26 Aralık 2012 Çarşamba

Son yazımız tartışılıyor ya da farklı görüşlerin zenginliği


Son yazımız bir tartışma başlatmış bulunuyor. Bu tartışmayı önemsiyor ve yazının yorum kısmına sıkıştırılmaması gerektiğini düşünüyoruz:




Adsız 23 Aralık 2012 09:54
Madalyonun her iki yüzü için de teşekkür ederiz. Açık-Gizli tüm kitedit takipçileri adına.


ercüment sabri 23 Aralık 2012 13:52
Ne yazık ki, 'Çocuk Yazını' ülkemizde girilmesi en kolay sanılan alanlardan biri... Sadece yukarıdaki alıntılara bakarak, ister istemez, 'Çocuk Edebiyatı olmaz!' diyenlere katılmamak mümkün değil.

Adsız 23 Aralık 2012 21:21
Acaba kitabın amacı genç okuruna, kitaptaki kahramanın yüzeyselliğini fark ettirip de kendisiyle yüzleşmesini sağlamak olabilir mi? Yani kimi kurguda kahramanın olumsuz özellikleri onaylanıyormuş gibi yapılabilir, öyle hissettirilir ki okurun kendi içindeki karanlıkla özdeşleşmesi sağlanabilsin. Bu noktadan sonra kurgu, okuru birden özeleştiriye savurabilir ve kendi gerçeğini kahramanın aynasında bütün çıplaklığıyla gören okur, kendi değişiminin kapılarını aralayabilir.

Sözü edilen kitabı okumadığım için, bilemiyorum. Demek istediğim, romanın son bölümlerinde kahramanın hangi noktada olduğu ve okuru hangi duruma, hangi yargıya hazırladığı önemli. Belki sözü edilen ve eleştirilen tüm bu cümleler (yukarıya alınan cümleler), bu yüzleşmeye/hesaplaşmalara doğru akan bir nehirdi, ya da değildi. Okumamış biri olarak kesin bir yargı üretemem tabii ki. Yalnızca yorum yaptım.

Sevgiler,
aytül akal

Kitedit 23 Aralık 2012 22:24
Yorumunuz ve kaygınız için çok teşekkürler. Çünkü kitabı okurken son sayfalara kadar biz de bunu umut ettik. Ama ne yazık ki böyle bir sonuca ulaşamadık. Üstelik beklentimiz illa okuru özeleştiriye götüren bir kurgu değildi. Kitabın, alışveriş merkezine takılan, moda ve erkekler dışında fazla bir şey düşünmeyen gençlerin dünyasına gerçekten kapı aralaması, bu dünyayı daha iyi anlamamızı sağlaması ya da edebi nitelikler taşıması da çok farklı düşünmemize yol açacaktı. Ama her şey öyle yüzeysel, öyle lay lay lom işleniyor ki... İlayda'nın sırf hava ve popülerlik uğruna kurulmuş sahte bir edebiyat kulübünden ayrılması ve gerçek bir şiir kulübü kurması kitapta olumlu hanesine yazabileceğimiz tek nokta. Ki o şiir kulübü bile ünlü yazarları okula davet etmek ve bunun üzerinden hava yapmak çerçevesinde gündeme getiriliyor esas olarak.

Tabii yazarın amacı, niyeti için bir şey söyleyemeyiz. Son derece iyi niyetlerle yazılmış bir kitap da olabilir. Ama iyi niyet bazen(özellikle de sorumluluktan uzaksa) hiçbir şeydir. Öte yandan bu eleştiri tüm diğer eleştirilerimiz gibi maddi verilere dayandığı kadar, bu maddi verilerden hareket eden kişisel yorumlarımızı içeriyor. Ele aldığımız kitap ve konularla ilgili farklı yorumlar, düşünceler olan okurlarımızı düşüncelerini paylaşmaya davet ediyoruz. Bu çok daha canlı ve verimli bir tartışma ortamının doğmasını sağlayabilir. Bizce çocuk yazınımızın ve yayıncılığımızın buna ihtiyacı var kesinlikle...

Aslı Motchane 25 Aralık 2012 19:08
Gerçekten kız çocuklarının katı cinsiyet kalıplarının içine hapsedildiği bir çok kitap yayımlanıyor. Ancak yaptığınız alıntılar, "Geveze Prenses'in Yeni Günlüğü"nün bunun bir örneği olduğu kanısını vermiyor. Aksine, bu kısa alıntılar bile, ergenlik çağındaki kızların kaygılarını, cinsiyet rollerine ve kendilerine bakışlarını gerçekçi bir biçimde ve yargılamadan yansıtıyorlar.

Onüç yaşındaki bir çocuğun akranları tarafından kabul görmek ve beğenilmek için yanıp tutuşması ve bunun için akran grubunun tanımladığı yüzeysel ölçütlere uymaya çalışması, genç kızların güvensizlikleri, kendilerine erkeklerin gözünden bakarak kendilerini aşağılamaları, bazı annelerin ev ile alışveriş merkezleri arasında yaşadıkları ama ifade edemedikleri cehennem, sahici ve yalın bir biçimde anlatılmış kanımca.

Onüç yaşındaki bir kızın ağzından yazıldığı için, anlatımın sizin deyiminizle yüzeysel ve "lay lay lom" olması doğal. Ergenlik çağındakilerin kabul görme ve beğenilme ölçütlerini özetleyen "popüler", "havalı" sözcüklerinin sık kullanılması da kaçınılmaz. Bu sözcüklerin kaçar kere kullanıldığını saydığınıza göre, sanırım bunları yadırgadınız. Ancak bu yaş grubu için "popüler" ve "havalı" kavramların önemini ve kapsamını başka sözcüklerle anlatmak olanaksız.

Yaptığınız alıntılarda çok dokunaklı bölümler de var. Örneğin İlayda'nın annesinin, kızıyla birlikte yaptıkları bir işe dalıp yemek yapmadığı için eşinden neredeyse azar işitmesi, annesini çok üzüp düşkırıklığına uğratan bir durumda İlayda'nın, babasının tarafını tutarak annesini "cadı" olarak tanımlaması ve yine İlayda'nın kendisinden çeşitli nedenlerle sık sık "aptal", "saçma" diye söz etmesi... Özellikle de "Biz kızlar bu kutuyu kullanabiliriz ama erkekler böyle aptal bir kutuyu ne yapsınlar," gibi erkek söylemi ile kendisini aşağılayan bir ifade kullanması ne kadar acıklı ve düşündürücü! Oniki yaşındaki bir okurun bu durumlara eleştirel bakabileceğini ben örneklerden biliyorum, yazarın da bildiğini düşünüyorum.

Çocukların ve gençlerin dünyası, büyüklerin dünyasının yansımaları ile dolu. Nasıl İlayda'nın kendisine bakışı erkeklerin yargılarından kaynaklanıyorsa, daha gencecikken okuldaki erkek arkadaşına bakışı da büyüklerin beklentilerini yansıtıyor: Oğuz, basketbolu yalnızca hobi olarak yapıyormuş, aslında makine mühendisi olacakmış. (Diğer bir deyişle hayta olmayacak, ciddi bir mesleği olacak.) Asıl gülünç olan, henüz ergenlik çağındaki bir kızın günlüğündeki saçmalıklar değil, bu yaştaki çocuklardan böyle "ciddi" bir ilişki bekleyen abuk subuk zihniyet.

Bunun dışında açık bir ironi içeren alıntılar da yapmışsınız, "Hey Kızlar" dergisindeki "En yakın arkadaşınız gerçek bir dost mu?" başlıklı test ile ilgili bölüm gibi.

Anladığım kadarıyla, "Geveze Prenses'in Yeni Günlüğü", çocuk ve gençlik edebiyatımızda az rastlanan bir biçimde, İlayda ile açık bir biçimde alay etmekten ve ona ders vermekten kaçınıyor. Eğer kitabın son bölümünde İlayda, kendisine değer yargılarının ne kadar saçma olduğunu "öğretecek" bir kişi ile karşılaşsaydı, sanırım yazar bu tür bir eleştiriye hedef olmazdı. Ancak bu durum gerçekçi olur muydu? Gerçekçilik bir yana, okur üzerinde etkili olur muydu? Kuşkuluyum.

İlayda gibi, okur da, kaçınılmaz bir biçimde, ergenlik dönemini bulunduğu çevrenin koşulları içinde yaşayarak büyüyecek ve gözlemlerinden kendi sonuçlarını çıkaracak. Oniki yaşlarındaki bir çocuğun, bu kitaptan İlayda'nın yaşamı ile ilgili bazı sonuçlar çıkarması için ise, kitabın "sahici" olması, bu çevredeki çocukların gerçek kaygılarını, gerçekten kullandıkları dil ile ve gerçekten yapacakları yorumlar ile anlatması zorunlu. Yaptığınız alıntılar da bunun iyi bir örneği gibi gözüküyor.

Bu siteyi kurduğunuz için çok, çok teşekkür ederim.
Sevgiler...

Kitedit 25 Aralık 2012 20:38
Biz de, farklı bir bakış açısından yazımıza yanıt verdiğiniz, yorum yaptığınız için çok çok teşekkür ederiz. Bu tutumu gerçekten çok önemsiyoruz. Çünkü amacımız karalama değil, eleştirel eleştiri yoluyla çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine katkıda bulunmak, sorunları etrafında farklı fikirlerin açıklık içinde ifade edilebileceği bir tartışma platformu yaratmak.

Bu çerçevede de yorumunuza ilişkin bir iki noktayı açmak istiyoruz. Yazar kitabının sonunda İlayda’nın karşısına doğru yolu gösterecek bir kişi çıkarsaydı ya da İlayda kendiliğinden, öylesine bir bilinç evrilmesi yaşasaydı kitabı büyük ihtimalle didaktik olarak değerlendirecek ve o yönden (de) eleştirecektik. Bizim sıkıntımız kitabın didaktik ya da öğretici olmaması değil.

Sayın Aytül Akal’ın yorumuna yanıt verirken de ifade ettiğimiz gibi kitabın 13-14 yaşlarındaki bir kızın hayatına, dünyasına kapı aralaması ya da onun gibi yaşayanlara ayna tutması gerekiyordu. Evet İlayda gibi tümüyle tüketim toplumun etkisinde olan kızlar var. Ama o kızların hayatı da toz pembe değil. İlayda’nın anne-babası birbirine aşık örnek bir çift, anne de, baba da, abi de, kız kardeş de toplumsal rollerinden en ufak bir rahatsızlık duymuyorlar. Aile içinde hiçbir ciddi sorunları yok. Halbuki tüketim toplumun örnek ailelerine ışık tuttuğumuzda bambaşka bir gerçeklik var orada. Evet o yaşlardaki kızlar popüler ve havalı olmak için, toplumun onlara dayattığı rollere uymak için yırtınıyorlar, ama bunu yaparken çok da acı çekiyor, örseleniyor, kişiliklerinden ödün veriyor, dar sınırlar içinde sıkışıyorlar. Bunların hiçbiri yansımamış kitaba. Lay lay lom ve yüzeysel derken bunu kastediyoruz. Genç okur bu kitapta İlayda gibi kızların gerçek hayatlarıyla (sahne arkasıyla) karşılaşmıyor, gerçek (derindeki) duygularıyla yüzleşmiyor kesinlikle. 25 kere popüler ve havalı demek ama bunu derken arkasında gizlenen gerçekliği teğet geçmek var, 25 kere popüler ve havalı demek ama bunu derken arkasında gizlenen gerçekliği can yakıcı bir şekilde hissettirmek var. Biz kitabı okurken tanıdığımız onca İlayda’yı göremedik doğrusu. Aynı şekilde tanıdığımız onca İlayda’nın da bu kitapta kendi gerçekliklerini göremeyeceğini düşünüyoruz. Tam aksine, bizce bu kitap onlara fazla sorgulamaya değmez, kafana takma, bak hayatın ne güzel diyor esasında…

Yıldıray 26 Aralık 2012 10:05
Ansızın bir Nasreddin Hoca havası estirmiş gibi olacağım ama... Yazıyı ilk okuduğumda Kitedit'in açısından bakabilmiştim. Yorumları okuyunca, meseleye hem Aytül Hanım'ın hem Aslı Hanım'ın penceresinden de bakabildiğimi fark ettim. Kendi adıma, bir kitapla ilgili yorum yaparken kendi bakış açımı dayatmamaya özen göstersem de "yönlendirme" yapmış olma riskinin daim olduğunu biliyorum. (Elbette bir kitap hakkında yorum yapınca yönlendirme de yapıyorsun Yıldıray, ne demek istiyorsun?) Demek istediğim şu: Benim yorumum hangi ruh haliyle, hangi algı açıklığıyla, hangi birikimle, deneyimle yapıldı? Ben hangi konularda ne kadar açık görüşlü, hangi konularda ne kadar atgözlüklüyüm? Peki ya benim yazdığım yorumu okuyacak okur? Kitedit zaten söylemiş, yazarın niyetini bilmiyoruz. Okurun niyetini de bilmiyoruz. Eğer kitapların mutlaka bir "yarar" sağlaması gerekiyorsa, bence her kitaptan çıkarabileceğimiz birçok "yarar" vardır. Ne bileyim, sadece okuma alışkanlığının sürdürülebilirliğine hizmet ediyordur, minicik bir deneyim aktarıyordur vs. Bu da tamamen bakış açılarıyla, algı açıklığıyla, okuma sırasındaki ruh durumuyla vs. ilgilidir. Dolayısıyla Aytül Hanım'ın dikkat çektiği noktalar da, Aslı Hanım'ın yorumları da benim için zihin açıcı. Öte yandan Kitedit'in vurguladığı nokta önemli ve düşündürücü. Kitedit "Kitabın derinliği yok, düşünsel atlyapısı yok," diyor diye anlıyorum. Aytül Hanım'ın ve Aslı Hanım'ın yorumlarını "okurun deneyimine ve okurun algılama, çözümleme, birleştirme becerilerine güvenmeliyiz," diye anlıyorum. Benim için enfes bir "Çocuk kitapları eleştirisine giriş 101" dersi oldu, Kitedit'e, Aytül Hanım'a ve Aslı Hanım'a teşekkür ederim.

