Son yazımızla bir ilgisi var mı bilmiyoruz, ama onu izleyen
günlerde çağdaş çocuk edebiyatındaki sorunların kolayından öğretmen kökenli yazarlara
fatura edildiğine ve bunun haksızlığına dair görüşlere çeşitli yerlerde rastlar olduk.
Kuşkusuz ki Türkiye çocuk edebiyatının bugünkü durumunu
öğretmen kökenli yazarlar üzerinden açıklamak doğru değil. Hangi meslekten olursa
olsun herkes çocuk kitabı yazabilir, bu alanda başarı sağlayabilir. “Çocuk”la
içiçe çalışan kimselerin, yazınsal verimlerini de bu alanda sürdürmeye eğilim
göstermelerinde de tuhaf ya da yanlış bir şey yok.
Tuhaf ve yanlış olan, tüm büyük çocuk ve gençlik edebiyatı
yayıncıları ‘didaktik çocuk kitaplarına karşıyız!’ diye ağız birliği ederken, pedagojik yaklaşımın kendini Türkiye çağdaş
çocuk ve gençlik edebiyatında hâlâ bu kadar kolay üretebilmesi. Ki bunun nedeni bizce böyle kitapların özellikle
yazılmasından ziyade böyle kitapların özellikle seçilmesinde düğümleniyor.
Kütüphaneciler kitap ve edebiyatla iç içedir. Tıpkı
öğretmenlerin kitap ve çocukla iç içe olduğu gibi. Kütüphaneciyseniz ve
edebiyatı seviyorsanız, yazınsal denemelerde bulunmanız hiç de uzak bir ihtimal
değil. Ama denemelerinizin bir edebiyat eserine dönüşmesi, kitap halini
alması oldukça uzak bir ihtimal. Bu uzak ihtimalin gerçekleşmesininse
kütüphaneci kimliğinizle bir ilgisi bulunmaz, genellikle. En azından yetişkin edebiyatı alanında hal
böyle.
Peki, aynı şeyi çocuk edebiyatı ve öğretmen kökenli yazarlar
için de söyleyebilir miyiz?
Kararsız mı kaldınız? Öyleyse başka bir soruya geçelim. Sizce
bir yazar kitabının önsözünde kimlere seslenir? Okurlarına, mı dediniz? Yoksa, söz
konusu çocuk kitabı yazarıysa genel olarak çocuklara da seslenebilir, diye mi
düşünüyorsunuz? Evet, bizce de her ikisi akla yatkın.
Ama ya o yazar öğretmen kökenliyse? Bu durumda o yazarın
çocuk kitabına, “Sevgili Öğrencilerim,” diye başlamasını doğal mı
karşılarsınız?
Açıkçası biz doğal karşılamıyoruz. Geçmişte böyle yapmış edebiyatçılar
olmuş mudur, aralarında usta isimler var mıdır, bilmiyoruz. Zaten geçmişte
böyle yapanları tartışmıyoruz. Bugün, yani 2000’li yıllarda, hâlâ çocuklara
okurdan önce öğrenci gözüyle bakan yazar ve yayıncıların yaklaşımını
tartışıyoruz.
“Sevgili Öğrencilerim,” diye başlayan ve “Sizleri çok
seviyorum… Önce Sevgili Atatürk’e, sonra, size ve bana emek veren tüm
öğretmenlerimize borçluluk duyuyorum,” gibi cümlelerle boyutlanan, örneklediğimiz
Önsöz, Nisan 2012’de Can Çocuk’tan çıkmış Şahsene Camız’ın Bücürük ve Büyücü Ablası adlı kitaba ait.
Aslını isterseniz sözümüz yazara, ya da en azından yalnızca
yazara değil. Sayın Camız’ın 20 yıldan uzun öğretmenlik geçmişinin kendini
yazınsal veriminde bu kadar (didaktik) hissettirmesi yanlış elbette. Ama bir parça da anlaşılır. Üstelik Şahsene
Camız yukardaki satırları yazarken büyük ihtimalle son derece samimi de. Tıpkı benzer
önsözlere ya da benzer içeriklere sahip başka başka didaktik çocuk kitabı
yazarlarının samimiyetinden ve içtenliğinden şüphe etmediğimiz gibi.
