayanır.  Tekerlemeler, dil ve sözcük oyunları tüm kültürlerde vardır ancak kültürden kültüre çeşitlilik gösterir.
3- Resimli çocuk kitabı çevirilerinde yabancı çocuk adları genellikle hedef dildeki adlarla çevrilirler. Ne var ki çok şeyi az sözcükle anlatan bu kitaplarda çocuk adları bile (çoğunlukla da özellikle) sık sık ya doğrudan bir anlam taşırlar ya da belli çağrışımlar uyandırırlar.

4- Resimli çocuk kitaplarında sembolik anlatıma sıkça başvurulur. Bu kendini resimlerde özellikle renk seçiminde (aşk için kırmızı, hüzün için gri, korku için siyah gibi…) dışa vururken, metinde özel sözcük seçimleriyle ifade bulur.
Saydığımız tüm bu noktalar (ve liste daha da uzatılabilir) resimli çocuk kitabı çevirisinde gözetilmesi gerekir.

Yoksa ne mi olur? Yoksa ortaya Büyük Sözcük Fabrikası kitabı örneğinde daha ayrıntılı olarak ele alacağımız felaket yaşanır.
Büyük Sözcük Fabrikası neden kulak tırmalıyor?
Hayır, Büyük Sözcük Fabrikası kitabının çevirisi felaket gibi ağır bir tanımlamayı hak etmiyor. Felaket olan Büyük Sözcük Fabrikası gibi olağanüstü bir kitabın alelade bir çeviri yüzünden etkisinden çok şey yitirmesi, sıradanlaşması, neredeyse heba olması.
Büyük Sözcük Fabrikası Aylak Kitap’tan çıktı, yazar İsviçreli, çizer de Arjantinli. Ne yazık ki kitabın künyesinde editör ve hangi dilden çevrildiği bilgisi yer almıyor. Yani bize, orijinal dilden yani Fransızca’dan çevrilmiş olduğunu ummak kalıyor.

Şu cümleyle başlıyor kitap : “Bir ülke vardı ki orada yaşayan insanlar neredeyse hiç konuşmazlardı. Bu büyük sözcük fabrikasının ülkesidir.”
Birçok dile çevrilen ve bu ülkelerde yalnızca hikayesiyle değil, özellikle melodik, şiirsel anlatımıyla övgüler alan kitabın bu ilk iki cümlesi, Türkçe çeviride kulak tırmalayan, bırakalım melodik, düz okunması bile güç bir hal almış.

Daha üçüncü cümledeyse zaman sorunuyla karşılaşıyor ve geçmiş zamandan geniş zamana geçiş yapıyoruz. “Bu garip ülkede sözcükleri satın almak ve onları söyleyebilmek için yutmak gerekir.”  
Zaten, metnin şiirselliğini yitirmesinin, akıcı ve melodik okunamamasının, bu yüzden de (özellikle de sesli okumada) doğru vurgulanamamasının başlıca nedeni kitapta tekrar tekrar karşımıza çıkan zaman sorunu. Bir örnek verelim:

“Cemile yandaki sokakta oturuyor.  (Geniş zaman) Özgür onun kapısını çaldı. (Geçmiş zaman) “Günaydın, nasılsın” diyemedi. (Geçmiş zaman) Çünkü bu sözcüklere sahip değil. (Geniş zaman) Onun yerine gülümsedi. Cemile’nin kiraz renginde bir elbisesi vardı.” (Geçmiş zaman)
Türkçe’de zaman uyumu doğallığında bir ses uyumu ve okuma kolaylığı getiriyor. Farklı dillerde zamanlar arasında geçişler her zaman bu kadar irite edici bir etki bırakmıyor. Bu yüzden bazen resimli çocuk kitapları çevirilerinde zamana sadık kalmak yerine, ses uyumuna dikkat etmek daha doğru bir tercih olabiliyor. Özellikle de anlamda bir farklılık doğmuyor, aksine melodik anlatım metnin doğru anlaşılmasını kolaylaştırıyorsa.

Kaldı ki Büyük Sözcük Fabrikası’nda karşımıza çıkan çeviri sorunlarının orijinal dildeki zamana sadık kalma kaygısından kaynaklandığını sanmıyoruz. Böyle olsaydı çevirmen, kitabın küçük kahramanı Özgür için: “Çünkü bu sözcüklere sahip değil” derken, çöpe atılmış sözcükler için, “Ama çöpe atılmış sözcükler fazla ilginç değillerdir,” demezdi, herhalde.  Zaman aynı seçim farklı, ancak bu kez daha da zorlama ve bir çocuk kitabına hiç gitmeyen bir ifade tarzı seçilmiş: “fazla ilginç değillerdir.”
Tabii kitapta çevirmenin (ya da editörün?) bilinçli tercihler kullandığı yerler de var. Bunlardan biri kahramanların isimleri. Küçük Özgür, onun sevdiği kız Cemile ve Özgür’ün rakibi Gürbüz var kitapta. Orijinal metinde Özgür’ün adı Philèas, Cemile’ninki Cybelle, Gürbüz’ünki ise Oscar.