Kitedit 26 Aralık 2012 12:47
Bu tartışmanın böyle boyutlanması ne güzel, ne umut verici. Kitedit’in söylediği başka bir şey daha var, diyerek biraz daha geliştirelim.

Çünkü sözü edilen yazı aslında Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü kitabının eleştirisinden ziyade (bu kitap bir prototip olarak örnek gösterildi), son dönemde çocuk ve gençlik edebiyatında öne çıkan bir eğilimin eleştirisiydi. Madalyonun iki yüzünden bahsetmiştik. Dinsel paradigmalardan hareket eden kitapları rahatlıkla bir bütünün parçaları, belli politikaların uzantıları olarak görebiliyorken, madalyonun diğer yüzünde yer alan kitaplara bütünsel bakmakta zorlanıyoruz. Burada altını çizmek istediğimiz bir nokta daha var. Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü edebi nitelikler taşıyor olsaydı, Kitedit onu bağımsız bir sanat eseri olarak değerlendirecek ve o yönden eleştirecekti. Ama kitabın edebi olarak, edebiyat eleştirisine konu edilemeyecek denli zayıf ve yüzeysel olduğunu düşünüyoruz. Kitabı çok dikkatli okuduk ve yazarın niyetinden bağımsız olarak, tüketim toplumun şekillendirdiği gençleri konu etmekten çok, o gençlere rahatlıkla, lay lay lom tüketebilecekleri okuma malzemesi sunduğu sonucuna vardık. Mikro düzeyde hiçbir kitabın hiçbir çocuğa tek başına ciddi bir zarar vermeyeceğini düşündüğümüzü zaten belirtmiştik. Biz de çocukken, gençken bir dizi kitabı böyle lay lay lom tükettik ve bunun bize zarar bir yana belli katkıları da oldu. Oysa tartışmak istediğimiz bu işin makro düzeyi. Yani çocuk edebiyatının bir tüketim nesnesine dönüştürülmesi, içeriğinin de tüketim toplumunun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi. Bu eğilimin esas sorumlusu kuşkusuz Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü’nün sayın yazarı Koray Avcı Çakman ya da son derece iyi niyetlerle hareket ederken benzer kitaplar üretenler değil. Tartışılması gereken bambaşka şeyler var. Özel okul satışı endeksli yayıncılık gibi… Kız kitaplarının hangi ihtiyaca denk düşmesi gibi… Çocuk edebiyatının gerçekten edebi özellikler taşımasının önemi gibi…

23 Aralık 2012 Pazar

Çocuk edebiyatını istismar eden yalnızca dinsel gericilik mi? Ya madalyonun diğer yüzü?


Geçen yazımızda çocuk kitaplarında karşımıza kimi zaman açık kimi zaman örtülü, ama son dönemde giderek daha sık, giderek daha sistematik bir şekilde çıkan dinsel gericiliği işlemiştik. Şimdi madalyonun diğer tarafına bakmak istiyoruz. Çünkü çocuk kitaplarını istismar eden tek politik güç dinsel gericilik değil. Türk-İslam ülküsünü besleyen çocuk kitapları kadar, Yankee kültür(süzlüğ)ünü besleyen çocuk kitapları da var. Üstelik iki ayrı uçta yer alsalar ve birbirinden çok farklı görünseler de bu kitaplar ayrımcılık, cinsiyetçilik ve bağnazlıkta birbirleriyle yarışıyorlar.

Ayrımcılığın, cinsiyetçiliğin ve bağnazlığın çocuk edebiyatında yeri yok. Demokratik kanatta yer alan çocuk yazını ve yayıncılığı bu konuda birleşiyor. Ama bu ‘kusurları’ işleyen dinsel gericilik, siyasal konjonktürün de etkisiyle, çocuk ve gençlik edebiyatı için bütünsel bir tehdit olarak algılanıyor ve öyle değerlendiriliyorken, aynı ‘kusurlara’ haiz ‘modern yüzlü’ çocuk kitapları bir bütünün parçaları olarak görülmüyor, arkasında sistematik bir çaba ya da ideolojik bir güç aranmıyor.

Doğrusunu isterseniz Kitedit olarak biz de komplo teorilerine inanmıyoruz. Ama son dönemde gerek bilinçli olarak incelediğimiz, gerek rastlantı sonucu elimize geçen çocuk kitapları tablosuna biraz mesafeden bakınca, yeni kuşağa belli bir hayat anlayışını propaganda etmek için edebiyatı (da) kullanan tek gücün dinsel gericilik olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dikkati çekmek istediğimiz nokta egemen kültürün doğallığında çocuk edebiyatına yansıması ve bunun görüngüleri değil. Bilinçli bir şekilde pompalanan küreselci kapitalist tüketim kültüründen bahsediyoruz.

Bu olguya yakın zamanda piyasaya sürülen çok (gerçekten de çok) sayıda çocuk ve gençlik kitabını örnek gösterebiliriz. Benzerlerinin içinden Genç Turkuvaz’dan çıkan Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü’nü seçip, prototip bir eser olarak ele almamızın tek nedeni, Koray Avcı Çakman’ın 2011 baskılı bu kitabını taze taze okumuş olmamız.

Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü bir kız kitabı. Açık açık öyle adlandırılmamakla birlikte gerek kapak görseli, gerek arka kapak yazısı bunu hemen ele veriyor. Kız kitaplarının ortak özelliklerinin başında genç kızların ilgi duyduğu, merak ettiği konulara yer vermesi, onların dünyalarını konu etmesi geliyor. Bunun başlı başına cinsiyetçilik olup olmadığı tartışılabilir. Ama birçok kız kitabı aynı zamanda kızlar için belli rol modelleri çizer ve kadınlığa giden süreçte onlara rehberlik etmeye soyunur. İşte Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü, cinsiyetçiliğin kendini çok bariz bir şekilde ifade ettiği bu eserler sınıfına giriyor.

Kitabın kahramanı İlayda, gelecek yıl liseye başlayacak olan bir ortaokul öğrencisi ve can sıkıcı küçük kardeş, her şeye karışan anne-baba, regl sancıları, ilk aşk türü ergen sorunlarıyla boğuşuyor. Kitap orta ya da üst sınıfa mensup, 13-14 yaşlarındaki bir kızın az-çok gerçekçi tınıyan günlük notlarından oluşuyor. Ancak bu notlara yedirilmiş öyle (çok) dolaysız mesajlar var ki, dikkatli ve bütünsel bir bakışla irdelenmeleri gerekiyor:

“Umarım okul hayatımın sonuna kadar hep popüler bir kız olarak kalırım.” (s.13)
“Sanırım bu sene kendime gerçek bir erkek arkadaş yapma zamanı geldi.” (s.17)
“Kafeden çıkışta da alışveriş merkezine gittik. Annem bana bu sene moda olan şu balon eteklerden aldı. Üstelik de, ‘Çok havalı oldu İlayda’cığım. Şu modacılar işi biliyor,’ dedi gülerek. (s.20)
“Ben Oğuz’la evlenmeyi düşünmüyordum ki. Yani henüz düşünmedim.” (s. 50)
“İyi ki her ay ‘Hey Kızlar’ dergisi alıyorum. Geçen sayılardan birinde okumuştum, çiçekler böyle asılınca hiç dökülmeden olduğu gibi kuruyormuş.” (s.60)
“Eminim her saç telimle böyle uzun uzun uğraşmam ona oldukça garip geldi. Ama o da büyüdükçe biz kızlar için saçın ne kadar önemli olduğunu anlayacak.” (s.60)
“İlk defa onunla gelecekle ilgili konuştuk. Oğuz basketbolcu olmak istemiyormuş. Bu onun sadece hobisiymiş. (…) Makine mühendisi olmak istiyormuş.” (s.63)
“Aslında bu konuşmalardan biraz sıkıldım. Çünkü arabalar ilgi alanıma girmiyor. (…) Hem erkek arkadaşlarla kıyafetlerden ve saç modellerinden konuşulmaz ya, değil mi?” (s. 64)
“Benim tanıdığım İlayda böyle bakımsız değildi. Gözünde bir tek kalın çerçeveli babaanne gözlüğü eksik!” (s. 65)
“İki tanesi hariç hiçbiri popüler olmayan, neredeyse çoğunluğu ikinci sınıf olan kızlarla sürekli zaman geçirmek zorunda mıyım?”
“Sabah annem yüzümü görünce onun fondöteninden kullandığımı hemen anladı ve, ‘Senin yaşındakilerin cildine hiçbir şey sürmemesi gerekir. Yoksa gözeneklerin tıkanır,’ dedi.” (s. 85)
“Bu sene ortaokul bitiyor ya. Mezuniyet balosu şu yeni açılan beş yıldızlı otelde yapılacakmış ve balonun en güzel giyinen kızı kraliçe, erkeği de kral seçilecekmiş.” (s.86)
“Sonrasında abim doğduktan sonra annem geçici bir süre için bırakmış işi. İşte o gün bugündür de bir daha geri dönmemiş işine. Bazen, ‘Benim en büyük mesleğim annelik,’ der bize. Canım annem.” (s.99)
“Bugün şu boya işine o kadar çok dalmışız ki biz fark etmeden akşam oluvermiş. Tabii annem yemek yapmadığından, dışarıdan pizza istedik. Babam pizzalarımızı yerken, ‘Hanımlar umarım bu boyama merakınız çok uzun sürmez. Baksanıza şimdiden bizi unuttunuz,’ dedi. (s.101-102)
“Hadi biz kızlar oraya incik boncuk ve makyaj malzemelerimizi koyarız ama aptal bir kutu erkeklerin ne işine yarar ki?” (s. 102)
“Tabii Ayda bunu hemen ciddiye aldı ve, “Ben benim tepsilerimi vermem. Bana ne! Biz onlarla evcilik oynayacağız,” dedi. Ayda ve evcilik merakı işte!” (s.103)
“Eve gelince geçen hafta dergide gördüğüm ‘En yakın arkadaşınız gerçek bir dost mu?’ testini çözdüm. İyi ki şu dergileri saklıyorum.” (s. 117)
“Aynı testi Oğuz için de yaptım ama sadece üçüne evet diyebildim. Demek ki Oğuz benim gerçek dostum değilmiş. Acaba insanın sevgilisi aynı zamanda dostu da olamaz mı? Üff ya, şu ilişki olayı çok karmaşık!” (s. 118)
Tüm gün alışveriş merkezindeki dükkânlara girip çıktık ve bir sürü kıyafet denedik.(…)” (s. 120)
“Annem babamın tek başına gideceğini öğrenince hemen ahşap boyalarını çıkarıp yemek masasının ayaklarını boyamaya başladı. Sanırım ahşap boyamak üzüntüye ve hayal kırıklığına iyi geliyor!” (s.125)
“Çünkü bana o kadar çok anlattı ki Kapadokya’yı, çok merak ediyorum. Yaşasın! Beyaz Atlar Ülkesi’nde beyaz atlı prensimi göreceğim.” (s. 126)
“Aslında buna pek tartışma denilmez. Çünkü sadece annem konuştu. Babam da arada, ‘Ama hayatım beni yanlış anladın,’ deyip durdu. Sanırım sinirlendiğinde tüm kadınlar cadı oluyor.” (s. 126)
“Bir an onu Utku’dan ve sınıftaki herkesten kıskandım. Sonra da, ‘Saçmalama İlayda… Hadi Melisa’dan kıskan ama abartma!’ dedim kendi kendime…” (s. 131)
“Oraya giderken hangi giysilerimi götüreceğime karar vermeliyim. Belki geçen gün Ece’yle denediğimiz şu beyaz tişörtü alırım yarın… Ece, ‘bence bunu mutlaka almalısın. Çok havalı oldun,’ demişti.” (s. 132)
“Hepsi gerçekti işte. Aylardır acaba başkasına mı âşık, bana niye az mesaj atıyor, beni niye aramıyor diye düşündüğüm beyaz atlı prensim bana bir sürü mektup yazmıştı.(…) Üff ben ne aptal bir kızım, değil mi?” (s. 135)
“Oğuz, ‘Belki biz de balonda evleniriz. Ben öyle klasik salon düğünlerini hiç sevmiyorum,’ dedi. Demek benimle evlenmek istiyor. O kadar mutluyum ki! Düşünsene ben kabarık etekli gelinliğimi giymişim, Oğuz da papyonlu gri damatlığını ve balonda evleniyoruz.” (s.140,  son vurgu yazara, diğer vurgular bize ait.)