Ama onlar samimi ve içten diye, onların kitaplarını
yayınlayanların tutumunu da öyle kabul edeceğiz diye bir şey yok. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının
geleceğine etki edebilen, onu yönlendirebilecek güce sahip bir yayıneviyseniz
(ki Can Çocuk bu yayınevlerinden sadece biri) bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmeniz beklenir.
Beklentimizi somutlayalım. Çağdaş Türkiye çocuk
edebiyatının belli edebi nitelikler taşıması ve didaktik
yaklaşımların da aşılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Yayınevi olarak kendinizi
edebiyat alanında mı konumlandırıyorsunuz/tanımlıyorsunuz? Çocuk edebiyatını geliştirmek,
ileri taşımak iddiasıyla mı hareket ediyorsunuz? O halde yayınladığınız
kitaplar da bu çerçevenin içine oturmalı, bu iddiaya uymalı.
Kuşkusuz, yayınlanan kitaplar içinde zayıflıklar ya da zaaflar
taşıyanlar da çıkacaktır. Ama açık bir şekilde ret ettiğiniz bir yaklaşımı açık
ve net bir şekilde yansıtan kitaplar (da) basmak, zayıf ya da zaaflı kitaplar
(da) basmaktan farklı bir şeydir.
Buradan geldik yine örnek kitabımız Bücürük’le Büyücü Ablası’na. Altıncı yaş gününü yeni kutlamış küçük bir kızın gündelik
yaşamını konu eden eserden birkaç (tamam, dürüst olalım, birçok) alıntı
yapalım:
“Okulum kocamaaan! Bahçesi de çok ama çok geniş. Çeşitli
oyuncaklar hatta kaydırak bile var. Sevgili Atatürk’ün alçıdan yapılmış başını
(buna büst dediğini daha sonra öğrendim) ve iki yanındaki yazıları gördüm. Bana
bakıyordu o güzel gözleriyle. ‘Oku
kızım! Okumalı, bilgili ve çok başarılı olmalısın!’ diyordu sanki bana. ‘Okuyacağım. Çok bilgili ve başarılı
olacağım, söz Ata’m!’ dedim içimden.” (s. 43)
“Okulda olmak gerçekten çok güzel! Bugün harika bir çocuk
şarkısı öğrendik. ‘Ata’mıza sevgimizi anlatıyormuş. Sözleri şöyle: Atatürk
ölmediii/Kalbimizde yaşıyor!/Bu uygarlık savaşındaaa/Bayrağıı o taşıyoor!/Bayrağıı
o taşıyoor! (…)Sevgili Atatürk’ümüzü
anlattı yine öğretmenimiz. Bugünleri O’na ve silah arkadaşlarına borçlu
olduğumuzu…” (s. 55)
“Sabah kalkınca annem: -Efsun’cuğum bugün, çok sevdiğimiz Ata’mızın
ölüm günü, dedi. –Ama O şimdi ölmedi ki! – Elbette şimdi değil! Çünkü o,
bizimle yaşıyor. O’nu çok seviyoruz ya. İnsanlar unutulursa ölürler bir tanem!
Suratını asma. Geleceğin Atatürk’ü
sizlersiniz. O’nu gerçekten seven, çok çalışır, unutmamalısın bunu. – Nasıl unuturum
anneciğim, böyle güzel anlatırsanız?” (s. 56)
“Ağaçların tümü çok
güzel. Bize onlar oksijen veriyormuş. Yaşamımızın sürmesi için çok gerekli bir
şeymiş oksijen. Sonra, beşikten mezara ondan yararlanıyormuşuz. Benim
anlamadığımı fark edince, ‘Doğumdan, ölüme dek yani yaşamımız boyunca onlar
bize çok gerekli, tatlı Büyücüm benim!’ dedi anneciğim.” (s. 62)
“Karnemi alıp öteki dedemlere gittik. Kocaman ailemiz kutladı
tek tek. Küçük armağanlar almışlar, bazıları da para verdi. Ne güzel! Her zaman karnem güzel olmalı, diye
düşünüyordum. ‘Böyle olsun da yine bana böyle güzel armağanlar alsınlar!’