Fransızca isimlerin her üçü de hedef okur kitlesi tarafından hemen anlaşılabilecek ya da onlarda belli çağrışımlar uyandıracak anlamlara sahip değil, (Philèas eski Yunanca’dan geliyor ve dostluk veren anlamına geliyor, Cybelle ismi Anadolu kökenli Kibele’ye yani tanrıların anasına dayanıyor, Oscar’ın kaynağı hakkında ise kesin bir bilgi yok, ama bu ismin İskandinav dillerinden çıktığı ve tanrı tarafından korunan kişi anlamına geldiği ileri sürülüyor). Oysa Türkçe metin için seçilen Özgür ve Gürbüz isimlerinin kaynak dildeki hallerinin tersine bariz anlamları var. Birçok sözcüğe sahip zengin çocuğuna Gürbüz , samimi duygularından başka sermayesi olmayan çocuğa da Özgür adının verilmesi, orijinal hikayenin alt metnine uymakla birlikte, basbaya çevirmenin kişisel katkısı olarak değerlendirilebilir. Cemile adının neden seçildiğini bilmiyoruz. Sebep Fransız ismi Cecile’yi hatırlatmasıysa,  Cybelle’e pekâlâ Sibel de denebilirdi.
Ama önemli olan bu değil. Önemli olan çevirmenin (ya da editörün?)metne katkı yapayım derken yazarın kaygılarını yeterince gözetmemesi. Çünkü yazarın seçtiği isimler sembolik anlamlar taşımamasına karşın metnin melodik yapısı içerisinde yerli yerine oturuyor. Hikayenin bütünü içinde kulağa şiirsel geliyor. Aynı şeyin, “Özgür’ün söyleyebilecek bir sözcüğü daha vardı.  Uzun zaman olmuştu ki onu çöpte keçi pisliklerinin, tavşan popolarının arasında bulmuştu,” gibi katur kutur cümlelerle dolu Türkçe metin için söylenemeyeceğini daha önce de vurgulamıştık. Zaten bu cümleyi örnek göstermemizin başka bir nedeni daha var. Kitapta çeviri kaynaklı mantık hatasına dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü kitabın sonuncu sayfasında, ” Özgür’ün söyleyebilecek bir sözcüğü daha vardı" vurgusu yapıldıktan sonra, Özgür,  “bir daha!” diyerek aslında iki sözcük söylemiş oluyor. Küçük bir ayrıntı gibi görünen bu sorun kitabın hikayesiyle birleştiğinde (sözcüklerin tek tek satın alındığı ve söylenmek için yutulmak zorunda olduğu bir ülke konu ediliyor) ve aynı hata tekrar edildiğinde (“Bu kelimeyi çok sevdi. Onu büyük bir gün için saklıyordu.”) vahim bir hal alıyor.

Vahim, çünkü bu küçük ayrıntının fark edilmemesi, kitabın alt metninin aslında ne çevirmen, ne de editör ve yayıncılar tarafından yeterince anlaşılmadığına işaret ediyor. Vahim, çünkü bu küçük ayrıntı özensizliği ve yazımızın en başında eleştirdiğimiz küçümser yaklaşımı düşündürüyor.  Vahim, çünkü bu küçük ayrıntı büyük değil, ufacık bir müdahaleyle düzeltilebilir (“Bir sözcüğü daha vardı” yerine "bir çift sözcüğü" daha vardı denebilir, ya da “bir daha!” yerine “yeniden”, “tekrar” gibi tek sözcük seçilebilirdi mesela…) ve Türkiyeli okurların karşısına olağanüstü güzellikteki bir kitapla çıkılabilirdi.
Kitedit’in yayın politikası nedeniyle kitabın olumlu yönlerine burada daha fazla girmiyoruz. Ancak eleştirimizle bağlantılı olarak şunları söylemekten geçemeyeceğiz: Derin bir hikayesi, sözel kadar görsel olarak da son derece güçlü bir anlatımı, şiirsel bir havası olan böylesi değerli bir resimli çocuk kitabını bulup çıkarmak, aslında ve özellikle de yeni bir yayınevi için büyük bir başarı. Baskısı ve tasarımı da şevkle yayına hazırlandığını düşündürüyor. Ama tam da bu gerçekler, aynı özenin çeviride niçin gösterilmediğini anlamamızı zorlaştırıyor. Çünkü nihayetinde Türkçe metnin şu hali onun küçük-büyük okurlarına, ondan da önemlisi kitabın asıl sahibi yazar ve çizere kocaman bir haksızlık anlamına geliyor.