Okurlarımızı gereğinden fazla yormamak için başta buraya aldığımız alıntıların birçoğunu sildik. Ortaya çıkan tablonun buna rağmen net bir şekilde okunabileceğinden hiç şüphemiz yok. Durum kabak gibi ortada. Kitap orta ve üst sınıflara mensup kızlar için tam bir burjuva yaşam tasarısı sunuyor. Slogan: Popüler ve havalı. (Bu iki sözcük kitapta tam 25 kere -evet, üşenmedik saydık- geçiyor. Ve geçtiği her yerde olumlu bir hedef ya da durumu ifade etmek için kullanılıyor.) Yaşam alanı:  Alışveriş merkezi. (İlayda ne zaman dışarı çıksa soluğu AVM’de alıyor. Amaç ister en iyi arkadaşıyla gezmek, ister annesiyle ya da kız kardeşiyle zaman geçirmek, isterse de sevgilisiyle buluşmak olsun, yer değişmiyor.) Ana gündem: Toplumsal statü  (İlayda’nın günlüğüyle paylaştığı tüm düşünce ve duygular dış görünüş, kıyafet, yakışıklı erkek arkadaş vb. yoluyla diğerlerinden daha üstün -yani popüler ve havalı- bir konum elde etmek ya da bu konumu elde tutmak etrafında dönüyor.) Nihai erek: Beyaz atlı prensle evlenmek. (Oğuz’un onunla evlenmek istediğini öğrenmesi üzerine İlayda mutluluktan uçmakla kalmıyor, kişiliği büyük bir ‘olgunlaşma’ da geçiriyor. Artık annesinin deyimiyle “kuzu gibi” (s.144) bir kıza dönüşüyor.)

Birçok kız kitabıyla aynı şemaya sahip Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü görünüşte modern bir kızın hayatını konu ediyor. Kız kısa etek giyiyor, erkek arkadaşıyla el ele dolaşıyor, hatta öpüşüyor. Muhafazakâr kızlardan farklı olarak aşk, regl, erkekler gibi konuları samimi ve rahat bir şekilde dillendiriyor. Aile büyükleriyle ya da okulla olan gündelik sıkıntılarını ifade etmekten de çekinmiyor. Esprili, biraz ukala ve kendinden son derece emin bir havası var. Aslında yaşıtları için tam öykünülecek bir tip İlayda.

Ama öykünülen birçok şey gibi gerçek değil. Kabul, tüm gençler gibi onun da ergenlik sıkıntıları var, o da okul ve dersten nefret ediyor, o da anne-babasının dayattığı kurallardan sıkılıyor, onun da kafasını ilk aşk ve cinsellik gibi konular meşgul ediyor. Zaten buna benzer öğeler üzerinden genç okurun kendini onunla özdeşleşmesini sağlıyor. Sonra da onlara pembe, sahte bir dünya sunuyor. Ne de olsa İlayda’nın tüm sorunları aslında son derece yüzeysel ve tıpkı “Hey Kızlar” dergisindeki bir test gibi çabucacık, kolaycacık çözülüveriyor.

Geride kalansa burjuva bir kızın mutluluğu oluyor. Bu mutluluğa giden altın anahtar da okurdan saklanmıyor. Aksine, her fırsatta hatırlatılıyor: Basketbol gibi havalı bir hobisi, makine mühendisliği gibi sağlam bir mesleği olan yakışıklı bir koca kapmak için popüler ve havalı ol. Popüler ve havalı olmak için kıyafetine, saçına, cilt gözeneklerinin tıkanmamasına dikkat et. İş kadını olarak kariyer yapabilirsin tabii, ama önünde sonunda esas mesleğinin annelik olduğunu anlayacaksın. Sevgili annen gibi. Evde bunalırsan üzüntünü zararsız faaliyetlerle bastırabilirsin. Örneğin erkeklerin hiçbir işine yaramayan aptal ahşap kutular boyabilirsin. Sonra da içine incik boncuklarını koyarsın. Bak ne güzel, tam senin gibi akıllı-uslu kızlara göre. Ama ahşap boyamayı aşırıya kaçırıp kocanı ve çocuklarını ihmal etme. Kıskançlık normal, tabii abartıya kaçmadığın sürece. Sinirlenince tüm kadınlar cadıya dönüyor, unutma. Belki de boş zamanlarını alışveriş merkezlerinde geçirmen daha iyi. Başka sorunların mı var? Kafana takma, kadın dergilerindeki testleri çöz gitsin…

Fazla mı karikatürize ettik? Hiç de değil! Buraya çizdiğimiz tablo Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü kitabının gerçek içeriği karşısında silik bile kalıyor. Üstelik buna benzer, bundan beter gericiliklerle dolu tonlarca kitap her gün çocuklarımıza ulaşıyor.

Mikro düzeyde baktığımızda hiçbir kitap tek başına bir çocuğa ciddi bir zarar veremez. İyi bir okur olmak çoğu kez sanıldığı gibi yalnızca nitelikli kitaplar okumaktan geçmiyor. Beğeni oluşturmak, ayırt edebilmek, karşılaştırmak ve seçmemek için bile deneyimlemiş olmak gerekiyor. Çocuklarımızın okumasını istiyorsak her zaman her türlü kitapla karşılaşabileceklerine de hazır ve açık olmalıyız. Şu ya da bu türlü kitapları okumalarını engellemek değil, sorgulayabilmelerini sağlamak gerekiyor.

Ama konumuza dönelim ve ona bir de makro düzeyden bakalım. Dinsel gericiliğin çocuk kitaplarını toplumu dindarlaştırma projesinin bir ayağı olarak kullandığını söylemekte zorlanmamıştık. Burada ciddi bir tehlike gördüğümüzü de ifade etmiştik. Peki, Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü türü kitaplar daha mı az? Daha mı masum? Değilse, fark nerede?

Evet, bir fark var. Dinsel gericilik çocuk edebiyatını istismar ederken öncelikli olarak toplumun alt kesimlerini hedefliyor. Kadercilik, dünyevi hayatın sunmadığı nimetleri ahirette arama, tevazu içinde boyun eğme o tabakalara lâzım. Geveze Prenses’in Yeni Günlüğü türü kitaplarsa üst, ama özellikle de sınıf atlama hayali kuran orta sınıflara hitap ediyor ve bir yandan bu hayali canlı tutmaya, öte yandan son derece gerçek olduğu kadar, son derece katı sınırlar çizmeye hizmet ediyor.  

Yazımızın başında bir madalyonun iki yüzünden bahsetmemiz boşuna değil. Çünkü her iki gruba giren kitaplar özünde aynı toplum tasarısının ifadesi ve piyasaya benzer bir hızla yayılıyorlar. Dur demek gerektiği ortada. Dur diyebilmekse bugün her şeyden önce çocuk ve gençlik yayıncılığında ilkeli, etik ve satış-pazarlama değil sanat-edebiyat-bilim odaklı bir duruş sergilemekten geçiyor. 

10 Aralık 2012 Pazartesi

Çocuk kitaplarında dinsel gericilik ya da buzdolabı satmakla çocuk kitabı yayınlamak arasındaki fark üzerine...