deyivermişim. Anneciğim düzeltti hemen, “Armağan
için değil, bilgili ve başarılı bir insan olmak için çalışmalısın. Bu, senin
sorumluluğun bir tanem!’ dedi.” (s. 67)
“Bilmecede ne diyordu? Soğuk güldürürmüş ama sıcak
öldürürmüş. Annem de söylemişti, güneşin ısısı yükseldikçe erirmiş kardan
adamla kardan kadın. Öğretmenimiz de, ‘Unutmayın
çocuklar, yaşayabilmek için güneşe çok gereksinimiz var. Tüm canlıların da
öyle!’ demişti bize. /Bizi yaşatan güneşimiz, onları öldürüyormuş, yazık! Neden
böyle acaba? Bunu da anlatır babam ya da annem, bana. Çocuk olmak çok güzel ama
bir şeyleri hep sorup öğrenmek zorundayız. Ama gelecek yıl kitaplarımdan
öğrenirim her bir şeyi. Yaşasııın okul!
Yaşasıın kitaplar!” (s. 77)
“Biliyor musunuz, iki kişinin ikisi de aynı ebemkuşağını
göremezmiş, Yani Bücürük’ün gördüğüyle benimki aynı değilmiş. Beni şaşırtan öyle şeyler öğreniyorum ki.
Öğrenmek ne güzel şey!(…) Tüm dünya insanları çok severmiş onu. Umut ve
şans sembolü olarak kabul ederlermiş. Sibirya’da ‘Güneş’in dili’ olarak
düşünülürmüş.” (s.82)
“Ülkemizin güneyinde olduğumuz için böyle ılıkmış kışlarımız.
Annem, kollarımı açtırdı. Sağ kolumu güneşin doğduğu yöne uzattım. Sağ kolumun
gösterdiği yön, doğuymuş. Çok sevdiğim
güneş, oradan doğuyormuş. Sol kolumun gösterdiği yön, batıymış. Sevgili güneş
oradan batıyormuş. Yüzümü döndüğüm yön kuzey, sırtımı döndüğüm yön de güneymiş.
Yönleri öğrendim bugün, ne güzel. Her
gün, yeni bir şey öğreniyorum ben. Neydi? Doğu, bazı, kuzey ve neydi
anneciğim? Güneey! Güneey! Yaşasıın!” (s. 86)
“Ölüdeniz, dünyanın en
güzel yerlerinden, en temiz denizlerinden birisiymiş. Bakınca renkli kalın
çizgiler görülüyor; yeşil, mavi ve koyu mavi. Pardon, söylediğim o son rengin
adı, lacivertmiş. Hatta denizde ‘mor’ bir çizgi bile görülüyordu.” (s. 90)
“Yıllarca, Rumlarla Müslümanlar burada dostlukla yaşamışlar. Cumhuriyet döneminde, komşumuz Yunanistan’la
bir anlaşma yapmışız. Buradaki Rumlar Yunanistan’a gitmiş, oradaki Türkler
buraya gelmiş. Yamaçtaki o iki bine yakın evde pek oturulmamış.” (s. 96)
“Öyle çok sevindim ki! Hemen açtım paketi. Elbette, annemin
öğrettiği gibi önce teşekkür ettim, yanaklarını öptüm onun. Paketten ne çıktı
dersiniz? Bir kumbara! Anlattılar annemle birlikte. Bana verilen paraları
biriktirmem gerekiyormuş. ‘Damlaya
damlaya göl olur!’ dedi dedem. Allah, Allah! Bu büyükler de ne çok şey
biliyorlar! Bu da ‘atasözü’ymüş. Aynı deyimlerimiz gibi, bilmecelerimizin
bazıları gibi bize miras kalmış.” (s. 105)
Doğrusu bu kadar alıntıdan sonra ofladığınızı duyar gibi
olduk. Sahi, sıkıldınız mı? Yoksa kendinizi
birden ilkokul sıralarına geri dönmüş gibi mi hissettiniz? Belki nostalji
yapmak hoşunuza bile gitti. Fena mı, Atatürk sevginizi tazelediniz,
bilmece-bulmacalar, atasözleri dinlediniz, yönleri hatırladınız ve Ölüdeniz’den
mübadeleye okul zamanınızdan kalma birçok genel kültür bilginizi sınadınız.