Dini içerikli çocuk kitapları çığ gibi artıyor. Daha birkaç yıl önce bunu, özellikle ülkenin belli başlı kitap fuarlarını gezdiğinizde çıplak gözle izleyebiliyordunuz. 1 ya da 2 liraya satılan, çamur baskılı, kitaptan çok broşüre benzeyen, inanılmaz kötü desenli eserler.  Kitap isimleri adeta bağırıyordu: Bizim Evde Ramazan, Canım Peygamberim, Namaz Çiçekleri
Bugün dini içerikli çocuk kitapları hâlâ çığ gibi artıyor. Ama artık çıplak gözle, dinsel propaganda yapan bir çocuk kitabını diğerlerinden ayırt etmek o kadar kolay değil. Kitapların biçimi, yayınevlerinin çehresi değişti.  Kağıt-baskı kalitesinden grafik tasarıma, konu yelpazesinden kapak illüstrasyonuna bambaşka kitaplar söz konusu artık. Ve bu bambaşka kitaplar aslında ilk bakışta basbayağı Can Çocuk, Tudem, Günışığı Kitaplığı, Yapı Kredi Çocuk, İş Bankası Kültür Yayınları, Doğan Egmont vb. gibi bilinen yayınevlerinin kitaplarına benziyorlar. Onların da albenili kapakları, editöründen yayına hazırlayanına kadar her türlü bilginin yer aldığı künyeleri, cicili bicili resimleri ve “Rahat Bırakın Beni”, “Liseli Kızlar” ya da “Uzay Çocuğu” gibi modern tınıyan isimleri var. Ana-baba için ayrı, öğretmen için ayrı hazırlanan kataloglar, profesyonel web sayfaları da cabası. Can Çocuk, kitaplarının güvenilirliğini “bu kitap Davranış Bilimleri Enstitüsü'nün Çocuk ve Genç Danışmanlık Merkezi tarafından çocuk ruh sağlığı ve gelişimi açısından uygun bulunmuştur” ibaresiyle tescil etmeye çalışıyorsa, onların da “Çocuklar kitap okuyacağım diye ruh sağlıklarını bozmasın, ruhen kirlenmesin diye gösterilen hassasiyet takdire şayan… Sadece çocuk kitaplarında değil, gençlere hitap eden kitaplarda da aynı dikkatle çalışan ekip ruhunu görmüş olmaktan mutluluk duyuyorum” diyen uzman pedagogları ya da “Her sınıfa özel, etkinlikli, kişisel gelişimi destekleyici, doğru ve başarılı birey olmayı hedefleyen, duygu ve düşünce zenginliği kazandıran, çocukları ve gençleri doğru yöntemlerle, doğru hedeflere ulaştırmayı amaçlayan ve bütün bunları yaparken de eğlenceli üslubundan vazgeçmeyen bu kitapları herkese tavsiye ediyorum,” diyen koskoca profesörleri var.  Açın Günışığı Kitaplığı’nın ya da Tudem’in ya da Can Çocuk’un kataloğunu ve onu Nesil, Çilek, ya da Timaş Yayınları kataloğu ile yan yana koyun. Biçimsel mantığın birbiriyle örtüştüğünü göreceksiniz:
Sayfaları; yaş grupları, sınıflar, dersler ve işlenen temalar ışığında planladık. Her bir kitabın kaç yaş ve hangi sınıf için olduğunu, hangi derslerde kullanılabileceğini ve hangi temaları içerdiğini tek tek yazdık. Böylece siz değerli öğretmenler ve anne-babalar aradığınızı rahatlıkla bulabileceksiniz.”( Nesil Çocuk, Katalog tanıtım yazısı)
“(…) tanıtılan her yeni kitabın; künyesi, konu özeti, yayımlanacağı ay, baskı bilgileri, yazar, editör, çevirmen ve illüstratör bilgilerinin yanı sıra önerildiği sınıflar, resmi ders programıyla ilişkilendirilmiş ana ve yan temaları bulunuyor. Anasınıflarından lise sınıflarına kadar her seviye için öneri kitaplardan oluşan “Sınıf Listeleri”ne geniş yer veriliyor,”  (Günışığı Kitaplığı, Katalog tanıtım yazısı)
Kataloglarda yer alan kitapların tanıtım yazılarını okuduğunuzda da hemen farkı anlayamıyorsunuz:
Kıpır kıpır, capcanlı, heyecanlı, tam da gençlere yaraşır bir roman… Okul dershane, aile, ev, dersler, ödevler, sınavlar… Her gün ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söyleyen yetişkinler. Başbelası sivilceler, modası geçen kıyafetler. Yine de ‘genç olmak’ hem zor hem de çok zevkli…”
Yukarıdaki sözlerle tanıtılan Çılgın Kızlar Kantini adlı genç roman (katalogta 11+ diye öneriliyor) sizce hangi yayınevine ait olabilir? Doğan Egmont mu? Tudem mi? Can Çocuk mu?
Hayır, Timaş’ın. Yazarı da Fatma Pekşen. Onu biraz daha yakından tanımak için sözü Önce Vatan Gazetesi köşe yazarı Oğuz Çetinoğlu’na bırakalım: “Anadolu’muzun güzide edîbelerinden FATMA PEKŞEN, zengin iç dünyasından derlediği, millî-mânevî değerlerimizle tatlandırıp râyihâlandırdığı duygu ve düşüncelerini okuyucuları ile paylaşıyor: Türk-İslam kültürüne bağı henüz yeterli sağlamlığa ulaşmamış veya, kültürsüzleştirme gayretleri ile kopma noktasına getirilmiş gençlerin okuması gereken zümrüt değerinde notlar…
Şaşırdınız mı? Biz şaşırdık doğrusu. Ama aslında ortada öyle aman aman şaşılacak bir durum yok. Her şey gayet mantıklı, gayet basit. Yayıncılık koskoca bir sektör, çocuk ve gençlik kitapları da o sektörün kaymağı haline geldiğinden beri dinsel gericiliğinin bayraktarlığını yapan yayınevleri hızlı bir değişim içinde. Her şeyden önce profesyonelleşiyorlar ve bunu diğer yayınevlerinin çoğunun sahip olmadığı ekonomik ve siyasal imkânlarla, desteklerle, imtiyazlarla yapıyorlar.
Profesyonelleşme demek işi kurallarına göre oynamak, biçimsel gerekleri yerine getirmek demektir. Yalnızca baskı-kağıt kalitesi değil, çağdaş çocuk kitaplarında aranan tüm özelliklere (cümle uzunluğu, satır aralığı, punto büyüklüğü, resim-metin dengesi) mümkün olduğunca uymak, en modern pazarlama stratejileriyle rekabet etmek demektir.
N’apalım, serbest piyasa böyle bir şey diyebiliriz. Avrupa öyle diyor, mesela. Orada da dini içerikli çocuk kitapları basan yayınevleri var ve onlar da piyasa kurallarına uyum sağlamış durumdalar. Ama arada önemli bir, hayır iki, hatta üç fark var.
Birincisi, Avrupa’da dinsel içerikli çocuk ve gençlik kitapları basan yayınevleri siyasal ve ekonomik imtiyazlara sahip değiller ve toplumu “dindarlaştırma” politikasının bir parçası olarak iktidar tarafından desteklenmiyorlar. Kısacası bu tür kitapları yayınlayan yayıncıların oldukça tanımlı olduğu kadar, oldukça da dar bir hedef kitlesi var: Toplumun aşırı muhafazakâr, dindar kesimi.
İkincisi, Avrupa’da okuma kişisel özgürlükler alanına giriyor ve çocuk ile gençler söz konusu olduğunda okulların ya da milli eğitimin bu alan üzerinde bir hâkimiyeti yok. Sınıf ya da okul bazında zorunlu olarak okutulan eserler, yalnızca bu işi (yani edebiyat eğitim kiti)  yapan ve titiz bir şekilde denetlenen, düşük kâr marjlarıyla çalışan yayınevleri tarafından temin edilebiliyor. Yani bir okulda belli bir yazarın belli bir eseri okutuluyorsa bu kitap sınıfça ticari bir yayınevinden satın alınmıyor. Öğretmen aynı eseri eğitim kiti olarak yayınlayan özel bir yayınevinden temin ediyor ve kiti fotokopiyle öğrencileri için çoğaltma hakkına sahip oluyor. Ticari yayınevlerinin okullara toplu kitap satışı yapması ya yasak ya da çok sıkı kurallara tabi.
Üçüncüsü, Avrupa’da istenen düzeyde olmasa da hem yetişkinlere (yani çocuk kitaplarının asıl alıcılarına) hem de doğrudan çocuğa seslenen güvenilir çocuk ve gençlik kitapları eleştirileri yapan dergiler, yayınlar, platformlar var. Bununla bağlantılı olarak da çocuk kitaplarını yalnızca biçimsel nitelikleriyle değil, ondan çok daha önemlisi edebi, bilimsel ve estetik nitelikleriyle değerlendiren bir toplumsal bilinçten bahsedilebilir.
Ne yazık ki Türkiye’deki tablo çok farklı.  Özgür seçme hakkına, demek oluyor ki seçeneklere sahip bir çocuğun eline gerici, cinsiyetçi, anti-demokratik, ayrımcı, çağdışı mesajlarla dolu bir kitabın geçmesi koşulunda bundan bireysel olarak nasıl etkileneceğini tartışmak bir şeydir. Seçeneklerden yoksun bırakıldığı için özgür seçme hakkından da yoksun bırakılan koca bir kuşağın sistematik olarak gerici, anti-demokratik, ayrımcı, cinsiyetçi, çağdışı mesajlarla dolu kitaplarla kuşatılması durumunda bundan toplumun nasıl etkileneceğini tartışmak başka bir şeydir.
Ve ikinci durumu tartışmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Çünkü gelinen noktada bağıra çağıra ya da gizli kapaklı din propagandası yapan çocuk kitaplarını eser bazında ele almak, ne kadar edebiyat dışı, ne kadar akla ziyan ve yerine göre senin ya da benim çocuğum için zararlı olduğuna işaret etmenin fazlaca bir anlamı yok. Alanın içinde ve demokratik kanatta yer alan yayıncılar, yazarlar, editörler vb. bunu biliyor zaten. Keza alanı takip eden bilinçli anne babalar, eğitimciler, kütüphaneciler, kitapçılar da öyle. Ama bu “bilenler” grubu gerçekte yalnızca bir avuç.
Bilmeyen ya da bilgisi “nitelikli bir çocuk kitabını belli biçimsel kriterlerden değerlendirerek tanımak”la sınırlı olan asıl kalabalığı ne yapacağız? Yani çocuğuna, severek okuyacağı eğlenceli bir kitap ararken, Fatma Pekşen’in Çılgın Kızlar Kantini’ne rastlayan anne-babaları; öğrencileri için en uygun kitapları belirlemeye çalışırken, Nesil Çocuk’un kataloğuna ve orada yer alan “uzman” görüşlerine (çocuk ergen terapisti, uzman pedagog, hatta profesör bile var) rastlayan öğretmenleri; fuarda sınırlı harçlığıyla dolaşırken, rengarenk kapaklı, sevimli çizimli, Oruç Tuttum Sevinçten Uçtum ya da Süper Güçlerim Olsa Allah’ı Görebilir Miyim? gibi eğlenceli (!!!) kitapların (ve nispeten ucuz fiyatlarının) cazibesine kapılan çocukları? Bilinçli olarak bu kitapları seçen, yayan, dayatan öğretmen ve anne babalardan hiç bahsetmiyoruz bile.
Biz işimizi yapacağız, yani yukarda tarif edilen kalabalıkları gerçekten çağdaş, gerçekten edebi, gerçekten bilimsel çocuk ve gençlik kitaplarıyla buluşturacağız denebilir. Bu demektir ki bildiğimiz ilkeler doğrultusunda yayıncılık yapmaya devam edeceğiz ve yayınladığımız kitapları en etkili pazarlama ve tanıtım stratejileriyle hedef kitlemize ulaştıracağız.
Peki, çocuk ve gençlik kitapları alanında faaliyet gösteren yayınevlerinin en etkili, en gözde pazarlama ve tanıtım stratejileri ne bugün?
1)      Basılı ve dijital medyada ilan vermek. Yani açık reklam.
2)      Basılı ve dijital medyada tanıtım ya da sözde eleştiri yazılarının yer almasını sağlamak. Yani gizli reklam. (Bu yazıların maddi-manevi çıkar ilişkileri üzerinden, hatta kimi zaman resmen “ücret” karşılığında yazdırıldığını söylemeye gerek var mı?)
3)      Okul, özellikle de özel okul satışları. Yani belli kitapların belli okullar tarafından sınıf düzeyinde okutulmasını sağlamak. Çocuk ve gençlik yayıncılığı piyasasında bu “okuma listesine kitap sokmak” diye adlandırılıyor ve yine öğretmenlerle kurulan özel ilişkiler üzerinden (bu ilişkilerin menfaatten uzak olduğunu kim garanti edebilir?) sağlanıyor.
 An itibarıyla bu stratejilerle başarı da sağlanıyor. Çünkü dinsel gericiliğin bayraktarlığını yapan yayınevleri bir adım geriden geliyor. Henüz. Dün çamur gibi kağıtlara, ucuz satılmaları ya da bedava dağıtılmaları dışında alıcı kitle için hiçbir cazibesi olmayan eserler yayınlayan bu yayınevlerinin bugün en kaliteli kağıda, karton kapaklı, uzman görüşlü, rengarenk, biçimsel olarak bakıldığında tam da “çocuğa göre” kitaplar basacağını kim öngörebilirdi ki?
Dürüst olmak gerekirse, bu ülkenin gidişatını izleyen, politikayla az-çok ilgilenen herkes öngörebilirdi. Tıpkı piyasanın kurallarını hepimizden çabuk öğrenen bu yayınevlerinin medyayla ve milli eğitimle zaten var olan bağlarını ilerde daha da güçlendireceklerini ve çok daha pervasız kullanacaklarını öngörebileceğimiz gibi.
Bir gün medyada onların kitaplarının ilanlarını göreceğiz, onların kitaplarına övgüler dizen tanıtım yazılarını okuyacağız. Bir gün okulların zorunlu okuma listelerinde onların kitapları yer alacak. Öğretmenler onların etkinliklerine gidecek, onların “uzmanlarını” dinleyecek.
Hatta o “bir gün” belki de bugün. Üstelik bunun yarını da var. Yarın artık medyada bizim kitaplarımızın ilanları yer almayacak, kimse kitaplarımıza övgüler dizmeye cesaret edemeyecek ve okullarda kitaplarımız artık tek bir listeye girebilecek: “Sakıncalı kitaplar listesi”.
Çok mu abarttık. Belki. Belki de değil. İşin asıl kötüsü, o gün söyleyebilecek bir sözümüz olmayacak. Dün bizim kitaplarımızı övenler yarın onlarınkini överse menfaat ilişkilerinden mi bahsedeceğiz? Dün bizim kitaplarımızı içeren zorunlu okuma listeleri çok aydın, çok demokrat öğretmenlerin marifetiyken,  onların kitaplarının yer aldığı zorunlu okuma listelerin ne kadar ideolojik, ne kadar yanlı ve anti-demokratik olduğunu mu anlatacağız?
Diyelim ve umalım ki o gün hiç gelmeyecek. Diyelim ki çocuk ve gençlik yayıncılığı alanında dini gericilik diye bir tehdit yok ya da asla yukarıda abartıldığı güce kavuşamayacak. Öyle olsa bile kendimize dönüp bakmanın zamanı gelmedi mi? Kabul, çocuk ve gençlik yayıncılığı da ticari bir faaliyet. Ama buzdolabı satmıyoruz. Yani piyasa koşullarına rağmen, hatta piyasa koşullarına karşı kararlılıkla savunmamız gereken, herkesin birleşebileceği bazı demokratik değerler, ilkeler var.
1)      Okuma kültürü toplumsal bir ihtiyaç, okumanın kendisiyse kişisel bir özgürlük alanı. Hem çocuk ve gençlik kitaplarında özgür seçimleri savunmak, hem de okullarda, sınıflarda belli kitapların ödev vb. adı altında zorunlu olarak, toplu halde okutulmasını meşru görmek olmaz. Bunlar birbiriyle bağdaşmaz. Özgür, demokratik bir ülkede çocuk ve gençlerin hangi kitapları okuyacağını, daima ideolojik bir içerik taşıyan milli eğitim ya da ona bağlı öğretmenler belirlemez, belirleyemez. Ticari yayınevleri okullarda sınıf ya da tüm okul bazında satışlar yapmaz, yapamaz. Bu, okullara (evrensel insan haklarıyla çelişmeyen) her türlü kitabın girmesine engel değil. Aksine en zengin seçeneklere sahip olması gereken ve çocuklara kitaplar arasında özgür seçim yapmayı olanaklı kılan okul kütüphaneleri bunun için var.
2)      Öğretmenlerin, okulun görevi (ki bu da bir devlet politikasıdır, ama tümüyle meşru, hatta gerekli ve özlenendir)  kitap okumayı sevdirmek, yani çocuğu her fırsatta okumaya, yeni kitaplar, yeni yazarlar keşfetmeye teşvik etmekle ve öğrencilere sorgulayıcı okuma ve metin çözümleme yöntemlerini kazandırmakla sınırlıdır. Yani öğretmen şu ya da bu yazarı, şu ya da bu eseri okutan kişi değildir, okunan tüm yazar ve eserlerin eleştirel bir gözle, sorgulayıcı ve çözümleyici bir tavırla ve edebi kriterler çerçevesinde ele alınmasını sağlayan kişidir. Belli yazar ve eserler okulda/derste dünya ya da ülke edebiyatı tarihi içerisinde oynadıkları rolle değerlendirilirler. Bunun ötesinde pazarlanmazlar.
3)      Çocuk belli bir yaşa kadar kendi kitabını alma dolayısıyla da seçme olanağına sahip değil. Ticari bir kurum olan, dolayısıyla kitaplarını satmak zorunda olan yayınevlerinin bu gerçeği özgür seçim ilkesiyle bağdaştırabilmelerinin tek yolu kitapçı satışıdır. Çocuklar için özgür seçim hakkını savunmak esas olarak anne-baba için özgür seçim hakkını savunmak demektir. Her anne baba (teyze, komşu, arkadaş) kendi çocuğu için istediği, uygun gördüğü kitabı alma ve seçme hakkına sahip olmalıdır. Bununla birlikte anne-babaya kendi çocuğunuza seçim hakkı tanıyın, ilgi alanlarını, beğenilerini gözetin bilinci veren bir tanıtım, reklam, bilinçlendirme stratejisi üzerinde düşünülmelidir. Yayıncılar kendilerine okullara nasıl gireceğiz değil, evlere nasıl gireceğiz sorusunu sormalıdır. Öğretmenlerle iyi ilişkiler kurmak değil, kitapçılarla ilişkileri düzenlemek, kitapçılarda çocuk kitaplarının vitrine, rafa, ulaşılabilir yerlere çıkmasını sağlamak gerek.
4)      Medya ve yayınevleri arasında ilişkiler yeniden düzenlenmeli, daha doğrusu kopartılmalıdır. Ticari bir yayınevinin medyayla olan tek meşru ilişkisi ücreti karşılığında ilan vermek (yani açık reklam) ve basın bülteni vb. duyurular yoluyla basını/medyayı yeniliklerden haberdar etmek olabilir. Bunun dışında kalan tüm ilişkiler bağımsız basın ilkesiyle bağdaşmaz ve her iki tarafı da şaibe altında bırakır. Gelinen noktada kirliliğin boyutu düşünüldüğünde, çıkar karşılığında kalem sallayanların ya da o kalemleri satın alanların her fırsatta teşhir edilmesi ne yazıktır ki bir ihtiyaç haline gelmiştir.
5)      Çocuk ve gençlik kitaplarını edebi, bilimsel kriterlerle değerlendiren eleştirel edebiyat eleştirileri yayıncıların, yazarların, editörlerin, çevirmenlerin, illüstratörlerin onuru, yüzeysel tanıtım ve övgü yazıları da utancı olmalı. Bu bilinç yalnızca sektör içinde yerleşmekle kalmamalı, anne-babalara, kütüphanecilere, başta eğitim kurumları olmak üzere çocuklarla ve çocuk kitaplarıyla bağ kuran tüm toplum kesimlerine, hatta çocuk ve gençlerin kendilerine de yayılmalı, bunun araçları yaratılmalıdır. Zira seçenekler arasında özgür seçimler yapabilmek için yalnızca seçeneklerin varlığı değil o seçenekleri sorgulayabilecek, değerlendirebilecek bir bilinç de gerekir.
Toplum yararına çağdaş, demokratik faaliyet gösterdiğini savunan tüm çocuk ve gençlik kitapları yayıncıları, çocuk ve gençlik edebiyatı ya da kitapları alanında üreten tüm bireyleri bu ilkeler etrafında samimi bir şekilde birleştiğinde ne mi olacak? Edebiyata, bilime alan açılacak. Ve başta dinsel gericiliğin gizli-açık bayraktarlığını yapanlar olmak üzere, aslında edebiyatla, bilimle ilgisi olmayan birçok yayınevi bu alana çıkamayacak. Başkaları bu alanda varlık göstermek için kendine çeki düzen vermek zorunda kalacak. Birçokları da bu alanda hep daha nitelikli, hep daha yaratıcı, hep daha bilimsel, hep daha sanatsal ürünler vermek için yarışacak.
Yoksa bu saf bir rüyadan, kapitalizmin acımasız yasalarından bihaber bir avuç idealistin pembe hayallerinden başka bir şey değil mi?  En azından, buzdolabı satmakla  çocuk kitabı yayıncılığı yapmak arasındaki farkı bilmeyenler ve bu farkı bilip de savunma gereği görmeyenler öyle diyecek.

21 Kasım 2012 Çarşamba

“Zekâ ve zevk”


“Röportajda bir ilk ya da Kitedit’in ilk röportajı” başlıklı yazımızda eleştirdiğimiz kitapların sahibi yazar ve yayınevlerinden bugüne dek herhangi bir yanıt ya da yorum almadığımızı, muhataplarımızın cevap hakkını kullanmak yerine susma hakkını kullanmayı yeğlediklerini ifade etmiştik. Şimdi bu iddiamızı düzeltme gereği duyuyoruz. Hem de bugüne dek, ne Kitedit’e ulaşan ne de başka bir mecrada yayınlanan açık bir yanıta rastlamamış olmamıza rağmen.
İddiamızı düzeltme ihtiyacı hissetmemizin nedeni son günlerde medyada okuduğumuz çeşitli yazı ve röportajlarda karşımıza çıkan örtülü yanıtlar.  Bu örtülü yanıtların doğrudan Kitedit’i adres göstermemeleri onları yok saymamamızın önünde engel değil. Aksine, biz bu örtülü yanıtları ciddiye alıyor ve muhataplarımızdan farklı olarak açık yanıt verme hakkımızı kullanmak istiyoruz.
İşe, örtüleri biraz aralamakla başlayacağız.
Okurlarımızın hatırlayabileceği gibi 24 Eylül ve 1 Ekim 2012 tarihli, arka arkaya yayınlanan ve aslında birbirinin devamı olan “Ey edebiyat sen bari kolla gençleri!” ile “Ey edebiyat böyle kollayamazsın gençleri!” başlıklı yazılarımızda gençlik edebiyatını konu etmiş ve Türkiye’de “bu alanda söz sahibi olmaya çalışan ikinci ve (ilkinin ömrünün epey kısa sürmesi nedeniyle de) halen varlığını sürdüren tek yayıncılık girişimi” ON8 markasının gençlik edebiyatını sorun edebiyatına indirgeyen bakışını ele almıştık. Devamında da bu bakışın uzantısı eklektik programını gerek genel çizgileriyle, gerekse de ON8’den çıkan iki kitap özelinde ayrıntılı bir şekilde eleştirmiştik.  
Geçtiğimiz günlerde ise (15 Kasım 2012) sözü edilen eleştirilerin baş muhatabı olan ON8 markasının yayın yönetmeni Müren Beykan’ın Vatan Kitap’ta “En Tutkulu Okur Çocuklar” başlıklı makalesi yayınlandı. Sayın Beykan yazısında gençlik edebiyatına da değiniyor:
“Çocuk ve gençlik edebiyatı bu yıl gerek Bolonya’da gerekse Frankfurt’ta dizilerle uzayıp giden bir pazarlama geleneğinin esiri olmayı sürdürüyor. Tek kitapların sayısı ciddi oranda az. Ve her yayınevinin yakınması: Oğlanlar ve delikanlılar az okuyor!
Bizde de öyle. Sık sık dile getirilen bu gerçeği aşmak için ON8 markasının çabasına edebiyatta yeni yeni gençlik açılımları eklenecek umudundayım. Bizde daha ziyade, nedense olumsuzlanarak tartışılma eğilimi olduğunu şaşırarak izlediğim “gençlik” kitapları, geçen yıllardan farklı bir çıkış yansıtmıyorlar: Bu yıl da distopyalar gençlerin vazgeçilmezleri; vampir, melek ve zombisiz kurguların sayısı gerçekten az.”
Buraya uzun uzun aktardığımız paragrafta bizi asıl olarak ilgilendiren:  “Bizde daha ziyade, nedense olumsuzlanarak tartışılma eğilimi olduğunu şaşırarak izlediğim ‘gençlik’ kitapları” ifadesi. Çünkü tam da bu ifade Beykan’ın Kitedit’in ON8’e dönük eleştirilerinden rahatsız olduğunu, ya da onun örtülü ifadesiyle bu tür eleştirileri “şaşarak izlediği”ni ortaya koyuyor.
Yoksa havadan nem mi kapıyoruz? Cümleyi bağlantılarından kopartarak cımbızladığımızda öyle gibi görünüyor.  Öyleyse paragraf(lar)a daha bütünlüklü bakalım. Müren Beykan önce uluslararası pazarda dizilerin hâkimiyetinden ve oğlanların okumamasından hayıflanıyor. Ardından “bizde de öyle” deyip “sık sık dile getirilen bu gerçeği aşmak için ON8 markasının çabasına edebiyatta yeni yeni gençlik açılımları”nın eklenmesini umduğunu ifade ediyor. Hemen sonraki cümlede de “bizde” gençlik kitapların “genelde olumsuzlanarak tartışılma”sına şaştığını söylüyor. Ama bununla kastettiği vampirli, melekli, zombili gençlik kitapların olumsuzlanması değil. Ne de olsa “vampir, melek ve zombisiz kurguların sayısı gerçekten az” diyen de kendisi.
Sözü oğlanların okumamasından ve dizilerle uzayıp giden pazarlama geleneğinden alıp, hiç yeri yokken ON8 markasına getirdiğine ve henüz bu markadan başka yeni yeni gençlik açılımları göremediğine (ama özlediğine)  göre, Müren Beykan’ın kastettiği ve şaştığı şey ON8 markasının eleştirilmesi. (Yoksa yanılıyor muyuz? Yoksa ON8’in erkek okurlarına dönük özel bir politikası var da biz mi bilmiyoruz? Yoksa daha yeni Mavi Kirazlar Dizisi’ni yayınlayan ve bu diziyi tam da sözü edilen pazarlama geleneğinin en renkli biçimleriyle pazara süren bu aynı marka değil mi?) Peki, basında ve sosyal medya platformlarında  ON8 girişimine onca övgüler dizilirken, coşkulu tanıtımlar yapılırken, onların arasından sıyrılan ve sap gibi göze batan eleştirel yaklaşım kime ait? Tabii ki Kitedit’e. 
Bir editörün eleştirel eleştiriye nasıl yaklaşması gerektiği konusundaki görüşlerimizi yazımızın bir sonraki aşamasına saklarken, gençlik kitaplarını “olumsuzlayarak tartışan” değil ama reel örneklerine eleştirel yaklaşan yazılarımızın arkasında olduğumuzu vurgulamakla yetinelim ve “örtülü yanıt” olarak yorumladığımız başka bir örneğe geçelim.
Kitedit’te 29 Ekim’de yayınlanan “Çat Kapı Dayım” Büyük Hayal Kırıklığım! adlı yazı henüz hafızalardaki tazeliğini koruyor. Uğur Y. imzalı bu yazının eleştiri okları yalnızca Çat Kapı Dayım kitabının yazarı Fadime Uslu’ya değil, aynı zamanda onun editörü Müren Beykan’a da yöneliyor ve eser nezdinde irdelediği tabloyu bir “editörlük faciası” olarak nitelendiriyor.
Rastlantıya bakın ki Müren Beykan’ın Akşam Kitap’ta 15 Kasım 2012’de yayınlanan son röportajının önemli bir bölümü de editörlük kurumuyla ilgili. Kendisine editörlük ölçütleri sorulduğunda bakın nasıl yanıt veriyor:
“…Özellikle çocuk kitabında, kitabı yaratacak tarafların ahenkle sonuca ulaşabilmesi, editörün becerisiyle özdeş, belki de. Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmak bir ayrıcalık değil, olmazsa olmazdır. Her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır. Yazar yaratıcı kişidir, ama ekibin de parçasıdır. Edebiyat kitabı ticari bir üründür –tersini iddia edemeyiz; demek ki, hiçbir ayrıntı şansa bırakılamaz.”
Beykan’ın asıl soruya yanıt vermek, yani kendi editörlük ölçütlerini açıklamak yerine editörlük kurumunun genel önemine vurgu yapması dikkate değer kuşkusuz. Ama bize Kitedit olarak asıl şaşırtıcı ve bir o kadar da irite edici gelen, Günışığı ekolünün her fırsatta tekrarladığı bu vurgunun Müren Beykan’ın ifadeleriyle taşındığı uç nokta. Sayın Beykan önce Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmanın bir olmazsa olmaz olduğunun altını çiziyor, ardından da bize bunun nedeni açıklıyor: “Her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır!” Yani basbayağı kitaba zekâyı da zevki de katan editördür, demeye getiriyor. Ardından gelen “Yazar yaratıcı kişidir, ama ekibin de parçasıdır,” cümlesi de bu fazlasıyla büyük, bu fazlasıyla havalı, bu -yazar, çizer ve çevirmen adına- fazlasıyla küçümseyici iddiayı dengeleyemiyor.
90’ların sonu 2000’li yılların başında, editörlük henüz oturmamış, genel kabul görmeyen bir kurumken,  Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmanın olmazsa olmaz olduğunu vurgulamak anlamlıydı, kuşkusuz. Ama artık, merdiven altı yayıncılığı yapan ciddiyetsiz istisnaları bir yana bırakırsak (ki böyleleri hep çıkacak), bu vurgunun sürekli tekrarlanmasını gerekli kılan bir tablo yok . Aksine bugün ülkemizde editörlük, çocuk ve gençlik kitapları dahil yayıncılığın her kolunda kurumsallaşmış, saygın ve son derece revaçta bir meslek.  Böyle olduğunu aslında Müren Beykan da biliyor. Ama bundan pek de mutluymuş gibi bir izlenim bırakmıyor.  Öyle ya,  aynı röportajda kendisinden “gönlünde editörlük yatan gençlere tek bir öneri”  vermesi istenince “Bugünlerde herkes doğuştan editör diyebiliriz, okuldan mezun olan hele ki yabancı dil de biliyorsa, soluğu çevirmenlikte ya da editörlükte almak istiyor,” diye hayıflanmakta bir sakınca görmüyor.
Kim bilir, belki de sayın Beykan’ın, editörlükle ilgili ölçütlerini açıklayacağı yere, editörlük kurumunu onca uç ve yanlış (ya da doğru?) anlaşılmaya müsait ifadelerle yüceltmeye çalışmasının Kitedit’in Çat Kapı Dayım kitabı özelinde onun editörlüğüne dönük eleştirisiyle herhangi bir ilgisi yok. Belki de Müren Beykan,  geçmişte editör olarak kitaplara kattığı değer ve yayıncılık adına verdiği hizmet üzerine yine dikkat çekecek denli sık ama az-çok dengeli açıklamalar yaparken, bugün “her kitap bir zekâ, bir zevk eseri olmalıdır!” noktasına gelmesinin arkasında bambaşka nedenler yatıyor.
Ama ortaya çıkan tablo bu haliyle de yeterince düşündürücü.
Ne demek istediğimizi daha iyi anlatmak için önsezileriyle, konuya çok yönlü, derinlikli ve mütevazı yaklaşımlarıyla dikkat çeken ve editörlük mesleğinin duayeni sayılan Tanıl Bora’ya, daha doğrusu onun Virgül Dergisi’nde 2004 yılında yayınlanan “Editör Kimdir, Eserleri Nelerdir?” üst başlıklı yazı dizisine başvurmak istiyoruz. Yazımızın devamında onun söyledikleriyle Müren Beykan’ın bazı ifadelerini karşı karşıya değil ama yan yana koyacağız.
Bakalım Tanıl Bora, Müren Beykan’ın Akşam Kitap’taki röportajında “Edebiyat kitabı ticari bir üründür –tersini iddia edemeyiz; demek ki, hiçbir ayrıntı şansa bırakılamaz” tek cümlesiyle geçip gittiği ve demek ki diyerek tümüyle ticaret kurallarına/mantığına tabi kıldığı editörlük-piyasa ilişkileri konusuna nasıl yaklaşıyor:
“(…) İşletmeci-olarak-yayıncılık işiyle editörlük işinin –ve bu işi yapanların- büsbütün ayrışmadığı, görece az endüstrileşmiş ortamlarda ise, editörün yayına hazırlık sürecinin tamamına bir ucundan karıştığı gibi, kitabın tanıtımıyla da ilgilenmesi acayip sayılmaz; bu, kitabı ‘sahiplenmenin’ bir parçasıdır.
Tabii bu noktada editörün arz ve takdimi “alemumum” reklamcı/pazarlamacı tavrıyla değil, bir kitabı gerçekten benimsemenin, sahiplenmenin fonksiyonu olarak yerine getirmesi önemli bir ölçüt. Kitabın kıymeti harbiyesinin sanki medyada birkaç anılma/görülme fırsatı sağlama “kapasitesine” göre değerlendirilebildiği bir vasatta, sattırmayı istediği kitabı “satmamalıdır” editör. Elinin uzanabildiğince, kitabın klişelerle, ezbere imgelerle, bedava övgülerle takdimine mahal vermemeli –hiç değilse bunu yapan o olmamalıdır! Eleştirmenliği ikame edecek değildir şüphesiz, ama iyi (yani eleştirel!) eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını bekleyebiliriz ondan.
Piyasa meselesinde “iyi” editörden beklenen ikinci iş, piyasa koşullarını, mümkün mertebe piyasa-ötesi veya piyasaya rağmen bazı kaygıları gözeterek değerlendirmeye çalışması olabilir. Yayın portföyünün toplamı içinde bir telafi-denge mekanizmasını gözeterek, satma şansı düşük ama “iyi” kitapları araya sokmak için fırsatını kollamak… Bir “gizli yayın programı” ile pusuya yatmak…"
Burada çarpıcı olan yalnızca Tanıl Bora’nın, “edebiyat kitabı ticari bir üründür, demek ki hiç bir ayrıntı şansa bırakılamaz” diyen Müren Beykan’dan farklı olarak, “iyi” editörden piyasa-ötesi ya da piyasaya rağmen kararlar almasını beklemesi değil. (Ki çocuk ve gençlik yayıncılığının neredeyse tümüyle piyasa kurallarına teslim edildiği bir aşamada bunun üzerinde herkesin derin derin düşünmesi gerekir.) Tanıl Bora ayrıca son derece önemli başka bir noktaya vurgu yaparak,  editörün eleştirel eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını da istiyor.