İyi de, bu bir edebiyat eleştirisi! Eleştirilen de bir çocuk
kitabı. Ama didaktik cümlelerle o kadar doldurulmuş ki, edebiyata pek az yer
kalmış. Tabii akıcı bir dil ve küçük bir kızın yeni doğan kardeşini önce kıskanmasına,
sonra da bu kıskançlığın saçmalığına
öylece ayırdına varmasına dayanan bir kurgu (pek az da olsa) edebiyat demek için yeterse. Derinlikli bir edebiyat eleştirisine yetmediği
kesin ne yazık ki…
Hadi, kurgunun nasıl çözüldüğünü göstermek için size bir
alıntı daha: “Kardeşim, sabahları beni karşısında görünce şaşırıyor. Yatağından
inip yanıma geliyor, yorganımı açıp içine giriveriyor. Ben onu gıdıklıyorum, o
da kıkırdıyor. Annemle babam gelince bizi böyle buluyorlar. Onlar da ikimizi
kıkırdatıyorlar. Ben, ailemi dünyalar kadar se-vi-yo-rum! Ben, kardeşimi
kocaman kocaman dağlar denli seviyorum!” (s. 72)
Doğrusu Atatürk’ü, ailesini, ağaçları, kitapları, o yaşta bir
çocuk için öğretmenlerce iyi ve faydalı görülen her şeyi bu kadar seven, bu kadar bilgiye susamış, Türkçenin inceliklerini
öğrenmeye bu kadar can atan o küçük kızı kafamızda değil gerçek bir çocuk, bir
edebiyat metninin kahramanı olarak dahi canlandıramıyoruz. Gözümüzün önüne
gelen öğretmeninin göz bebeği örnek bir ilkokul öğrencisi bile sayılmaz. Olsa olsa
onun karikatürü.
Peki, çocuk edebiyatında
didaktik yaklaşımı sözde daima
eleştiren yayıncılar böylesi bir çocuk kitabı kahramanında ne bulmuş, ne keşfetmiş olabilirler? Okulların okuma listelerine giriş biletini cebinde taşıdığını mı?
İşte biz bu tutumu samimi bulmuyoruz. Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı
yayınlayan yayınevleri de ticari kurumlar. Onlar da acımasız piyasa
kurallarında iş yapmak zorundalar. Kimi zaman satış politikalarının edebiyatı
nasıl gölgelediğini hepimiz görüyor, izliyoruz. Ama madem tek başına ticaretle
doldurulamayan bir duruşları, misyonları var ve bunu kendileri söylüyorlar, her zaman edebiyatın satışın
önüne geçmesini sağlayamazlarsa da (ki bizce bunu sağlamak bir edebiyat
yayıncısının en temel görevi), hiç değilse satış politikalarının çocuk ve
gençlik edebiyatının gelişimine zarar vermesine göz yummamalılar.
Sözümüz elbette yalnızca Can Çocuk’a değil. Bu alanda kendini
en nitelikli, en öncü, en uzman gören yayınevleri son dönemde yayınladıkları kimi kitaplara bu gözle samimiyetle dönüp baksalar, bir çoğu en az Can Çocuk kadar
bu yazının muhatabı olduklarını görebilirler. Onların görmediğini /
göstermemeyi yeğlediğini ise biz gözler önüne sermeye devam edeceğiz. Çünkü çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının yalnızca sözde değil, gerçekten de didaktik yaklaşımdan arınmaya ihtiyacı var. Ve bunun tek yolu, (kendimizi yeniden ve bıkmadan tekrarlamaktan yorulmayacağız) çocuk ve gençlik kitabı yayıncılarının okul eksenli satış politikalarından vazgeçip, okura ulaşmanın alternatif yollarını (kitapçı satışı, edebiyat festivalleri, kamusal alanda yaratıcı okuma faaliyetleri vb.) kullanmaları, bu yolları aramaları, gerekirse de yaratmaları.*
* Belki bu yazımızın konusuna girmiyor, ama son sansür ve özellikle de otosansür uygulamaları da doğrudan bu çarpık satış politikasından besleniyor...
Not: Vurgular bize ait.