Kitedit olarak bu isteğe genel olarak katılmakla kalmıyor, özel olarak Müren Beykan ve muhatabımız diğer editörlerden bize ve eleştirel eleştiri yazılarımıza bu bakış açısıyla yaklaşmalarını da diliyoruz.
Ama Tanıl Bora’nın görüşleriyle devam edelim ve Virgül’deki yazı dizisinde editörlükle iktidar, pathos (bu iki kavramı aynı zamanda alt başlık olarak kullanıyor) arasında nasıl bir bağ kurduğuna bakalım:
“Hizmet” mefhumu, onu çok seven Türk sağ siyasal söyleminin onyıllardır işlediği üzere, fedakârlığı, adanmışlığı, diğerkâmlığı, benliği/’enaniyeti’ aşmışlığı çağrıştırır. Yine aynı söylemsel çağrışım evreninin içinde, biliriz ki, müthiş bir güç istemi vardır. ‘Hizmet etmek’ istediğini söyleyen, aslında, güç istiyordur. (…)
Öyle ki, kimi editörlere kulak verdiğinizde, kitap yazarın değil de sanki editörün-mü izlenimine kapılabilirsiniz – aslında, ‘zaman zaman’ kaydıyla ve derece farkıyla, kulak verdiğiniz hemen her editör bu izlenime kapılmanıza yol açacaktır! Bir metni zor zahmet adam ettiğinden bahsetmek, editörün küçük dünyasına özgü avcı hikayesidir, çapkınlık böbürlenmesidir.
(…) Yayına hazırladığı kitabı kendi yazmış gibi benimsemek, editörlüğün pathos’udur. Mesele, bunu kıskançlıkla yapmakla empatiyle yapmak arasındaki farktadır. Editör-yazar ilişkisi hakkında geçen yazıyı hatırlatayım bu vesileyle… Editörün iktidarını kendi mevkii ve şanı adına değil, okuru/okunurluğu gözetme adına “kamu adına” kullandığını ara ara kendi kendisine hatırlatmasında fayda olabilir.”
Evet, “Günışığı Kitaplığı’nda editörle çalışmak bir ayrıcalık değil, olmazsa olmazdır. Her kitap bir zekâ ve zevk ürünü olmalıdır,” diyen sayın Beykan, bunları ara ara siz de kendi kendinize hatırlatsanız, ne iyi olur! Belki o zaman ayaklarınız daha çok yere değer ve ulu editörlük mevkisini/mevzisini kıskançlıkla savunurken, “Bugünlerde herkes doğuştan editör diyebiliriz, okuldan mezun olan hele ki yabancı dil de biliyorsa, soluğu çevirmenlikte ya da editörlükte almak istiyor” demek yerine, gönlünde editörlük yatan gençlere daha hoşgörülü ve size yakıştırılan “usta”lığın getirdiği ağırbaşlığıyla, öğrenmeye de öğretmeye de açık sevecenliğiyle yaklaşırsınız. Bu o kadar da zor değil. Yine işin duayeni Tanıl Bora’yı örnek gösterelim:
“Ama ben Türkiye’de editörlüğün fiili iş tanımındaki muğlaklıkta, dağınıklıkta, aşırı-profesyonelleşmiş bir editörlük faaliyetinin eksiltebileceğini zannettiğim bir heyecan ve tutkunun pınarını da görüyorum.  ‘Kitap hazırlama’ uğraşının her bir aşamasına ara ara bulaşıyor olmak, yayıncılıkta eksik kalmaması gereken hazza katkıda bulunur. Ulu editörlük mevkii ile mütekâmil düzeltmenlikten ibaret angaryalar arasında mutlak bir kopukluk olmaması, nefsi terbiye edicidir: Kitaba “değen” her beşeri varlığın kapılabileceği, uhrevi bir işle uğraşıyor olma duygusunun, sersemce bir burnu büyüklüğe dönüşmesini önleyebilir. Hatta bu bakımlardan, editörlük faaliyetinin meraklı öğrencilerin, meczup bibliyofillerin mevsimlik işçiler gibi gelip geçmesine açık olması da, insanların özlük hakları korunduğu ve yapıyı bu gelgitlere dayanıklı kılacak sabiteler var kaldığı müddetçe, hayırlıdır ve neşe verir!
Tanıl Bora’ya saygı ve teşekkürlerimizi sunup, onu alıntılamaya son verirken, Müren Beykan’a sormak istediğimiz bir soru ve bir önerimiz daha olacak.
Soru şu: Editörlük Günışığı Kitaplığı’nın olmazsa olmazıysa (ki bizce de öyle olması gerekiyor), neden onun alt markası ON8 kitaplarının hali hazırda bir editörü yok? Var da, Günışığı Kitaplığı her fırsatta okurlarına künyede editör bilgisine yer veren eserleri tercih etmesini öğütlerken ON8 markasının kitaplarında, program broşüründe ve resmi web sayfasında mı yazmıyor? Var da, bizden mi saklanıyor?
Naçizane önerimize geleceksek. Sayın Beykan’ın edebiyat, editörlük, çocuk ve gençlik kitapları, yayıncılığın çeşitli sorunları gibi konular üzerine kaleme aldığı gazete makalelerini kamu ya da okurla paylaşmadan önce işinin ehli bir editöre okutmasında fayda olacağını düşünüyoruz.
Bu makalelerin çoğu kere oldukça muğlak, birbiriyle çelişen ya da her tarafa çekilebilen ifadeler içerdiklerinden değil. Anlatım tarzını zayıf bulduğumuzdan da değil.  Yalnızca ve yalnızca maddi bilgi hatalarına mahal vermemek için. Zira, sayın Müren Beykan da çok iyi bilir ki, koca bir düşünce silsilesinin maddi bilgi eksiklikleri/hataları yüzünden çöküvermesi bir metnin başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden biridir. Editörün en temel görevi de (özellikle de maddi verilere, bilgilere dayanan non-fiction metinlerde)  böyle hataları zamanında (yani yazı kamu karşısına çıkmadan) saptayıp, bu tür talihsizliklerin önüne geçmektir.
Aksi takdirde ne mi olur? Aksi takdirde,  Beykan’ın Günışığı Kitaplığı editörü ya da ON8 yayın yönetmeni kimliğiyle değil, çocuk ve gençlik edebiyatında uzman kimliğiyle kaleme aldığı ve Vatan Kitap’ta (bu uygulamayı gizli reklam riski ve medyanın bağımsızlığı bağlamında Vatan Kitap adına doğru bulmadığımızı ayrıca vurgulayalım) az çok periyodik olarak yayınlanan yazıların sonuncusundaki gibi bir tablo çıkar karşımıza.
“En Tutkulu Okur Çocuklar” başlıklı yazının alt başlığı “Mesajsız kitaba ödül.” Onun altındaysa aşağıdaki koca paragraf ve sahiden de ilginç yorum yer alıyor:
“Edebiyat alanının saygın ödüllerinden, Almanca’ya çevrilmiş herhangi bir dildeki çocuk ya da gençlik edebiyatı kitabına verilen Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün fuar sırasında açıklanan sonucu şaşırttı: Ödül, 1982 doğumlu Alman yazar ve sinemacı Finn-Ole Heinrich’in, İzlanda kökenli Norveçli illüstratör R•n Flygenring’in desenleriyle canlanan, Frerk, du Zwerg! (Frerk, Seni Cüce!) adlı kitabına değer görüldü. Şaşırtıcı olan, seçici kurulun karar gerekçesiydi. Kurul, bu resimli kitabı eğlenceli olduğu ve özellikle hiç ‘mesaj’ içermediği için seçtiğini vurgulamıştı. Değil açık, gizli didaktik söylemli kitapların da itici bulunmaya başlandığına güçlü bir örnek oluşturdu bu ödül kuşkusuz. Nihayet!”
Oysa ki, Frankfurt fuarında söz konusu ödül törenine katılma şansı yakalayanların da, seçici kurulun resmi karar gerekçesini okuyanların da rahatlıkla bilebileceği gibi (merak edenler karar gerekçesine Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün resmi web sitesinden ulaşabilir:  http://www.djlp.jugendliteratur.org/kinderbuch-2/artikel-frerk_du_zwerg-3777.html) “mesajsız kitaba ödül” iddiası kaba bir maddi bilgi hatasına ve derin bir yanılgıya dayanıyor. Jürinin karar gerekçesinde ne kitabın mesaj taşımadığına ilişkin herhangi bir vurgu var, ne de ödül bununla gerekçelendiriliyor.  Bu maddi bilgi hatasından güç alarak, didaktik söylemli olmayan kitapları “mesajsız” olarak nitelendirmek ayrı bir ilginçlik. Ama bizi öncelikli olarak ilgilendiren sayın Beykan’ın bu hayli “özgün” yorumu değil. Bizi öncelikli olarak ilgilendiren devamında söyledikleri. Çünkü Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü takip edenlerin mutlaka şaşkınlıkla okudukları gibi, sonrasında gelen iddia ve vurgu da (ikinci bir) maddi bilgi hatasına dayanıyor. Devamını şöyle getiriyor Beykan: “Değil açık, gizli didaktik söylemli kitapların da itici bulunmaya başlandığına güçlü bir örnek oluşturdu bu ödül kuşkusuz. Nihayet!”
Yalnızca bu yıl değil önceki yıllarda da Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’ne değer görülen eserlere (ister bir bütün olarak ister tek tek) bakıldığında bu kitapların mesaj taşımadığını söylemek hayli zorken, açık ya da gizli didaktik söylemli kitaplar olmadığını söylemek de o ölçüde kolay. 2008’de çocuk kitabı dalında Paula Fox’un Ein Bild für Ivan / Ivan için bir resim, 2005’de aynı dalda Zoran Drvenkar’ın (Victor Caspak, Yves Lanois takma adıyla) Die Kurzhosengang / Kısa Pantolonlular Çetesi ve daha da geri gidersek 2000’de de yine çocuk kitabı dalında Bjerne Reuter’in Hodder, der Nachtschwärmer/Hodder, Gece Kelebeği adlı eserlerin ödüle layık görüldüğünü hatırlamak, hatırlatmak tek başına yeter.
Yani ortada ne Müren Beykan’ın çoktandır, sabırsızlıkla beklediği bir gelişmenin sonunda vuku bulması gibi bir gerçek var, ne de ona “Nihayet!” dedirtecek bir durum. Aksine tablo ona “Günaydın!” dememizi haklı kılıyor. Hem de iki bağlamda.
Günaydın, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü yıllardan bu yana didaktik söylemli olmayan kitaplara veriliyor! Günaydın, işinin ehli bir editörle çalışmak gerçekten olmazsa olmaz,  çünkü diğer katkıları bir yana bir makalenin, temel yorumlarını/görüşlerini maddi bilgi hatalarına dayandırması yüzünden ciddiyetinden ve güvenilirliğinden çok şey yitirmesini önleyebilir!
Not:  Yazıdaki tüm vurgular bize aittir.  

11 Kasım 2012 Pazar

Çöp Adam Konuştu - İyi de ne anlattı?


Bir çocuk kitabı illa ders vermek zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa sevgi, barış, çevre, paylaşım gibi temel ya da büyük meseleleri konu etmek zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa süslü bir dil ile yazılmak zorunda değil.
Bir çocuk kitabı illa …
Bir çocuk kitabında illa olmaması gereken özelliklerin listesi uzatılabilir. Ama bu listenin sonuna mutlaka eğer ile başlayan birkaç madde eklenmeli.

Eğer kitabın güçlü bir hikayesi varsa. Eğer kurgusu sağlamsa. Eğer dili ve anlatımı özgünse.

Çünkü, nitelikli bir çocuk romanı ya da öyküsünün başlıca dayanakları bu üç unsurdur: Güçlü bir hikaye, sağlam bir kurgu, özgün bir anlatım.

Bunları saptarken yeni bir şey söylemediğimizin, Amerika’yı yeniden keşfetmediğimizin farkındayız. Çocuk edebiyatıyla ilgilenen herkesin bildiği, kabul ettiği, üzerinde birleştiği doğrulardan bahsediyoruz.

Gerçekten öyle mi acaba? Doğrusu, son zamanlarda okuduğumuz birçok çocuk kitabı bu bilincin hiç de sanıldığı kadar berrak olmadığını düşündürttü bize. Böyle düşünmemize neden olan eserlerden biri de Özlem Atasoy adlı genç yazarın ilk çocuk kitabı Çöp Adam Konuştu. ( Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı: Mayıs 2012, çizimler: Zeynep Özatalay, editör: Nevin Avan Özdemir)

Daha ilk ele alındığında insana gülümseyen kitaplardan Çöp Adam Konuştu. Canlı renklerin kullandığı kapaktaki görsel hem merak uyandırıyor, hem de kitap başlığıyla uyum içinde. Sayfaları karıştırdığınızda araya eğlenceli çizimlerin serpiştirildiğini, rahat okunan bir font seçildiğini, bazı ifadeleri vurgulamak için farklı yazı karakterlerinin kullanıldığını görüyor ve ne hoş diye düşünüyorsunuz.

En azından biz öyle düşündük. Kitabı okuyunca olumlu hanesine yazdığımız bir diğer özellik, yazarın çocuk karakterlerini seslendirirken yakaladığı başarı oldu. Öykü Kerem adlı çocuğun ağzından anlatılıyor. Başkahraman dokuz yaşında ve az çok dokuz yaşında bir çocuk gibi konuşuyor, hissediyor, davranıyor gerçekten.  Kitap bu yanıyla daha önce eleştiri konusu ettiğimiz eserlerin çoğundan ayrılıyor ve Özlem Atasoy’un gelecekte daha başarılı eserler vereceğine dair umut uyandırıyor.

Böylece, onun ilk eseri Çöp Adam Konuştu’yu (yeterince) başarılı bulmadığımıza da gelmiş olduk.

Nedenlerine geçmeden önce kitabın kısa özetini verelim:

Kerem dokuzuncu yaş gününde bir parti düzenliyor. Hediyelerin arasında bir yaz-boz da var. “Ne çizeceğim ki ben buna?” (s.12) diye düşünürken bir çöp adam resmi yapıyor. Çizdiği çöp adamın birden canlanıp odasında bitmesi karşısında da ödü kopuyor. Oğlu korkuyla bağırdığı için meraklanan anne salondan Kerem’e sesleniyor. Bunun üzerine Çöp Adam Kerem’den, onu, anneye yakalanmadan silmesini istiyor. Bu ve Kerem’in daha sonraki denemeleri sayesinde yaz-bozun sırrı çözülüyor. Üzerine çizilen resimler canlanıyor/nesneye dönüşüyor, silinince de yok oluyor. Kerem tekrar tekrar çizdiği Çöp Adam’la dostluk kuruyor. Kimi zaman playstation’da yarıştığı oyun arkadaşı, kimi zaman da sırdaşı oluyor. Kerem, Çöp Adam’ın verdiği tüyolar ve yaz-bozun sihirli güçleri sayesinde önce sürekli evlerine gelen ve bir sürü sıkıcı soru soran Sultan Teyze’den kurtuluyor, ardındansa okulda sevdiği kızın, yani Merve’nin dikkatini çekmeye çalışıyor.

Kitabın kurgu sorunları da burada başlıyor. Çünkü Kerem, Sultan Teyze’den kurtulmak için çizdiği ve teyzenin üzerine saldığı kirpiyi çok seviyor ve onu sildikten sonra tekrar canlandırmaya karar veriyor: “Sultan Teyze’yi gönderdikten sonra, kirpiyi tekrar çizdim. Çok tatlıydı. Onu çok sevdim. Benimle kalsın istedim. Onu alıp annemden gizli bahçeye çıkardım. Ağacın dibine yer yaptım. O günden sonra da sık sık yanına gittim.” (s.32-33)

Kerem’in Çerpik adını koyduğu kirpi bahçede yaşamaya devam ettiğine ve yaz-bozun sihirli mantığına göre silinmemiş olması gerekiyor.

Öyle mi acaba? Birkaç gün sonra okulda Merve’nin bakışları Kerem’in yaz-bozuna takılıyor: “’O ne?’ / ‘Yaz-boz!’ / ‘Ne yapıyorsun onunla?’ / ‘Şeyy hiçç… resim yapıyorum.’ / Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Anlamadı tabii. Sanırım o anda aptal gibi görünüyordum. / ‘O zaman bir resim yap da görelim,’ dedi.” (s. 34-35)

Kerem, Merve’ye “resim yapıyorum” açıklaması yapmasına rağmen, Merve onun yaz-bozla ne yaptığını anlamıyor. O kadar ki, Kerem kendini aptal gibi hissediyor. Galiba, Merve gerçekten de yaz-bozda aslında olması gereken kirpi resmini göremiyor. Görseydi, “O zaman bir resim yap da görelim” demezdi, büyük ihtimalle.

Ama küçük bir ihtimal daha var. Yazarın ya da editörün kurgudaki bu boşluğu fark edip soruna bir çözüm bulmaya çalışması ihtimali, yani. Ki kitapta olan da bu. Ne yazık ki çok gecikmiş, çok eğreti bir şekilde:  “Tam uykuya dalacakken birden aklıma geldi. Yaz-bozum nerede? Hemen kalktım. Dolabımı açtım. Hah tamam! Neyse ki orada duruyordu. Çeprik ve Zeynep de çizili halde. Süper. Yaz-bozumu çok iyi saklamalıydım. Çünkü artık Zeynep hiç silinmesin, hep kalsın istiyordum.” (s.71)

Arada neler neler oluyor, yaz-boza neler neler çizilip tekrar siliniyor, ama ancak sayfa 71’de Çeprik’in resminin hep korunduğunu öğreniyoruz.

Bir yaz-bozun boyutu ne olabilir ki? Kitabın başında Kerem, “Bakınırken gözüm yaz-boza takıldı. Büyük defter boyutundaydı.” (s.12) derken yanlışı var, herhalde. Ama aceleyle karar vermeyelim. Kim bilir, belki de Kerem’in çizimleri küçüktür. Öyle ya, Merve ondan bir resim yapmasını isteyince, artık orada olduğunu bildiğimiz kirpinin yanına bakın daha neler çiziveriyor: “Bir bahçe yaptım içine de bir koyun, iki koyun… çizmeye başladım.(…) Bir kuzu, iki kuzu yaptım. Derken bir koyun sürüsü oldu. Çocuklar da yaptım. (s.36)

Kerem büyük defter (yani A3) boyutundaki bir yaz-boza onca şeyi sığdırmakta epey başarılı olsa da, aynı başarıyı Merve’nin ilgisini kazanmakta gösteremiyor. Sonunda, Çöp Adam’ın önerisini dinlemeye, yani Merve’yi kıskandırmaya karar veriyor. ‘Kiminle?’ sorusuna uygun yanıt bulunamayınca devreye yaz-boz giriyor. Çöp Adam Kerem’i yüreklendiriyor: “’Buldum dostum buldum. Çizeceksin. Hadi, beni çizdiğin gibi, şöyle güzel, ama Merve’den daha güzel bir kız çiz,’” (s.52).

Merve’den daha güzel bir kız olabileceği fikrine bile tahammül edemeyen Kerem , yine de çizmeye başlıyor. Ama Çöp Adam, Kerem çizdikçe karşılarında dikilmeye başlayan kızların hiçbirini beğenmiyor:

“’Dostum bu kız şeeeyy biraz kısa sanki boyu,’ dedi. Evet baktım da boyu benim omuzuma anca gelir. / ’Ne yapacağız peki?’ / ‘Sileceğiz.’ / ‘Şeyy pardon,’ diyerek, kızı bir çırpıda sildim. / ‘Dikkat et dostum. Boyu posu biraz daha uygun olsun sana. Hadi…’ / Tekrar işe koyulup, başka bir kız çizdim. Çöp Adam bana doğru eğildi, fısıldayarak ‘Dostum bu ne yaa! Basketbol liginde mi oynayacak bu kız, boyu neredeyse senin iki katın,’ dedi. Baktım, evet haklıydı. Bu da çok uzun olmuştu. / Sildim. Tekrar çizdim. / ‘E bunun da burnu uzun.’ / Onu da sildim. Başka bir kız çizdim. / ‘Bacakları kısa.” / Bu kızı da sildim. (…) / ‘Cadıya benziyor.’ (…) / Çizdim. Çizdim. Bir daha çizdim. / ‘Aaa! Bu kız? Aaa! Aynı Nurten Teyze’ye benziyor.’ (…) ‘Bizim alt kattaki komşu; o kadar şişman ki, merdivenlerden inerken top gibi yuvarlanıyor sanıyorsun,’ dedim. Kahkahayı bastık. “ (s. 55-57)

Alıntılardan yansıyan tablo standart güzellik anlayışına uygun olduğu kadar da ayrımcı. Okur olarak bizi rahatsız etmesi de esas olarak buna dayanıyor. Tamam, 9 yaşındaki bir çocuktan ve onun yarattığı Çöp Adam karakterinden standart ölçülerin dışında uzun, kısa ya da şişman olan, büyük burunlu ya da kısa bacaklı kızları, ‘ideal’ ve ‘örnek’ bir tutumla en az diğerleri kadar güzel bulmalarını beklemiyoruz. Ama yazardan, karakterlerinin özellikle bu tutumlarına ışık tutarken bir amaç gütmesini bekliyoruz.Ve bu amacın hikayeye bağlanmasını, karakterleri daha iyi anlamamızı sağlamasını tabii.

Oysa olan bu değil. Olan çizilen son şişman kızın sinirlenip Kerem ve Çöp Adam’ı bir güzel paylaması: “Kızların hepsi içerde ağlıyor haberiniz var mı? Hepsine bir kusur bulmuşsunuz. Şunlara bak, siz çok mu yakışıklısınız? Ayy biz de size bayılıyoruz di mi?” (s. 57-58)

Bir an, demek  yazarın amacı gerçekçi karakterler yaratmak değil, bu sahne üzerinden ayrımcılık karşıtı bir mesaj vermek diye düşünüyoruz, doğallığında. Didaktik mesajlardan genelde hoşlandığımızı söyleyemeyiz, ama dürüst olmak gerekirse yine de su serpiliyor içimize.

Ta ki bir alt paragrafı okuyuncaya dek:  “Kız resmen çıldırdı, biz de şaşkınlıktan sus pus olduk. Çöp Adam aşağıdan bacağımı dürtmeye başladı. Ağzını kapatıp dişlerinin arasından, tabii kıza çaktırmadan ‘dostummm siiiillllll, siill dostuummmm.’ dedi. Ben de elimi çabuk tutup, kıza çaktırmadan bir çırpıda sildim. Şu kadarını söyleyeyim, kollarını bacaklarını sildim. Kız hala konuşuyordu. Neyse ki gitti. Hıuhhh… Derin bir nefes aldık. / ‘Gitti mi dostum?’ / ‘Gitti gitti. O neydi öyle yaa?’ / ‘Dostum böyle kız olacağına, ömrümün sonuna kadar hiç kız arkadaşım olmasın razıyım.’” (s. 58)

“Böyle kız olacağına, ömrümün sonuna kadar hiç kız arkadaşım olmasın” tanımlaması kız Kerem ve Çöp Adam’ın ayrımcı tutumlarına haklı olarak sinirlendiği için mi, şişman olduğu için mi yapılıyor bilmiyoruz, ama didaktik bir mesaj kaygısıyla yapılmadığından eminiz. 

Eh, yazımızın en başında da belirttiğimiz gibi bir çocuk kitabı illa ders vermek zorunda değil. Öyleyse bizi rahatsız eden ne?

Bizi rahatsız eden bu sahnelerin kitabın hikâyesine nitelikli bir katkı sunmaması. Bizi rahatsız eden bu sahnelerin olumlu ve olumsuz yanlarıyla gerçekçi karakterlerin dünyasına  daha iyi nüfus etmemizi, davranışlarının arka planında yatan olguları daha iyi anlamamızı, kendimizi onların yerine koyarak onlarla birlikte çeşitli deneyimler (yenilgiler ya da başarılar) yaşamamızı sağlamaması.

Dahası tek başına, hikayeye zenginleştirici, nitelikli bir katkı yapmadan kaldıkları için tersinden bir mesaja  dönüşüyorlar. ‘İnsanları ideal güzellik anlayışına göre değerlendirmek, ayrımcılık yapmak meşrudur’ mesajından bahsediyoruz. Bu mesaj, çocuk kitaplarına kör parmağım gözüne serpiştirilen didaktik derslerden daha dolaylı olabilir. Ama bu onu hafifletmediği gibi iticiliğini de ortadan kaldırmıyor.

Kaldı ki aynı mesaj hikâyenin devamında daha da derinleştiriliyor. Güzellik anlayışına uygun bir kız çizmeyi önce beceremeyen Kerem, sonunda onu gece rüyasında görüyor. Rüyasında gördükten sonra da çiziveriyor: “Sanırım onu çizebildim. Sarı sarı uzun saçlaaarrr, biraz kıvırcık…evetttt gözler maviii, beli de incecik vee kıpkırmızı bir elbiseeee, evet işte bu.” (s.63)

Uzunu, kısayı, şişmanı beğenmeyen Kerem beğense beğense bu kızı beğenir tabii: Uzun sarı saçlı, mavi gözlü, incecik belli, üstelik de pantolonlu falan değil, kıpkırmızı elbiseli!

Kız kendini Zeynep olarak tanıtıyor ve Kerem’in Merve’yi kıskandırma planına hemen katılmaya razı oluyor. Merve’yi kıskandırmak için Kerem’in sevgilisi rolüne giriyor.

Başta Kerem’in aklı fikri Merve’de. Ama hikâyeden çıkarabildiğimiz kadarıyla Merve tutarsız, dengesiz ve epey sevimsiz bir tip. Hadi, Tahir’den hoşlanmasını, bu yüzden Kerem’in yakınlaşma çabalarına yüz vermemesini anladık. Ama Kerem’le bir yandan hiç ilgilenmiyorken, yani Zeynep’i aslında kıskanma nedeni yokken, o kıza çelme takıp burnunu kanatmasının nedenini kendimize bir türlü açıklayamıyoruz. Kerem’in ona hediye etmek üzere yaz-bozuna çizdiği kediyi (yani canlı halini) görünce önce sevinçten deliye dönmesini, kedi elini tırmalayınca da Kerem’e düşman kesilmesini de anlamlandıramıyoruz.

Belki de onu olduğu gibi, yani tutarsız, dengesiz ve epey sevimsiz bir tip olarak kabul etmek en iyisi. Zaten Kerem de bir süre sonra “Merve, ahh Merve, onun için her şeye değer.” (s.87) düşüncesinden uzaklaşıyor ve “Tahir geldi. Sırasına oturdu. Dönüp arkasına Merve’ye baktı. Merve yüzünü çevirdi. Belli ki kavga edip küsmüşler, ama niye? / ‘Amaaannn! Bana ne. Küserlerse küssünler.’” (s.112) noktasına geliyor.

Arada neler mi oluyor? Kerem’in ailesi ve Zeynep’in ailesi (evet, Kerem yaz-bozuna kirpinin yanı sıra yalnızca Zeynep’i değil, onun evini, annesini ve babasını da sığdırıyor) arkadaşlık kuruyor ve sık sık birlikte zaman geçirmeye başlıyor. Zeynep’in babası Kerem’in babasıyla tavla oynadıkları yine böyle bir günde iki arkadaş Avatar filmi hakkında sohbete dalıyorlar. Sonunda Kerem yaz-bozuna Avatar’daki kuşlardan birini (evet, kirpi ile Zeynep, Zeynep’in ailesi ve onların evinin yanına) çiziyor. Kuş, sırtına binen iki çocuğu bir geziye çıkarıyor ama giderek uzaklaştığı için Zeynep korkmaya ve ağlamaya başlıyor. Bunun üzerine kahramanımız Kerem, sesini duyuramadığı kuşun boynuna tırmanıyor, kulağına ulaşıyor ve artık dönmeleri gerektiğini söylüyor.

Burada, yeri gelmişken, araya kurguyla ilgili bir not girelim. Kerem, daha önce kuzu, koyun resmi yapıp da okulun bahçesi birden çiftlik hayvanlarıyla dolunca herkes şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş, dahası televizyoncular gelip olayla ilgili haber yapmıştı. Nedense bir apartman dairesinden  (kapısından mı, balkonundan mı, penceresinden mi bilmiyoruz, kitapta yalnızca, “Dışarı çıktık ve bir anda yükseldik.” deniyor. s. 103), sırtında iki çocukla uçuşa geçen kocaman bir Avatar kuşu benzer bir tepki yaratmıyor.

Ama buraya takılmayalım ve asıl konumuza, yani Kerem’in artık Zeynep’i neden Merve’den çok sevmeye başladığına gelelim. Daha önce de öğrendiğimiz gibi kız çok güzel. Kerem’e, Merve’yi kıskandırma planı dahilinde iyi (hatta sevgili gibi) davrandığını da biliyoruz. Etti mi iki neden. Ama fazlası var. Zeynep, onu kuşlu maceranın sonunda kurtarması üzerine Kerem’in elini tutup yanağını öpüyor: “’Beni kurtardın, çok cesursun,’ dedi ve elimi tuttu. Çok garipti. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Sanki kalbimin üstünde kelebekler uçuşuyordu. (…)/ Durun dahası var. ‘Çok teşekkür ederim,’ diye eğilip yanağımı öpmez mi? Evet, Zeynep beni öptü.” (s.112)

Sarışın, mavi gözlü¸ ince belli kızlardan hoşlanan bir erkek çocuğu, edilgen bir şekilde kurtarılmayı bekleyen ve ona kahraman gibi hissettirip, teşekkürünü öpücükle sunan bir kıza aşık olmayıp da ne yapsın?

Böylece geldik kitabın ayrımcı mesajlar vermekle kalmadığı, ayrıca basbayağı cinsiyetçi rol modelleri çizdiğine. Sırf erkeğin isteklerini yerine getirmek, onu sevmek üzere yaratılmış güzel ve zayıf kız. Kızı koruyan güçlü, akıllı ve cesur erkek.

Ama yeri gelmişken araya kurguya dair bir not daha ekleyelim. Kerem ve Zeynep Avatar kuşuyla birlikte sağ salim eve ulaştıktan sonra elektrik kesiliyor ve Kerem’in annesi, Kerem kuşu yaz-bozdan silemeden odaya dalıyor. Odanın içerisi öyle karanlık ki anne kocaman bir kuşla karşı karşıya kalmasına rağmen bir gariplik fark edemiyor. “Annem tam da kuşun önünde duruyordu. Hiiii! Az önce korkudan sıçramıştım ya, silgiyi düşürmüşüm. Yok bulamıyorum. İyice panikledim. Annem kuşu görecek.” (s.109)

Anne koca kuşu göremiyor ya, doğallığında Kerem de silgiyi bulamıyor. Sonunda anne silginin üstüne basıyor, silgi de tekrar Kerem’in eline geçiyor. “Silgiyi bulmuştu. Elinden kaptığım gibi silmeye başladım. Kuş kayboldu.” (s.11)

Kuş kayboluyor ama Zeynep’e, ailesine, evine ve kirpiye bir şey olmuyor. Kerem o karanlıkta onca şeyin çizili olduğu yaz-bozdan yalnızca kuşu silmeyi başarıyor. Büyük yetenek doğrusu!

Tabii kitaba bir de son lâzım. Yazar bunun için Kerem ve Zeynep’i kavuşturmayı seçmiş. Halbuki Zeynep’in kaderi yaz-boza bağlı. Önceki sayfalarda Kerem’le okura Çöp Adam üzerinden duyurulduğuna göreyse yaz-bozun sihri kaleminin bitmesiyle sona erecek. İşte, bu da kurguyu çıkmaza sokuyor.  

Ama mucizeler ne için var?! Bu tür sorunları en kolay yoldan çözmek için olsa gerek. En azından Çöp Adam Konuştu kitabının sonu bize bunu düşündürüyor: “’Nasıl yaa? Ne olacak şimdi? Her şey bitti mi yani? Gidecek misin?’ / ‘Evet dostum… üzgünüm.’ / ‘Hayır Çöp Adam lütfen gitme…’(…) / ‘Peki ya Zeynep? O da mı gidecek?’ / ‘Dostum artık sana söyleyebilirim, bu yaz-bozun bir mucizesi var.’ (…) / ‘Evet. Mucize. Kalemin bittiğinde, o zamana kadar yaz-boza çizdiğin ve en çok sevdiğin kimse, o seninle birlikte bu dünyada kalıyor.’ (…) / ‘Zeynep mi?’ / ‘Bilmem, bunu sen göreceksin.’” (s.114-115)

Kitap Kerem’in Zeynep’in yaz-boza çizdiği en sevdiği kişi olduğunu anlaması, yani yaz-bozun kalemi tükenmiş, sihri de bitmiş olmasına rağmen onu canlı kanlı görmesiyle sona eriyor, dememizi bekliyorsunuz şimdi. Evet, biz de öyle demek isterdik doğrusu. Çünkü öyle olsaydı yukarıdaki “mucize” görevini yerine getirmiş, kurgudaki çıkmaz kolaycı ama yine de az-çok tutarlı bir şekilde çözülmüş sayılabilirdi.

Ne var ki yazar bu sonla yetinmek yerine, onu biraz süslemeyi, taze kavuşturduğu sevdalıları bir de ortak bir tatile çıkarmayı tercih etmiş. Sevdalılar dediğimize bakmayın. Sözü edilen 9 yaşlarında çocuklar. Yalnız başına tatile çıkacak değiller ya. Elbet başlarında anne-babaları da olacak. Ama durun bir noktayı unuttuk. Yok, hayır, Zeynep’in anne ve babasının, tıpkı kaderine razı olup kaybolup giden Çöp Adam gibi yaz-bozun kalemi kadar ömre sahip yaratıklar olduğunu unutan aslında biz değiliz. Bunu unutan yazar ve o unutkanlıkla Zeynep ve Kerem’le birlikte onları da tatile çıkarıyor: “Zeynep’in annesi ve babası da bize geldiler. Çok mutluyduk. İkimizin karnesi de süperdi. Babam hala sürprizinin ne olduğunu söylememişti. Meraktan ölüyorduk. (…)/  ‘Tamam söylüyorum. Haftayaaa… hep birlikteeeee… tatile gidiyoruzzz!’ (…) Hayatımın en güzel tatiliydi. Çok eğlendik.” (s. 122-123)

Şimdi yazımızın en başına dönüyor ve bir çocuk kitabı illa da şu, şu özellikleri taşımak zorunda değil, eğer şu şu niteliklere sahipse diye yinelemek istiyoruz.

Çünkü Çöp Adam Konuştu bu çok bildik niteliklerin hiçbirine sahip değil. Baştan sona okuduktan sonra yazarın ne anlatmaya çalıştığı üzerine epey bir süre düşündük. Bir sonuca varamadık. Amacının ayrımcılık içeren mesajlar vermek, cinsiyetçilik yapmak olduğunu hiç mi hiç düşünmüyoruz. İyi niyetle hareket ettiğinden de kesinlikle eminiz.

Buna rağmen sormadan edemiyoruz: Çizilen resimlerin maddileşmesinden öte ilginç, özgün bir fikriniz yoksa, belli bir hikayeye ‘onu mutlaka anlatmalı/paylaşmalıyım’ dedirtecek/hissettirebilecek kadar inanmıyorsanız, okura farklı dünyalara, bakış açılara, düşüncelere ya da deneyimlere kapı aralamayacaksanız niye çocuk kitabı yazmak için acele ediyorsunuz? Hele de kendince bulduğunuz fikri, kendince anlattığınız hikâyeyi iç tutarlılığı olan bir kurguya oturtmak için gereken zamanı harcamayacaksanız?

Bunlar acımasız sorular; farkındayız. Ama madem Çöp Adam Konuştu, bize, çocuk okura bir şey söylemesini istemek de hakkımız. ‘Eğlencelik bir kitap, işte’ diye geçiştirebilirsiniz. Ama eğlencelik kitapların bile uymasını beklediğimiz kriterler var. Ayrımcı ve cinsiyetçi mesajlar taşımamak gibi mesela…

Ama uzatmayalım. Çöp Adam konuştu, konuştu, boşa konuştu diyelim ve bu yazıyı, gelecekte Nevin Avan Özdemir’den daha titiz bir editörlük, genç yazar Özlem Atasoy’dan da yeni, daha nitelikli çocuk kitapları beklediğimize dair umutla bitirelim.

Not: Vurgular bize ait.